Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Şubat '14

     
    Kategori
    Türkiye Ekonomisi
     

    Dış ticaret açığı rekoru

    Türkiye 2013 yılında, 100 milyar doların civarında; GSMG gelirinin %12 lerine ulaşan rekor dış ticaret açığı verdi. Dünyanın çok az ülkede görülen bu oran Türkiye’yi gerçekten de büyük bir çıkmazın içine sokmaktadır. Dış Ticaret açığı sorunu ülkemizin 1947 yılından bu yana devam eden kronik bir sorundur. Ülkenin her 10 ila 15 yılda bir içine düştüğü ekonomik krizlerin ve buna bağlı olarak baş gösteren siyasi krizlerin baş nedeni de bu açıklarıdır.

    Dış Ticaret açığı bir ülkenin kanayan yarasıdır. Dış açık demek kazancından fazla harcama yapmak demektir. Türkiye 1947 yılından bu yana, tam 67 yıldır kazancından fazla harcama yapan bir ülke konumundadır. Bunu sürdürebilmek için sürekli borçlanmak, borcu borçla kapatarak borcu katmerleştirmekteyiz. Kimse alacağını bağışlamayacağına göre bu borçlar bir şekilde ödenmek zorunda. Nitekim, uluslar arası alacakların tahsilinde tahsilat memuru olarak görevlendirilen IMF, sık sık ülkemizi ziyaret ederek alacakları tahsil etmektedir. Tahsilat elbette ki ülke varlıklarının tek tek satılması ile gerçekleşmektedir.

    Türkiye’nin dış açık sarmalına düşmesinin sebebi dış ticaretteki liberal politikalardır.  1947 yılında 23 kurucu üyenin imzaladığı Ticaret ve Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşmasına  “General Agreements on Tariffs and Trade” (GATT), başlangıçta imza koymadığı halde Türkiye bu anlaşma ile getirilmek istenen dış ticarette liberalleşme fikrini zımmen kabul ederek dış ticaretini % 70 oranında liberalleştirdi. Böylece Türkiye kendi kendisini ciddi bir tuzağın içine attı. Bu kararla birlikte ülkemiz dış ticaret açığı vermeye başladı. Kurtuluş savaşından bir deri bir kemik çıkan ülkemiz o yokluğa rağmen tam 25 yıl ayağını yorganına göre uzatmasını bilmiş ve dış ticaret açığı değil fazlası vermeyi başarmıştı. Ancak, 1946 yılında siyasi olarak çok partili rejime geçme kararı alan devrin yöneticileri bu siyasi açılıma paralel olarak ekonomiyi de liberalleştirme çabası içine girdi ve kararın alındığı 1947 yılından itibaren de her yıl büyüyen miktarlarda dış ticaret açığı vermeye başladı. 1953 yılında GATT anlaşmasını imzalayarak da ithalatını tamamen liberalleştirdi ve böylece dış ticaret açığı sorunu kronik bir sorun olarak Türkiye’nin gündemine oturdu. Ülkemizi böylesine derin bir sorunun içine atan GATT antlaşmasını kimse bize dayatmadı, biz kendi kendimize talip olup imzaladık.

    Henüz bir tarım toplumu olduğu halde gelişmiş sanayi ülkelerinin kendi aralarındaki ticareti kolaylaştırmak adına kurmuş oldukları GATT anlaşmasına taraf olmakla Türkiye tarihinin en büyük hatasını yaptı. Çünkü, o tarihlerde Türkiye’nin Pamuk, Tütün ve Fındıktan başka satacak bir şeyi yoktu. Halbuki iğneden ipliğe her şeyini ithal etmek zorundaydı. GATT anlaşması ile tüm ithalatını liberalleştirerek toplumu üretmeden tüketme alışkanlığının girdabına soktu. Bütün çabalarımıza rağmen de ne yazık ki 60 yıldır bu girdaptan kendimizi kurtaramadık, kurtaramıyoruz.

    Tabii ki GATT anlaşmasının ülkenin sanayileşmesi ve kalkınmasında kaldıraç etkisi yaptığı bir gerçek. GATT antlaşmasına girmeseydik bugün ulaştığımız seviyeye gelebilir miydik sorusu elbette ki çok önemli. Bu soruya doğru cevap verebilmeyi düşünürken çocukluğumdaki yüzme öğretme yöntemleri geldi aklıma. Bizim yöremizde çocuklara yüzme o yıllarda iki yöntemle öğretilirdi. Birinci yöntemde, iki kabak iple bağlanır ve çocuk iki kabağın arasında, batma tehlikesi olmadan yavaş yavaş yüzmeyi öğrenirdi. İkinci yöntem de ise çocuk habersiz olarak suya itilir ve çocuk boğulmamak için çabalayarak yüzmeyi öğrenmesi beklenirdi; tabii,  boğulmamayı başarıp sağ kalabilirse. Bizi yönetenler de bu yöntemlerden ikincisini tercih ettiler ve ülkemizi suya itiverdiler. Böylece, boğulmamak için çabalayarak düze çıkmamızı beklediler anlaşılan. Sağ kalmayı başarabilecek miyiz, henüz emin değilim.

    Türkiye’nin kendi kendisini içine düşürdüğü tuzaklar yalnız GATT antlaşması ile de sınırlı değil. 1963 yılından beri girmeye çalıştığı ama kapısında beklemekten de usanmadığı Avrupa Birliğine üye olmadan onların kendi aralarında kurdukları gümrük birliği antlaşmasını kabul ederek kendimizi ikinci büyük bir tuzağın içine atmaktan geri kalmadık. 1996 yılında imzaladığımız bu antlaşma ile hiçbir karar organında söz sahibi olmadığımız 28 ülkenin dış ticaret konusunda alacağı tüm kararlara uyacağını kabul ve taahhüt ederek ülkemiz bir kere daha kendi kendisini ateşe attı.  

    Gümrük birliği ile birlikte Avrupa Birliğine olan ihracatımız hızla artmaya başladı ama ithalatımız daha da hızlı bir artış gösterdiğinden dış ticaret açığımız hem mutlak rakam olarak hem de oransal olarak büyümeye devam etti. Gümrük birliğini savunan ekonomistler ya da siyasetçiler dış ticaretteki aleyhimize işleyen bu dengenin geçici olduğunu, bir süre sonra lehimize döneceğini öngörmüşlerdi ama bu tahminler gerçekleşmedi. Çünkü Avrupa Birliği ülkeleri hiçbir zaman dış ticaretini bizde olduğu kadar libere etmedi. Açık ya da gizli çok ince ayarlanmış koruyucu mekanizmalara sahiptiler. Gizli uygulanan kotalardan kalite standartlarına, gümrük kapılarındaki engellerden nakliye aracı kotalarına ve vize uygulamalarına kadar akıl almaz koruyucu tedbirlere başvurmaktan çekinmiyorlardı. Türkiye bu araçların hiç birine sahip olmadığı gibi koruyucu herhangi bir mekanizma geliştirmeyi aklına bile getirmiyordu. Tam aksine ithalatı teşvik eden akıl almaz kararlar almaktan geri kalmıyordu.

    Dünyanın hiçbir ülkesi ithalatı teşvik etmez. Çünkü ithalat ülkeden kaynak çıkışı demektir ve zorunlu olmadıkça ithalat yapılması istenmez. Ama biz herkesin aksine ithalatı teşvik ettik. Üstelikte bunu bir devlet politikası haline getirip sürekli yaptık. Planlı ekonomiye geçtiğimiz 1963 yılından bu yana ithalata olan bağımlığı azaltmak adına uygulamaya konulan tüm teşvik sistemlerinin en önemli maddesi gümrük muafiyetidir. Bu madde planlamacılarımızın öylesine bir alışkanlığı haline gelmiş ki bugün ülkemizde her türlü sanayi bulunmasına rağmen hala teşvik söz konusu olduğunda mutlaka gümrük muafiyeti maddesi en baş sıradaki yerini korumaktadır. Halbuki dünyanın 17.ci ekonomisi olmakla öğünen bir ülkenin gümrük muafiyeti gibi bir teşviğe ihtiyacı olamaz. Ama planlama mantığımızın oluşturduğu bir alışkanlık sonucu olarak ne zaman bir teşvik söz konusu olsa aklımıza ilk gelen gümrük muafiyeti olmaktadır. 

    Dış Ticarette kendi kendimize kurmuş olduğumuz tuzaklardan biri de “Dahilde İşleme Rejimi” (DİR) olarak adlandırılan rejimdir. Bu rejimin kağıt üzerindeki amacı, gümrüksüz ham madde ya da yarı mamül ithal edip ülkemizde işledikten sonra ihraç ederek ihracatımızı arttırmaktır. Ancak uygulama kağıt üzerinde öngörüldüğü gibi olmadı. Tam aksine, ülkede üretmekte olduğumuz tüm ürünler bu muafiyetten yararlanarak ithal edilir oldu. İthal ürünler içerde üretilenlere göre çok daha ucuz olması nedeniyle tüm mamül ürünler birkaç farklı ambalajda ithal ediliyor, içeride birleştirilip piyasaya sürülüyor ya da ihraç ediliyordu. Bu kararla birlikte ihracat hızla yükseliyordu ama ithalat da aynı hızla yükseliyordu. İthalat ile ihracatın toplamı nerede ise milli gelirimizin yarısına ulaşmıştı. Bunun anlamı ülkedeki tüm sanayi üretimi bütünüyle dış ticaretten ibaret hale gelmişti. İplik fabrikalarının tamamı, tekstil fabrikalarının %75 i kapanmış, beyaz eşya üreticisi dev firmalar birer ambalaj tesislerine dönüşmüştü. Aklınıza gelecek tüm firmalar üretimlerini Çin ve benzeri ülkelere kaydırmış, dışarıda ürettikleri ürünleri içeride ambalaj değiştirerek yerli ürün olarak iç pazara satar, kalanını ihraç eder hale gelinmişti.

    Bu şekilde sadece ambalajı değiştirilerek ihraç edilen Çin mallarının farkına varan Rusya ihracatımızı engeller çıkarmaya kalkınca durumun farkına vardık ve ithal edilen ürünlerde bazı kısıtlamalar getirmeye başladık ve bir kısım sanayimizi kurtarabildik. Böylece ülkemizi çok ciddi bir felaketin kapısından döndürebildik. Henüz tam olarak kurtulduğumuz söylenemez, çünkü Dahilde İşleme Rejimi hala yürürlükte.

    Türkiye’nin kendi kedisini tuzakların içine atan kararların alınışında kararı alanların  kendine göre bir mantığı ve kabul edilebilir bir gerekçesi vardır elbette. Günün koşullarına göre en doğru karar olduğu düşünülerek alınmış kararlardı mutlaka. Ama, ortaya çıkan sonucun ülkemizin hayrına olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değil. Geldiğimiz noktayı bir kader olarak kabullenemeyiz. Alınan kararların yanlış olduğunu sonuçlarına bakarak söyleyebildiğimize göre alternatif yollarının da olabileceğini görüp araştırmamız gerekiyor.

    Bizim gibi yoktan ve yokluktan yola çıkıp olağanüstü başarılar gösteren ülkelere bir bakalım. Japonya’ya, Kore’ye bakalım. ÇİN mucizesi diye bir olay var, ona bakalım. Bu ülkelerin bizim gibi GATT antlaşmaları imzalayarak başarıya ulaşmadılar. Her biri farklı bir yöntem uygulayarak başarıyı yakaladılar. Özellikle ÇİN’in uyguladığı yöntem çok ilginç. Başka yol ve yöntem görmek isteyenlerin ÇİN mucizesinden çıkarabilecekleri çok önemli derslerin olabileceğini düşünüyorum. Gerçekten ülkemizin içine düştüğü çıkmazdan kurtarmak isteyen sağ duyu sahibi yöneticilerimizin ÇİN mucizesini derinliğine incelemelerini hararetle öneriyorum.

    Türkiye’nin bu dış ticaret açığı sarmalından kurtulabilmesinin yolu elbette ki var. Öncelikle her türlü özentiden vaz geçip Cumhuriyetimizin başlangıç yıllarında olduğu gibi ayağımızı yorganımıza göre uzatmamız gerektiği kararını alabilmeyiz. Bu kararı almadan hiçbir sorun çözülmeyecektir. Tabii ki ayağını yorganına göre uzatmaktan kastım kendi kabuğuna çekilmek anlamında değil, dış ticarette denge sağlayacak akılcı yöntemler geliştirmeyi kastediyorum.

    Dış ticarette denge kurmanın bir yolu ihracatı arttırmaktan geçer, ama bu her zaman kolay olmadığı gibi çok da sağlıklı bir yol değildir. İthalatı kısıtlamak da, mevcut taraf olduğumuz uluslararası anlaşmalara aykırı düşeceğinden kolay olmayabilir. Geriye kalıyor tek yol: tıpkı ÇİN’in yaptığı gibi ithal edilen ürünlerin Türkiye de üretilmesini zorlamak. Bu nasıl olacak? Bana göre çok basit bir yöntemi var: Katma Değer Vergisi (KDV) ve Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) gibi vergilerde yapılacak ayarlamalarla ithal edilen tüm ürünlerin yurt içinde üretilmesi zorlanabilir. 

    Katma Değer Vergisinin mevcut uygulanma şekli aslında çok mantıklı değil. Yurt içinde üretilen ürünlere KDV uygulamak üreticileri ülkede üretim yaparak katma değer yaratmasını cezalandırmak anlamına gelmektedir. Halbuki ülkede üretim yapmak cezalandırılmak değil, desteklenmesi, teşvik edilmesi gerekir. Aslında, Katma Değer Vergisi yurt dışında üretilip ülkeye getirilen, yani ithal edilen ürünlere uygulanması gerekir. Çünkü bu ürünler dışarıda üretildiği için ülkede bir katma değer yaratmamıştır. Bu nedenle vergilendirilmesi doğru bir yaklaşımdır. Benim önerim ülkemizde üretilen “Made in Türkey” damgalı ürünlerde KDV  kaldırılmalı ya da çok düşük bir seviyeye indirilmeli, buna karşı ithal edilen ürünlerde çok yüksek (%40 gibi) oranlara yükseltilmelidir. Benzer şekilde ÖTV uygulamasında da yurt içi üretimle ithal ürünlerinde uygulanacak oranlarda ayarlama yapılarak ithalat caydırılıp dahilde üretime yönlendirilebilir. Tabii böyle bir uygulamaya dünya sessiz kalmayacaktır. Ama, hiçbir şekilde vazgeçmemek koşuluyla uygulandığında, eminim ki eninde sonunda bütün ülkeler bu uygulamanın doğru olduğunu anlayacak ve onlarda aynı yöntemi benimseyeceklerdir. Böylece dünyanın dengelerinin yeniden oluşacağı daha adil bir düzenin önü açılacaktır. 

     
    Toplam blog
    : 1
    : 61
    Kayıt tarihi
    : 22.01.08
     
     

    ODTÜ Jeoloji Mühendisliği bölümünde lisans ve master eğitimi aldım. 1970 yılında göreve başla..