Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Haziran '10

 
Kategori
Felsefe
 

Din ve bilim; Hawking'e cevap

Din ve bilim; Hawking'e cevap
 

Claude Serre--Fransa


Din mi yoksa bilim mi kazanacak başlıklı bir haber çıktı bir gazetede, onu okuyunca şunları yazasım geldi: 

Din bilgisel olarak doğru ve anlamlı değildir, ancak romantik olarak anlamlıdır. Buna psikolojik olarak da diyebiliriz. 

Dine karşı eleştiri yöneltirken, birkaç aşama sözkonusudur. Birisi, bir Tanrı kabul etmenin, bir din kabul etmeyi zorunlu olarak gerektirmediği. İkinci olarak, bir dini kabul etmenin, tanrı tarafından bir kutsal kitap gönderilmesini zorunlu olarak gerektirmediğidir. Üçüncüsü ise Tanrı diye bir kavramın temelsiz olduğudur. 

Din ve peygamber meselesi, aslında açıkçası, sosyolojinin, siyasetbiliminin, sosyal psikolojinin ilgi alanına girer. Din ve peygamber meselesi, felsefenin konusu olamaz. Felsefenin konusu Tanrı problemidir. Çünkü, evrenin varlığı, yapısı, nerden geldiği, nereye gittiği, bir yerden gelmek mi gerektiği, bir yere gitmek mi gerektiği gibi tonla soru sorar. Bilim dediğimiz şey, aslında felsefeden sonra gelir. Çünkü, felsefe insan aklının, düşünmenin ilkelerine göre işletilmesidir. Bilimler, ancak bu işletmenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, felsefe gibi köklü sorular soramaz. Daha dar bir çalışma alanı vardır ve bilimsel yöntem, olgusallık içerir, olguların doğrulanması yanlışlanmasına bağlıdır. Deneyseldir bir başka ifadeyle. Oysa, örneğin Einstein’ın teorisini kurarken, bir tür felsefe de yapmıştır, çünkü ortaya sürdüğü olgusal gerçekler, insanın o çağda deneyini yapamayacağı olgular idi. Ama daha sonra, oldukça uç savlarının deneysel olarak da kanıtlandığı söylenir. 

Bilim bu nedenle patron değildir, patron felsefedir. Ancak felsefenin yüz yüze olduğu bir sorun vardır. O da, bilmek, anlamak, sormak, yani düşünmek için kullandığımız dilin saf olmayışıdır. 

Dil saf bir araç değil, kavramlarla, ön belirlenmişliklerle dolu bir içerikli yapıdır, araç değildir. Biz öyle sanırız genellikle. Dil, düşüncelerimiz iletmede bir araçtır diye yazar. 

Felsefenin bir başka sorunu ise insan zihninin ya da düşünmesinin yeteri kadar gelişmiş olmaması. O kadar çok hata yapabilir ki. İster insan milyarlarca yıllık evrimin bir evresinde olsun isterse Tanrı tarafından yaratılmış olsun, tek tek bireyler olarak bu şana yakışmayacak kusurlarla doludur insan zihni. Felsefecinin de zihni üstün bir zihin değildir. Tonla ıvır zıvırla doludur, hatta ki, felsefenin yıkılması gereken dogmalarını taşıyor olabilir. Hani, akademik akıl şikayet edilir. Çünkü akademik akıl ifadesi, kalıplaşmış düşünceler demektir. Bu da eğitimin bir parçasıdır. Dondurulmuş gerçeği ancak aktarabilirsiniz. Ama bu da akademik kalın kafalılık yaratır. Bundan felsefeciler de eşit oranda pay alır hiç kuşkusuz. Felsefecinin ya da bilim adamının özelliği, hasbalkader, o alanı baz alarak, köşedeki simitçiden daha yerinde koşullar içinde bulunmuş olmasından daha öte bir şey değildir. Çünkü, simitçi de, aynı milyarlarca yıllık evrimin sonucudur, ya da adil diye övüle övüle bitirelemeyen Tanrı da, herhalde adilse, o açıdan da simitçi aynı yapıya sahiptir. Tabi, bazı salak sanatçılar, bu dünyaya özel bir görevle gönderildiğini filan düşünebilir ya. O salaklardan felsefeciler arasında da bolca vardır eminim. 

Felsefenin iki sorununu saydık, dilin saf olmaması, ve insan zihnin düşünme hataları yapıyor olmasıdır. Bu ikisi öyle sonuçlar yaratır ki, belki düşünme hatalarını gösterebilecek mükemmel bir beyin olsa idi, pek çok felsefe öğretisi çökerdi. Ya da dilin, düşünceyi ön belirleme gücü gösterilebilseydi, pek çok felsefe sorununun, dilin kendisinden çıktığı anlaşılırdı. Böylece aslında, hiç de bir gerçekliği olmayan tonlarca şeyin, sorun olarak tartışılıyor olduğu görülürdü. 

Felsefenin daha esaslı bir sorunu ise insan aklının çalışma sistemidir. Buradaki sorunun kayanağı şudur: İnsan tüm varolanlar arasında bir varolan olduğu halde, bütün varolanları anlamaya ve bilmeye çalışarak, her şeyi kendine indirger. Ancak bu sorun yaratır, çünkü insan, sıradan bir varolandır. Burada deizm ile hümanizmin çok ilginç bir buluşması ve kopuşması vardır. Deizme bağlı dinler, Tanrıyı merkeze alsa da, tanrının merkezinde de insan vardır. Hümanizmde ise, tanrı olmadan insan merkezdedir. Oysa, insan, hiçbir şeyi kendine indirgeyerek o şeyin değerini çözemez. Ama burada ilginç bir durum vardır: Sonuçta, bilmek isteyen insandır ve sahip olduğu zihin ile bunu yapabilecektir. Her şeyi kendine indirgemesi kaçınılmazdır. Ancak bunu yapsa ve bu onun yaşamını yaşama tarzı olsa da, insan, kendini tüm varolanlardan üstte, her şeyi bilebilir anlayabilir diye konumlandırdığında çözümlenecek felsefi ve bilimsel sorunlar ortaya çıkamaz. Asla cevaplıyamayacağı sorular sormaya başlar, örneğin, deizme giden ve dinlere yol açan bir ilke oradan çıkar. Nedensellik ilkesi. 

Mesela, dünyanın nedeni nedir diye sorduğumuzda, belki de bu üç handikapı da içeren bir soru sormuş oluruz. Birincisi, dil handikapı ki, bu soruyla, sanki dünyanın bir nedeni olması gerektiğini dil önceden belirlemiş olur, halbuki, bu sorudan önce, dünyanın bir nedeni olması gerekirmi diye sormak gerekirdi. Diğer handikap olarak ise, ki bu modifye edilmiş soruyla ilgilidir; dünyada her şeyin bir nedeni vardır, bir şeyin bir nedeni varsa, o şeyin de bir nedeni olması gerekir. Böylece, sonsuzca geriye giden bir düşünce zinciri kurulur. İnsan bu sorudan ne olumlu ne de olumsuz cevap vererek kurtulabilir, böylece felsefi bir çıkmaz içine girer. Dönüp durur. Bu noktada, üç handikaptan en tehlikelisi devreye girer. O da yanlış düşünme ve yanlış sonuç çıkarma. O düşünce der ki, madem ki, her şeyin bir nedeni var dediğimizde, sonsuzca geriye gidiyoruz, ve nedensellik ilkesi anlamsızlaşıyor, o halde, bir ilk hareket ettirici neden kabul etmemiz gerekir. Evet, işte bu ilk hareket ettirici nedene, insanlar Tanrı demeye başlamıştır. 

Böylece Tanrı kavramı üretilir. Bu kavram üretilince, Tanrı var denerek, diğer tüm varolanlara anlamlar yüklenir. Her şey bu kavrama göre şekillendirilir. Sonra, bu düşünceler, dile yüklenir. Saf insanlar da, dilin bu içinde taşıdığı ön belirleyicilikten habersiz şekilde, Tanrı var diye, mükemmel görülen nesnelerden hareketle, bu kadar mükemmel şey varsa, Tanrı vardır diye savunmaya başlar, gel de gülme. 

Ama işte hayat budur. 

Peki bu sorunun çözümünü, insan aşamaz mı diye sormak gerekir. Teorik olarak aşamaz. Dünyanın bir nedeni var mı diye sormak, yanlıştır, sorulamaz. Bu soruyu sorarsan, dünyayı ve her şeyi, insana indirgersin, oysa buna hakkın yok. İnsan böyle sordukça düşündükçe, dünyanın evrenin sırrını çözemez. 

Ben bir insanım, cevabım da insanca, o yüzden indirgemeci, ama, soruyu soran insanız, mecburen bu koşullara boyun eğeceğiz. Ama yeter ki, bu indirgemenin farkında olalım. Buna göre,  

Her şey neyse odur. 

Hiçbir şeyin nedeni yoktur. 

Hiçbir şeyin amacı yoktur. 

İnsanı baz almadan baktığımızda, hiçbir doğru yoktur. 

Hiçbir yanlış yoktur. 

İnsan hayatını baz almazsak, doğum yoktur, ölüm de yoktur. 

Her şey, insanın madde adını verdiği şeyin, devinimidir. Bu devinimde, kimi taştır, kimi insandır, ki bu isimleri veren insandır, yoksa bu ayrımlar da yoktur. 

İşte, Hawking’in sorduğu soruların cevabı budur. 

Benzer temalarda bir blog yazmıştım. 

 
Toplam blog
: 467
: 1012
Kayıt tarihi
: 21.10.07
 
 

Ankara'da yaşıyorum. Çeşitli güncel konularda, zaman zaman "Neden olaya böyle bakılmıyor?" diye düş..