Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Temmuz '14

 
Kategori
İnançlar
 

Dinlere neden inanmıyorum

Dinlere neden inanmıyorum
 

İnanç ve düşüncelerimiz yaşamımızın gidişatını etkiliyor. Yaşamımızın gidişatı ise sadece kendimizi değil çevremizdeki insanları, en azından ailemizi, arkadaş ve akrabalarımızı bazen ise toplumun diğer kesimlerini olumlu veya olumsuz etkileyebiliyor. O halde inançlarımız sadece kendimizi ilgilendirir demek tam bir doğru sayılmamalı. Hele bu inanç ritüelleri olan bir dini inanç ise -ki günümüzün yaygın dinlerinin neredeyse tamamı ritüelleri ve dışa vurumları olan dinlerdir- başkalarının en azından algı alanına girmiş demektir. Sonuçta insan toplum içinde var olan ve orada anlam kazanabilen bir varlık. Birbiriyle etkileşmesi anlaşılır. Bu etkileşim açısından insanlık tarihinde dinlerin önemli bir yeri var. Hem bireylerin iç dünyasını hem de toplumu etkiliyor. İnanmadığım halde bu konuda beni yazmaya iten de bu. Amacım inanırları kırmak değil, gerçekçilik ilkesine sadakat.

On yedi yaşıma kadar ülkemizdeki çoğu insan gibi bir Müslümandım ve o yıl bir açıklamalı Kur’an meali bir de namaz hocası kitabı almıştım. Buna rağmen dinsel inancımdaki ilk önemli sarsılma gene o yıl bir fizik kuralını arkadaşlarımla irdelerken gerçekleşti: “Madde var iken yok olmaz, yok iken var olmaz” (1). O ana dek insan hayatında dinin yeri ayrı, bilimin yeri ayrı diye düşünürdüm. İlk kez ikisinin birbiriyle ciddi anlamda çatıştığını fark etmiştim. Madde yoktan var olmaz ise ezelden beri var olageliyor olabilirdi. Var iken yok olmaz ise ebediyete dek var olabilirdi. O halde tanrısız bir evren bilim ve mantık sınırları içinde mümkündü!

Muhtemelen aynı fizik kanunu bazı kişilerde benzeri etkiyi yaratmayabilirdi. Bende yaratmasının nedeni sanırım çocukluğumdan beri bilime çok meraklı ve saygı duyuyor olmamdı. 5-6 yaşlarımdayken ABD’de havacılık eğitimi alan bir akrabamızın NASA’nın uzaya yollayacağı bir füzesi önünde çektirdiği fotoğrafı mektuptan açtığımda büyük bir heyecan hissetmiştim. On iki yaşımdan itibarense TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi’ni her ay harçlığımdan harcadığım parayla düzenli almaya başlamıştım. İşte bu temeller üzerinde din ve bilimin çatışması benim açımdan önemli oldu.

İlerleyen yıllarda genel olarak din olgusunu ve özellikle içinde bulunduğum için karşı karşıya bulunduğum İslam olgusunu çeşitli yönleriyle incelemeye ve düşüncelerimi detaylandırmaya çalıştım. Turan Dursun (2), İlhan Arsel, Arif Tekin ve Erdoğan Aydın gibi aydınların bilgi birikimimde çok önemli katkıları oldu.

İslama ve diğer dinlere inanmama gerekçelerimi tarihsel, ahlaki, toplumsal ve siyasal, bilimsel, teolojik ve psikolojik olmak üzere altı kategori altında sıralayabilirim:

1) Tarihsel nedenler:

a- Dinler doğa üstü bir güç (tanrı) tarafından değil insanlar tarafından oluşturuldukları için, içinde doğdukları toplumun değer yargılarını ve toplumsal modelini esas almışlar, ancak bunda kısmi değişiklik ve yeniliklere gitmişlerdir.

Gerek İslam gerekse Hristiyanlık ve Yahudilik inançları, doğdukları toplumun tarihsel özelliklerini adeta kopyalamışlardır. Şöyle ki, dinsel modellerinde bir tanrı (kral), ulak (Cebrail), elçi (peygamber), cellat (azrail), işkencehane (cehennem) vardır. Aynı bir kral gibi tüm sözlerine harfiyen uyulmasını isterler. Allah’ın diğer adlarından birinin Melik (kral) olduğuna da dikkat çekmek gerekli.

b- Dinlerin tarihsel evrimi içinde gerek İslam gerekse diğer İbrahimci dinler (Hristiyanlık ve Yahudilik) tek tanrılı din değil çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa geçişte ara aşamada bulunan dinler kategorisinde değerlendirilebilir. Çünkü örneğin İslam’da her ne kadar görünüşte tek tanrı varsa da çok tanrılı dinlerdeki diğer tanrılar güç ve yetkileri kısıtlanmış şekilde melek adıyla varlıklarını sürdürüyorlar. Çok tanrılı dinlerin tanrıları Cebrail, Mikail, Azrail, İsrafil vb. adlarla adeta varlıklarını devam ettiriyorlar. Bu sebeple insanlığın çok tanrılı dinlerden gerçek tek tanrılı din olan deizme (3) geçişi birden bire olmamış, yüzlerce yıl süren toplumsal-dinsel evrim sonucu gerçekleşmiş görünüyor.

c- Dünya tarihinin bilinen en eski uygarlığı olan Sümer uygarlığına ait tabletlerin 19. yy.’dan itibaren arkeologlarca ortaya çıkarılması ve çivi yazılarının deşifre edilmesiyle batı dünyası dinsel açıdan önemli bir sarsıntı geçirdi. Çünkü Musevilikten daha eskilere giden bu uygarlığa ait tabletlerde Gılgamış Destanı (4) adı verilen bir destan yazılıydı ve bu destan Nuh Tufanı öyküsünün (5) çıkış kaynağı olma yönünde kuvvetli şüpheler uyandırdı. Destanda ölümsüzlüğü arayan Gılgamış adlı kahramana Enlil şöyle bir öykü anlatıyor: Tanrılardan bazıları kendilerini rahatsız ettiği için insanların üzerine tufan salacaktır. Böyle bir tufan planı konuşmasını duyan bir diğer tanrı sevdiği kahramanı kurtarmak için ona gizlice haber verir. Kahramanımız büyük bir gemi yapar ve içine doldurduğu hayvanlarla birlikte kurtulur.

Tufan mitleri pek çok uygarlıkta görülse de Gılgamış Destanındaki öykünün Tevrat’taki öykü ile çok büyük benzerlikler taşıması, örneğin dışarı salınan kuş ve geminin dağa oturması gibi detaylarda aynılık olması Sümer uygarlığındaki bu efsanenin sonradan o bölgede bir süre köle olarak yaşayan Yahudilerin kutsal kitaplarına sızmış olması kuvvetle muhtemel görünüyor.

d- Dinler, çıkışlarından bugüne hiç bir zaman insanlığın eşitlik, özgürlük, refah ve mutluluk hedeflerini sağlayabilecek bir toplumsal düzeni kuramadılar. Hatta Hristiyanlığın tüm kurallarıyla uygulandığı dönemde orta çağ karanlığı ve engizisyon işkenceleri, İslam’da ise recm cezasından köleliğe, falakadan tutun kız çocuklarının okula gönderilmeyişine, cihat savaşlarına kadar uzanan kötülükler hakim oldu ve halen de olmakta (Bkz. Ortadoğu).

e- Dokuzuncu ve on dördüncü yüzyıllar arasında başta Endülüs’te olmak üzere İslam coğrafyasındaki görece ilerlemeler (İbn Sina, Farabi, İbn Haldun vb.) kökenini İslami kaynaklardan değil Aristo, Eflatun, Hipokrat vb. eski Yunan felsefecileri ve bilim insanlarından aldılar.

f- Eski Mısır inancında Ra’nın çocuklarından biri olan kötülük tanrısı Set domuz ile simgeleniyor. Eski Mısırlılar sadece dolunayda domuz eti yiyor diğer zamanlarda yemiyorlar. Bu gelenek evrimleşerek haram kavramı şeklinde Yahudiliğe ve oradan İslam’a geçmiş görünüyor.

g- Cehennem sözcüğü hem dilsel köken hem de kavramsal olarak pagan döneminden geliyor. İbranice gehinnom sözcüğü ge (vadi), hinnom (Kudüs yakınlarında bir bölge) sözcüklerinin bileşiminden oluşuyor (6). Yani Hinnom Vadisi anlamında. Pagan döneminde Kudüs yakınlarındaki Hinnom Vadisinde ölüler yakılırmış. Ölüm ve ateş kavramlarının cehennem sözcüğünün özü olması buradan geliyor. Pagan kökenden.

h- İslam dahil hiçbir semavi din köleliği kaldırmamıştır. Bu durum dinlerin içinde doğdukları tarihsel ortam ile bağıntılıdır. İslamda köle azad etmek sevap olmasına karşın köle sahibi olmak günah değildi. Bir köleyi azad edip sevap kazanmak ama hemen ardından köle pazarından köle satın almak mümkündü. Dolayısıyla İslamda kölelik kurumu kaldırılamadı. Batının baskısıyla Osmanlı’da 19. yy.’da Arabistan’da ise 20. yy.’da kaldırıldı.

i) “Benim dinim bana, sizin dininiz sizedir” ve “Dinde zorlama yoktur” ayetleri evrensel bir ilke değil, tarihi olarak I. Mekke dönemi için geçerlidir. Bu dönemde Mekke'de Müslüman sayısı henüz çok azdı ve pagan baskısını azaltmak için yumuşak bir politika izleniyordu. Medine'ye göçten sonra cihat dönemi başlamış, söz konusu ilke rafa kaldırılmıştır.

2) Ahlaki nedenler:

Tüm dinler tanrı tarafından değil insanlar tarafından oluşturuldukları için içinde bulundukları toplumu değiştirme amacı gütseler de önemli ölçüde o toplumun değerlerinin etkisi altındadırlar. Bu değerlerden biri de o toplumun ahlaki değerleridir ve yüzlerce, binlerce yıl öncesinin ahlaki değerleri ile günümüzün genel kabul gören ahlaki değerleri arasında ciddi çatışmalar görülür. Örneğin Hz. Muhammed’in Hz. Aişe 6 yaşında iken onunla evlendiği 9 yaşına geldiğinde ise gerdeğe girdiği sahih (doğru) kabul edilen Buhari hadisleri içinde yer alır (Bkz. Sahih-i Buhari, Kitab-ul Nikah bölümü). O tarihsel dönemde Arabistan’da kızlar çoğunlukla o yaşlarda evlendiriliyor ve gerdeğe sokuluyor olabilir. Ancak söz konusu olan tüm zamanlara ve tüm insanlığa doğruyu ve gerçeği anlatmak için gönderildiği iddia edilen bir peygamber ise bulunduğu topluma hiç olmazsa bu gibi konularda uymak değil değiştirmek ve uyarmak zorunda olmalıydı. Ortada ciddi bir ahlaki sorun olduğu ortada. Sorunu ele alan İslamcıların diğer savunmaları da tatmin edici olmaktan uzaklar:

a- “Söz konusu hadis uydurmadır”: Biraz İslam dinini araştırmış olanlar bilir ki İslam’da bilgi kaynakları ayet, hadis ve sünnet olmak üzere üçtür. Hadis kaynaklarının en başında ise Buhari hadisleri gelir. Sahih-i Buhari olarak anılır.

b- “Arabistan’da sıcaktan dolayı kız çocukları ergenliğe erken giriyorlar”: Hadiste Aişe arkadaşlarıyla salıncakta oynarken kadınlar tarafından alınıp gerdeğe götürüldüğü yazıyor. O halde Aişe o dönemde adet görebiliyorsa da ruhen çocuktur (7,8).

Diğer bir sorun evlatlığı Zeyd’in boşadığı karısıyla evlenmesi. Her ne kadar İslami kesim bu evliliği Zeyd eşini boşadığı için meşru görse de İmam Taberi hadislerinde Hz. Muhammed’in bir gün Zeyd’i görmek için evine gittiğinde kapıyı Zeyd’in eşi Zeyneb’in açtığı ve Hz. Muhammed’in o an ilgi duymaya başladığı, sonra durumu fark eden Zeyd’in eşini peygambere verebilmek için boşadığını yazdığını dikkate almakta fayda var. Hatta sırf bu meseledeki sorunları çözebilmek için Ahzab Suresi'nde konuyla ilgili ayetlere yer verildiği de hesaba katılmalı (9).

Günümüzün genel ahlaki değerleri ile ilgili ciddi çatışma örnekleri arttırılabilir. Tüm bu örnekler evrensel olma iddiasındaki bu gibi dinlerin evrensel olmayıp içinde doğdukları veya komşu topluluklarla sınırlı bir kavrayışa ve inanışa sıkıca bağlı olduklarını gösteriyor. Dinler evrensel değil yereller.

3) Toplumsal ve siyasal nedenler:

a- Adına ister semavi dinler ister İbrahimci dinler diyelim üç büyük din olan İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik insanları haklar, özgürlükler ve sorumluluklar bütünlüğü içinde değil sadece sorumluluklar çerçevesinde ele alıyor. Nasıl bir ana-baba, komşu, mümin, kul vb. olunması gerektiği ile ilgili insanlara sürekli şekilde sorumlulukları bildiriliyor. Oysa Aydınlanma Çağından beri farkındayız ki insan olarak yaşamda sadece sorumluluklarımız değil hak ve özgürlüklerimiz de olmalı. Ancak bu bütünlük içinde insani değerimizi yükseltebiliyoruz. Ama dinler Aydınlanma Çağı öncesindeki tarihsel izleri taşıdığı için hak ve özgürlüklere değinmiyorlar. Bu durum dinsel inançların günümüzde sıklıkla siyasi yelpazenin muhafazakar sağ kısmında yer almasıyla sonuçlanıyor. Hatta hak ve özgürlük vurgusuna dayalı olan sola karşı gerici saldırganlığın kaynağı olabiliyorlar (Madımak Katliamı vb).

b- Din, neoliberallerin yaşamı neredeyse tamamen metalaştırdığı, her şeyin parayla alınır satılır duruma getirildiği günümüz kapitalizminde manevi boşluğa düşen insanların hissettiği acıya karşı zihni uyuşturan bir afyon durumunda. Sermaye sınıfının sömürü aracı. Haksızlığa karşı mücadeleyi değil yerinde sayan sabrı ve sonsuz olan öteki dünyaya odaklanmayı salık veriyor. "Bu dünyaya da önem veriyor" diyenler olabilir. Ancak "Sonsuz öteki dünya/70 yıllık bu dünya" anlayışı kefeye konduğunda ağırlık “öteki dünya”ya basıyor İslam anlayışında.

c- İmana (dogmatizm) dayalı olan dinsel değerler ile akla dayalı olan seküler değerler arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Bu uzlaşmaz çelişkiyi uzlaştırıcı bir sentezle çözmeye çalıştığı için Anti-kapitalist Müslümanlar gibi siyasi hareketlerin uzun vadeli ve ciddi bir başarı şansları olamaz.

d- “İstişare” olgusu demokrasi olgusunun yerini tutamaz. İstişare danışma amaçlıdır ve genellikle bir odaya sığabilecek sayıda insanla yapılır. Sonuçları ise lider için bağlayıcı değildir.

4) Bilimsel nedenler:

a- Sadece bu yazının başlarında değindiğim fizik kanunu değil en başta evrim teorisi (10,11) yaratılış inancına dayalı olan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam dinlerini yanlışlıyor. İnsanın “kutsal” kitaplardaki gibi birden bire yaratılmadığını, canlılığın üç milyar yıl boyunca evrimleştiğini ve bu şekilde milyonlarca canlı çeşidinin oluştuğunu ve insanın da bunlardan biri olduğunu gösteriyor. Üstelik bu görüşü destekleyen çok sayıda deney yapılmış ve teori doğrulanmış durumda. Başlıktan çok uzaklaşmamak için sadece bir örnek vermek istiyorum. İnsanda doğuştan körlükle ilgili sorumlu genin pax6 geni olduğu biyologlar tarafından biliniyor. Meyve sinekleri üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda bu sineklerde doğuştan körlüğe de pax6 geninin neden olduğu saptanmış (12). Bunun gibi çok sayıda deney insan ve diğer canlıların milyonlarca yıl önceki ortak bir atadan evrildiği gösteriyor.

Milyonlarca yıl içinde ilkel canlılardan gelişmiş canlılara doğru evrimleşme sürmüş ancak toprak, iklim gibi nedenlerle farklı derecelerde ve farklı yönlerde evrimleşme meydana gelmiştir. “Nasıl oluyor da dünyada bu kadar farklı ve renkli canlı türü meydana geliyor, bunların bir yaratıcısı olması gerekmez mi?” sorusunun yanıtı budur.

Her ne kadar başta fanatik Evangelik kilise olmak üzere her yıl milyonlarca dolar gericilerce evrim teorisi aleyhindeki yayınlara ve çalışmalara ayrılıyorsa da bilimsel anlamda başardıkları bir şey yok. Keza onların izinden giden Adnan Oktar (Harun Yahya) kuru gürültüden başka bir şey üretmiyor.

b- Evrende kusursuz bir düzen olduğu şeklindeki dinsel iddia yerine düzen ve düzensizliğin iç içe geçtiği karmaşık bir düzenin olduğu bilimsel açıdan doğru görünüyor. Bir yandan gezegen ve yıldızlar yörüngelerinde düzenli bir seyir izlerken diğer yandan büyük çarpışmalar ve yön değiştirmeler gözleniyor evrende. Örneğin dünyaya 4.5 milyar yıl evvel büyük bir gök cismin çarpması sonucu uzaya fırlayan bir parçasının ayı oluşturduğu bilim insanlarınca kabul ediliyor. Venüs’ün kendi ekseninde dönüş yönünün diğer gezegenlerden farklı olmasının (13) nedeni gene çok büyük bir gök cisminin çarpması. İçinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisinin saatte 1.5 milyon km. hızla Andromeda galaksisine doğru yaklaştığı ve yaklaşık dört milyar yıl sonra bu iki galaksinin çarpışacağı astronomlar tarafından tespit edilmiş durumda. Sadece astronomik olgular değil genetik anomalili doğan insan veya hayvanlar gibi olgular da her şeyin ahenk içinde ve mükemmel bir düzen içinde sürmediğini gösteriyor.

5) Teolojik nedenler:

a- Abdest, namaz, ramazan orucu, hac ziyareti, tavaf, zekat, mehir gibi inanç ve ibadetler İslam dininden önce de Arap paganları (müşrikler) tarafından biliniyor ve uygulanıyordu. Bu durum Müslümanlar tarafından “İslam dini Hz. İbrahim’den beri vardı” şeklinde açıklanıyor. Ancak ortada ciddi bir sorun var: Eğer bu sayılan inanç ve ibadetler Hz. İbrahim’den beri vardıysa ama dejenere edildi ve değiştirildiyse Kur’an’da doğrusunun nasıl yapılması gerektiği yazılmalı idi. Oysa ne abdestin, ne namazın, ne ramazan orucunun, ne hac ziyaretinin ve tavafın ne zaman, nasıl ve hangi kurallara uyularak yapılması gerektiğine dair Kur’an’da hemen hiç bir şey yazmamaktadır. Bu bilgi açıklığını kapatmak için sünnet kavramı kullanılmıştır. “Bunların nasıl yapılacağı yazılmamış, peygamberin uygulamalarının gözlenmesi ve uygulanması ile kuşaktan kuşağa aktarılmıştır” denilmektedir.

b- Kur’an bazı ayetlerinde apaçık bir kitap olduğunu iddia etmesine rağmen “elif, lam, lim” gibi Arapça harf bileşimlerinin kitabın tam altı yerinde geçmesinin ne anlama geldiği bugüne dek hiç bir İslam alimi tarafından açıklanabilmiş değil.

c- Her surenin başında yer alan besmelenin ayet kabul edilip edilmeyeceği İslam alimleri arasında tartışmalı.

d- Kur’an’da Hz. Muhammed’in günlük yaşantısıyla ilgili olup genel anlamda dünya insanlığını pek de ilgilendirmeyen ya da önem değeri düşük konularda ayetler yer alıyor. Örneğin Hz. Ömer’in evine kapıyı vurmadan giren birisi olduğu için eve girerken izin alınması gerektiği ile ilgili bir ayet bulunuyorken savaşlarının olmaması veya insan sevgisi gibi çok önemli konularda hiç bir ayet bulunmuyor.

e- Kur’an’ın çok büyük bir bölümü inanmayanları korkutmaya yönelik.

f- Dönemin Arabistan'ında şiir saygın bir uğraş olduğu için Kur’an dili de şiirsel yapılmış.

g- Kur’an’da anlatılan Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Yunus vb. öyküleri orijinal kaynaklarından okunduktan sonra -örneğin Tevrat’tan/Eski Ahit’ten- kötü bir özet gibi görünüyor.

h- “Sırat köprüsü” inancı o dönemin İran dini olan Zerdüştlükteki Çinvat Köprüsü inancından (14) alınmış izlenimi veriyor.

i- Hz. Muhammed’in Cebrail mağarada“Oku!” dediğinde “Ben okuma bilmem ki” demesini içeren diyaloğun aynısı daha eski bir din olan Zerdüştlükte yer alıyor. Bu diyalogun İslam kaynaklarına geçmesindeki muhtemel isimlerden biri Selman-i Farisi. İranlı Selman olarak Türkçeleştirilebilecek bu kişi Araplara esir düşmüş bir İran prensidir. Zeki ve bilgilidir, uzun yıllar Hz. Muhammed’in başdanışmanlarından biri olmuştur.

j- Hz. Muhammed’in 40 yaşında peygamberliğini ilan etmesinden önceki yaşamında genel kanının aksine önemli yaşam tecrübeleri ve bilgi birikimi olduğuna yönelik sağlam kaynaklar bulunuyor. 9 ve 16 yaşlarında olmak üzere o dönemin kültürel ve ekonomik bakımdan en gelişmiş şehirlerinden biri olan Şam’a iki kez kervanla birlikte katıldığı bizzat İslam tarihi kaynaklarında geçer. Bu gezilerde Bahira ve Nastura adlı iki bilgili Hristiyan rahiple tanışıyor.

21 yaşında iken Mekke’de o dönem için insan hakları örgütü gibi kabul edilebilecek olan Hılful Fudul (15) cemiyetine katılıyor. Bu cemiyetin başta Hac ziyaretine gelmekte olan kafilelerin yağmalanmasını engellemek olmak üzere zulümlerle mücadele ettiği söylenir. Diğer yandan İmam Taberi hadislerinde Hz. Muhammed’in peygamberlik dönemi öncesinde Mekke’de demircilik yapan Yaiş adlı bilge bir kişinin dükkanını sık sık ziyaret ettiği yazılıdır.

k- İslam öncesinde kız çocuklarının diri diri gömüldüğü sadece iki kabile için atfedilmektedir. Bunlar Esedoğulları ve Temimoğulları kabileleridir ki koca Arap yarımadası düşünüldüğünde düşük bir yüzdeyi oluştururlar. Hz. Muhammed’in kabilesi olan Kureyş’de kız çocuklarının hiçbir zaman diri diri gömülmediği biliniyor.

l- Tarihsel kaynaklardan Hz. Muhammed’in ölümünün çok ağrılı bir hastalık sürecinden sonra olduğunu biliyoruz. İslamcıların “O da bir insandı” şeklinde savunma yapması yetmiyor çünkü gene İslam inancına göre Allah Hz. Muhammed için “Sen olmasaydın kainatı yaratmazdım” demiştir. Hal böyle olunca neden en sevdiği kuluna böylesine ağrılı bir ölümü reva gördü sorusunun yanıtı zor. “Deniyor, sınıyor olabilir” vb. şekillerdeki yanıtlar peygamberlik görevinin bittiği ve ölüm safhasına gelindiği göz önünde bulundurulduğunda anlamlı görünmüyor.

m- Kur’an’ın derlenmesi ve kitap haline getirilmesi Hz. Muhammed’in ölümünden yıllar sonra yapılıyor. O döneme kadar orijinal Kur’an’ın ayetleri çeşitli kişilerin evlerinde dağınık vaziyette. Bir kurul oluşturularak duyuru yapılıyor ve herkesten ellerindeki Kur’an ayetlerini getirmesi ve doğruluğu için iki de şahit göstermesi isteniyor. Derleme bittikten sonra orijinal Kur’an yakılarak imha ediliyor. Yani günümüzde orijinal Kur’an yeryüzünde yok! Elimizdeki en eski mushaf Hz. Osman mushafı.

6) Psikolojik nedenler:

Psikanaliz açısından tanrı imgesi süper ego (üstbenlik) işlevinde diyebiliriz. İd’i (nefs) kontrol altına almaya çalışır. Bu anlamda geleneksel toplumlardaki otoriter babanın çocuğun kişilik gelişimindeki rolünü üstlenmiş gibidir.”Kutsal” kitapların tanrı imgesi babacan bir baba değil otoriter bir baba görünümünde. Geleneksel bir toplumda çocuğun mutluluğu babanın söylediklerine uymakla yakından ilgilidir. O baba çocuğu mutlu veya mutsuz edebildiği gibi bir inanır için de “tanrı”nın direktiflerine uyup uymamak benzeri etkilere yol açar. Ona uymakla cenneti, uymamakla cehennemi ön görürüz.

Kendisini gerek doğa karşısında gerekse sömürü ve kötülüğün kol gezdiği bir toplumda yalnız ve çaresiz gören insanlar için tanrı imgesi sıklıkla bir sığınak oluyor. Bu anlamda isteklerimizi, sıkıntılarımızı, yalvarmalarımızı dinleyen bir ebeveyn gibidir tanrı. Gene bir ebeveyn gibi bu istek ve yalvarmalarımıza duyarlılık gösterir veya göstermez. Kararından sual olmaz.

***
Dinler, ilkel insanın doğayı ve yaşamı anlamlandıramadığı ve sorunlarını çözemediği çağlarda bir anlamlandırma çabası ve çözemediği sorunlar için manevi sığınak ve teselli aracı olmuştur. Ancak özellikle Aydınlanma Çağından itibaren sadece bilim ve teknolojide değil sanat, edebiyat, felsefe, hukuk gibi alanlarda gelişmeler ve demokrasi, insan hakları, sosyalizm gibi kavramların ortaya çıkması ve yaygınlaşması dinlere olan ihtiyacı son derece azaltmıştır. Her ne kadar yukarıda sayılan kavram ve değerler insanlığı güllük gülistanlık yapmamış, önemli sorunlar yaşanmış ve tıkanıklıklarla karşılaşılmışsa da çözüm bunlardan vazgeçmek ve geriye dönmek değil ileriye doğru gitmek olmalıdır. Tarihsel zorlukları çarkı geri çevirerek değil ileriye doğru çevirerek aşacağız.

Ölümlü olmamız, ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışanların tuzağına düşmemizi gerektirmez. Ölümlü bir varlık olduğumuz bilincinin getirdiği bunaltının yaşamı anlamlı yaşayanlarda olmadığı veya yenilebilir olduğu bir gerçek. Yaşanmamış yaşamımız veya yarım kalmış “işlerimiz” bu işleri tamamlayabilmek için ölümden sonra da bir yaşam olması gerektiği yönünde bir dogmayı körükleyebilir. Tadamadığımız mutluluklar, uğradığımız haksızlıklar, erken ölen sevdiklerimiz, söylenemeyen sözler için öteki bir dünya “olmalı” derken aslında olduğunu değil olmasına ihtiyaç duyduğumuzu göstermiş oluruz.

Özetle dinin kökeninde çaresizlik, acizlik, korku gibi duygu ve durumlar vardır. Dinler, negatif duygulardan beslenirler. Tasavvufçu ve batıni yorumlar sevgi temelli ve pozitif bir yorum olsalar da temel dinsel metinlerle olan çelişkilerinden dolayı yaygınlaşamamaktadırlar. Yedi asırdan fazla zaman geçmesine rağmen Mevlana'nın izinden gidenlerin Müslümanlar içinde çoğunluğu sağlayamaması da bundan kaynaklanmış olmalı.

İnanç, insanlar için bir ihtiyaç. Ancak dogmatik bir inanç değil akla, bilime, barışa, dostluğa, eşitliğe ve özgürlüğe dayanan seküler bir inanç yeterli olmalı. 

 
Toplam blog
: 2
: 2089
Kayıt tarihi
: 03.04.11
 
 

Ege Üniversitesi'nden 1993 yılında diş hekimi olarak mezun oldum. 2010 yılından itibaren Fethiye ..