Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Nisan '08

 
Kategori
Deneme
 

Direniş üzerine bir deneme

Direniş üzerine bir deneme
 

Sesinin duyulması için konuşmana gerek yoktu. Kaşını çatmanla kılıcı kuşanman aynı şeydi. En az kullandığın şeydi silah ama kından çıkınca kanla gireceğini nasılsa bilirdi âlem. En çok senin kanın aktı bir parça adalet için. Merhamet bir oktu yüreğinde ve şeffaftı yüreğin. Herkes nasılsa görürdü o oku. “Oku” dendiğinde okumaya başlamış ve sonra gelen her harfin hakkını vermeye adamıştın ömrünü. Böylece sürdü durum asırlarca, sürüldükçe duruldu zaman ve durulmalarla dondu bir gün. Ve sen durdun! Sen durdukça serpildi ve bir taş gibi dikildi kaderin karşında. O andan itibaren sen, kaderini alt etmeye çalışan ve kimi kez bunu tersinden okuyan bir tuhaf adamdın artık: Direnen adam…

Günah çadırının payandası olmak nasıl yaraşırdı aylı hilâlli bayrağın direğine? Hesabını yapmalı, Karadeniz gibi dalgalandırmalıydın başın yerinde bayrağı, bazen deli deli, bazen nazlı nazlı, bazen süzülerek ruh edasınca ve gönül hizasında…

Ne oldu, ne oldu da çıkmaz oldu yankılı gür sesin, ne oldu da ödsüz cesetler gibi yığıldın kaldın yere, ne oldu da düşmemek için tutundun yabancı paçalara? Yaşamak için aman dileyen bir acizsen sen, bu bir direniş değil, bu bir aman dileyiştir olsa olsa. Sana direnişi bile yakıştıramayan tarihî mirasın, “aman!” deyişine nasıl uysun? Dileyen olmalıydın, dileğini ok gibi saplayabilen ve arkasına bakmadan yeni ufuklara derman uçuşturan, varlığıyla düzensizliği düzene çeviren olmalıydın başın yerinde bayrak beyliğiyle. Ama dilenen değil, direnen değil asla. Sen, direnen adam, direnmek zorunda kalmamalıydın. Ölsen daha iyiydi.

Bir parça ekmek için kadehlerden ruj izlerini temizlemek zorunda kalacağın günleri en uçuk hayalciler bile hatıra getiremezdi. Kolsuz ve ayaksız bir savaşçı çaresizliğinde bile destansı bir kahramanlık izi aranırdı eskiden. Kolun ve bacaklarınla ar sayılmışı nam diye vurgulamak neyin nesi, söylesene! Arlanmak yok, arınmak yok ama direnmek var ha!

Genetiğiyle oynanmış bir ucube yaratık sıfatı ile kaç Ağustos, kaç şafak geçirdin? Mavi göklerin kızıl ve beyaz süsü ile küslüğünün kaçıncı günündesin? Değersiz yalanlara hazinenin hakikatleri gözüyle sarılmanla sen, neyi korumak için nelerden soyunmaktasın böyle?

Sen direnme terennümüne geçmeyi yeğlediğinden beri kendine mağlup oldun, gözün görmez oldu gönlünü, okumayı çoktan bıraktın. Belli ki, kendini dost, kardeşini düşman eylemen sebepsiz değil. Çünkü her bir yanından salınarak geçiyor işte Heybeli’de her gece mehtap sanarak seyre daldığın düşman. Ve düşman bizzat sensin, düşman tam da içinde.

Bırak artık işgal güçlerinin tecavüz tebliğlerini yazan kâtip ve okuyan hatip makamlarını. Sana kendi türkünü yazmak yaraşır ve yazdırmak ve söylemek ve söyletmek ve çınlatmak sedân ile semayı. Gönlüne duyuramadığın ve gönlünden süzüldüğü halde duyamadığın sese odaklan. Aşamadığın kendinsin! Sadece nefsindir direnen hakikate. Şimdi sen, nefsine unvan ver, şanlı direnişçi de ona!

Unuttun sen! İnsan üç-beş damla kan idi, insan nisyan ile malûldü ve sen unuttun verdiğin söz ne idi…

Seccadeni serdiğin yere vatan derken haklı olabilirdin. Peki seccadeyi katlayıp koyduğun yer nerede? Açlara aş götürürken yiğitsin, peki gönlün neden açlıktan kıvranıyor? Altın kafesteki bülbülün vatan nağmelerine neden kapalı kulakların?

Bir yanda fani çıkarlar için kutlu söylemleri cahil edebiyatı imiş gibi fırlatıp atanlar, diğer yanda nefsî tatmin için kutlu söylemleri araç eyleyenler. Sözde kavmiyetçiler saf saf, farklı boyalarla rengârenkler. Toplamı bir kale burcu edemeyen bir sürü bilgi içinde nutuklar atmaktalar. Sözde kutsalcılar daha da saf saf, vatansız, bayraksız, ana ve babasız gibiler. Toplasan bir Cuma cemaati olmaktan uzaklar. İki tane zıt uç. Kendi içlerinde başka onlarca zıtlıkla bir diyalektik hengâmesi. Tam bir kaos, kasırga, yıldırımlar ve boranlar kavanozu. Tam ortada, dengeyi kurup sürdürme derdinde gönül insanları. Ve etrafta, toz duman içinde yol bulmaya çalışan, esasen pusula, duyular ve iradeye sahip uyanan dev! Bir köprüde karşılaşan bu inatçı iki keçiye gerçeği söylemenin ve Türk’ü dinlemenin vakti geldi artık.

Bilgisiyle mağrur olanın sonunun ne olduğunu da bilmesi gerekir. Bilgisizliğini güçle bastırmaya çalışanın da sonu malumdur. Bilen ve bildiğini bilen değilsen, kenara çekil, indir başını, dinle ve öğren. Ama öyle isen, gereğini yap!

Nefsine söz geçirmeyi akıl edemeyenin direnmesi nefsine hizmet için olabilir.

Nefsine söz geçirmeyi akıl ettiğini düşünüp gönlünü boşlayanın ise gayreti gönülleri itmeye yarar.

Ahmet Yesevî’nin öğrencileri, kâfir bile olsa kimsenin kalbini kırmamaları gerektiğini bilirler.

Burada can sıkıcı soru şudur: Hatipliğini yaptığını söylediğin o büyük yol gösterici kaynağa gerçek ve öz bilgisiyle ve hangi ana bilim dalında ne kadar hâkimsin?

Ya da şöyle diyelim: Kendini ne kadar biliyorsun?

Gönlünün sızlamalarını duymaya direnmeyi bıraktığın gün hakikati hissetmeye başlayabilirsin. Hissetmeyi bilmeden anlayamazsın. Elinin tersi ile itip durdukların eğer senden çok daha öte his sahibi iseler ve onlar senden çok daha az bilgi sahibi iken şimdi, o gün birden gönüllerinin gölgesinde kalırsan, bunu da anlarsın.

Bana huzurdan bahset! Yapamıyorsan sus… Beni kandıramadın, nolur, kendini de kandıramadığını gör be adam…

Sen, bilen ve direnen adam! Belki de varlığın sırrına direniyorsun, bilmeden! Deri’nden derinlere doğru genişleyen içe bak, bak da gör vatan neymiş.

Ve sen, bilen ama bildiğinden habersiz adam, gönlünün koluna girme vaktin geldi! Gönlün senden çok daha bilge, çok daha güçlü ve çok daha muhtaç vuslata. Aradığını bulmadan toplanmasın sofran. Arandığını bilen gönlün ile aradığını bulan benliğin, nefsi terbiye edip bir güneş ya da ay gibi parıldatsın hakikati. Çünkü sen bilemezsin, hangi mecalsiz yüreğin hangi ışık huzmesi ile “buldum” diye atmaya başlayacağını. Çünkü bilemezsin sen, davana sözde hizmet ederken hangi yürekleri çukurlara yuvarladığını.

Ancak vesile olabilirsin. Sonra yakaran, isteyen, sığınan… Dileyen ve takdir eden, hayrı da şerri de yaratan O’dur. Yakarılan, istenilen, sığınılan… Aklı da bilimi de O yarattı! Akılla ve bilimle O’nu bilebileceğini mi sanmaktasın? Sınırsız mı senin ummanın?

Hey aciz direnişçi, hey aciz bilge (!): Aşk olmadan bilemezsin. Nefsine diren ama gönlüne asla! Temsil ettiğini varsaydığın halde olgunlaşmayan sende temsil edilmesi uygun olmayan hakikat, direnmeyi beyhude sayacak kadar belirgin ve güçlü artık. Direnci kırılana direndiğini zanneden sen, sözde koruduğundan kopuk ve kilitsiz zincirine gönüllü esirsin. Gönülsüzlüğe gönüllüsün sen.

Sen bana huzurdan bahset. Ya da dinle âşıklardan huzuru. Bilmeyi bileni dinle. Bilmeyi bileni dinle. Bilmeyi bileni dinle.

 
Toplam blog
: 84
: 1808
Kayıt tarihi
: 28.04.08
 
 

Elektrik mühendisi, "öğretimci", 2 çocuk babası, aslen Kuzey Kafkasyalı, Türk ve Türk'e dair olan..