Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Ağustos '09

 
Kategori
Sivil Toplum
 

Din hakkında...

Din hakkında...
 


Din olgusu, toplum içinde ortalama bir gözlem gücüne sahip herkesin ilgi odağında bir konudur. Dinin sizin için ilgi odağı olması için dindar olmanız gerekmez. Hatta inançtan sıyrılmış olmak, dini daha fazla ilgi odağı yapabilir.

Bugün bizler (dinden belirli bir mesafe almış; ateistler, agnostikler, teistler, inancı bir etiketin ötesine geçmeyenler ya da inanç değerlerini modernleştirdiklerini söyleyerek geleneksel inanç kalıplarından sıyrılanlar) öyle zamanlar oluyor ki, dini dindarlardan daha fazla konuşuyoruz.

Bu da gayet doğal, çünkü din toplumsal yaşamda çok fazla ağırlığı olan bir gerçeklik. Bu nedenle din hakkında konuşmak için, onun içinde olmak zorunda değilsiniz. Zaten istesek de istemesek de din hepimizi bir şekilde sarıp sarmalıyor.

Ama din hakkında bir şeyler söyleme isteğimizi şu şekilde özetleyebiliriz; Din, dindarlara bırakılamayacak kadar önemli bir konudur.

Dinle olan ilişkimi ya da din algımı, İmam Gazali’nin bir ateistle yürüttüğü tartışmayı bitirme hamlesi olarak sunulan şu cümle üzerinden kurarım; “Eğer sen haklıysan (tanrının olmadığı konusunda) benim kaybedeceğim bir şey yok, ama eğer ben haklıysam (tanrının varlığı konusunda) senin kaybedeceğin çok şey var kardeşim.”

Bu söze karşılık, “eğer ki varsa, kaybeden ben olmayayım, her olasılığa karşı bir yaratıcıya inanayım” cevabını üretmeyi mantıksız bulduğu için inanmayı tercih etmeyen çok fazla insan var. Ve oldukça da haklılar. Ama bence daha ötesi de var ve olmalı.

Eğer ki bir yaratıcı varsa, benim “kaybetmemi” gerektirecek olan şey, ona inanmamak değildir. Adil olan ve iyi ile kötüyü ayırt etme vasfı olan yaratıcının olması halinde, ben ona inansam da inanmasam da, beni yalnızca, doğruyu yakalama becerime göre değerlendirecektir. Din, doğru olana ve ahlaklı olana giden tek yol değildir. İnsan kendi aklı ve geliştirdiği vicdan ile de, doğruyu ve yanlış ayırt edebilir. Zorunlu olmasa da, hatta aksini teşvik eden şeyler olsa da, doğru olanı tercih eden bir karar mekanizması geliştirebilir. Zaten bugün geldiğimiz noktada, dindar toplumların daha ahlaklı olduklarını, daha fazla doğruya yaklaştıklarını gösteren herhangi bir tespit yoktur.

Ama meselemiz bu değil. Eğer ki doğruya ve ahlaklı olana din aracılığı ile ulaşmak isteyen varsa buna saygı duymaktan başka bir şansımız yok. “Diye düşünüyorum” ama dindarla (yukarıda çeşitlerini saydığım) ortalama dindar profili dışına çıkan ya da o gruptan herhangi birisi ile dindar arasındaki ilişki ne yazık ki bu kadar basit bir düzlemde gelişmiyor.

Sorun elbette ağırlıklı olarak dindar olandan doğru gelişiyor. Yaratıcının emirlerini genele yayma, gerçeği fark edemeyenlere, onlar razı olmasa da iyilik yapma isteği, dindarlarında kendini alamadıkları bir düşünce tarzı. Ama tam tersi de mevcut. Geri kalmış toplum kesimlerini, ilkellikten kurtarmak ve kendi doğrularını kabul ettirmek isteyenlerde eksik olmuyor ne yazık ki.

“Bizimkilerin bir kısmı” açısından sorun, Marks’ın ünlü, "din afyondur" cümlesinde gizli. Yani din, inanların doğruyu bulmasının önünde ciddi bir engel. Ancak Marks aynı cümlenin başında şunu da söylemiş; “ Din, ezilenlerin iç çekişidir, vicdansız dünyanın vicdanı, ruhsuz durumun ruhudur.”

(Çok sert bir geçiş olacak ama) Geçenlerde Kuzey Irak, Kürt Özerk Bölgesinde yapılan seçim sonuçları ile ilgili haberleri takip ederken bir bilgi dikkatimi çekti. Kuzey Irak Kürtlerinin Komünistleri ile İslamcılarına ait partiler seçime koalisyon yaparak girmiş ve %13 oy almışlardı.

Daha önce İran’da benzer bir ortak cephe çabasını hatırlıyoruz ama sonucunun kötü bitmiş olması hala dilere destandır. Örneklerimiz bu kadarla da sınırlı değil. Latin Amerika’daki sol örgütlerin, partilerin neredeyse tamamı kilise ile ve onun tabanı olan dindar insanlarla oldukça yakın diyalog içindedirler. Örneğin Şili’de sosyalist Allande’nin iktidar olmasına yol açan koalisyonun üyeleri arasında “Sol Hristiyanlar”da yer alıyordu.

Rastlantı sayılamayacak bu kadar çok kontağı mümkün kılan şey aslında, Marks’ın din ile ilgili ifadesinin girişinde saklı. Yani, inançlı insanın, inanma istencinin temelinde adalet ve eşitlik beklentisi var. Ancak tüm bunlara bu dünyada ulaşamayacağı düşüncesiyle, başka bir boyutta bu beklentinin içine giriyor. Bu karşı çıkılacak birşey değil. Çünkü ortalama her solcu, kesin ve net bir adaleti sağlayacak yaratcının olduğundan emin olsa, bundan mutluluk duyacaktır. Eşitliğin ve adaletin sağlanacak olması herkesi mutlu eder neticede. Ama bizler böyle kolay ve basit bir yol olmadığını düşünüyoruz.

Elbette dindarın tek eşitlik beklentisi, yalnızca hayatın basit eşitsizlikleri hakkında değil. Henüz beşik bebeği iken bilinemeyen bir hastalıktan ölen çocuğu, engellenemeyen bir depremle yıkılan hayatı, o sene kuraklıktan ürün vermeyen tarlası, vatan borcu diyerek askere gönderdiği ve geriye cenazesi gelen oğlu, milyonda bir rastlanan bir hastalık yüzünden çektiği çile, doğuştan sahip olduğu engeli, hayattan erken göçen ve hep özlemini çektiği annesi, başkasına kaptırdığı sevgilisi, dünyanın nimetlerinden faydalanmasına engel olan fakirliği vs., bu dünyada telafi edilemeyecek bir ton soruna karşın, inanmak ilahi bir adalet ve eşitlik beklentisi değil midir neticede?

Bu nedenle, inancı ile sorunu olmayan ve en azından bu dünyada adalet ve eşitlik üretmek isteyen solculara destek vermek ya da ittifak kurmak inançlılar için hiç de tercih edilemez bir yöntem değildir. Elbette karşılarında aşırı pozitivist ve elitist bir solcu zihniyet yoksa.

…………………..

Not; Girişte de bahsettiğim gibi, din, yaşamın içinde olan her birey için ciddi bir zihin egzersizi konusu. Zihnimde birikenleri çok fazla derli toplu olmasa da, bir seri halinde aktarmak istiyorum. Bu yazıyı bir giriş noktası olarak düşündüm. Ardından pasajlar halinde ilerleyen ve genellikle bağlantısız, bir çizelgesi olmayan fikir tomurcukları halinde ilerlemek istiyorum. Bu ülkede, sol zihniyette hissedilen aşırı pozitivist tutum sürdükçe, toplumla bağ kuramayan bir sol siyaset çıkmazında dolanıp duracağız gibi görünüyor çünkü.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..