Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Şubat '13

 
Kategori
Öykü
 

Dışarda kar bir metre (Doğu öyküleri 2)

Salıncakta iki kişi değil, iki atın çektiği kızakta karşılıklı oturan dört kişiydik biz. Bir de köyün postası, kızak sürücüsü Gazi’yi sayarsak beş kişi. Bir metreye yakın karın üzerinden sanki bembeyaz halının üzerinden kayar gibi kayıp gidiyoruz. Atlar terlemiş, yorulmuş umurumuzda mı? Sohbet koyulaşmış, kahkahalar sigara dumanlarıyla birlikte yükseliyor gökyüzüne.

Köye on beş kilometre uzaktaki ilçeye, kırk kilometre dolaşarak gidiyoruz kızakla. Murat ırmağı o yıl buz tutmadığı için üstünden geçilemiyor. Köprüyü dolaşınca da yol uzuyor. Kızakla giderken üşümemek için sarıp sarınırsınız; ama ne sararsanız sarın ayaklarınız yine üşür. Bizim de ayaklarımız üşümüş olmalı ki farkına varmadan birbirimize yaklaşmak için kızağın bir tarafına yığılmışız. Hızla ve keyifle giderken kızak yan döndü, hepimiz bir tarafa savrulduk. Üstümüzdeki karları çırparken bir taraftan da hepimiz düştüğümüz duruma gülüyoruz. Bizim kızaktan düştüğümüz yerden epeyce uzakta atları durdurabilen Gazi:

  -Çabuk binin kızağa, gülüp durmayın; yoksa hepinizi bu soğukta, karda döker giderim.” diyor.

 O zamanlar tek toprak caddesi olan ilçeye, Bulanık’a vardığımızda Gazi, kızağı ve atları “kızak park etme yeri”ne götürüyor. Hani bizim köylülerin ilçeye pazara gittiğinde traktörleri, minibüsleri park ettiği yerler gibi orada da kızaklar park ediliyor. “Fazla gecikmeyin, “ diyor Gazi, “..ortalık kararmadan, kurtlar ortaya çıkmadan dönelim geri.”

……..

 Paltomun yakasını kaldırdım, barakadan hükümet binasına doğru gidiyorum. “Hükümet binası da barakadan olur muymuş?” derseniz, evet 1972 yılında Bulanık hükümet binası barakadandı. 1966 Varto depreminden sonra burası da Varto’ya yakın olduğu için güvenli olsun diye böyle bir barakaya taşınmıştı. Tek pencereli kulübeye benzer bir yapının yanından geçerken “Tık tık”diye cama vurulduğunu gördüm. O tarafa bakınca içerden birisi el işaretiyle “Gel gel!” yapıyordu. Soğuk burnumun direğini sızlatmış, karnım aç durumdayken “Bu da kimmiş?” diyerek kapıyı vurup girdim. Karşımda orta yaşlarda bir adam. Ben o zaman daha yirmi bir yaşındayım.

-Gel bakalım delikanlı, herhalde yeni gelen öğretmenlerdensin? Nereye geldin, nerede çalışıyorsun?

-Karaağıl Ortaokulu’ndayım. Siz kimsiniz?

-Haa kusura bakma! Kendimi tanıtmayı unuttum. Ben İlköğretim Müfettişi İlhami Bülbül. Burdur’luyum.

-İyi de hocam, benim öğretmen olduğumu nereden bildiniz?

-Buraya gelen yabancılar hele de gençse öğretmenlerden başkası olamaz. Senin karnın da açtır. Ben hemen fırından sıcak pide, peynir alayım. Beş dakika bekle.

İlk defa gördüğüm, hiç tanımadığım bu adam gitti, fırından dumanı tüten pideyle tulum peyniriyle geldi. Sohbet ederek karnımızı doyurduk. Kebap, baklava neydi ki bu pideyle peynirin yanında. O zamanlar böyle insanı yürüyüşünden tanıyan saygıdeğer eğitimciler çoktu. Onlar Cumhuriyetin yılmaz bekçileri, Atatürkçülüğün bıkmaz savunucularıydılar. Birkaç ay sonra İlhami Hoca, çalıştığım Karaağıl’a, ilkokulu teftiş için geldi. Benim tek gözlü odamda kaldı akşam. O bana sıcak pide, peynir ikram etmişti. Ben de ona küçük tüpte pişirdiğim kuru fasulyeyi yedirdim. Ne yazık ki fasulyenin tadı fena olmasa da salça katmayı unuttuğum için rengi beyazdı. O zaman orta yaşlı olan İlhami Hoca yaşıyor mu bilmem; ama ben onu hep saygıyla anıyorum.

………….

Kış sert, kar dışarıda bir metre. Tek katlı, küçük küçük sekiz on odalı okul hiç ısınmıyor. Binanın içindeki tuvalet fosseptik çukuruna bağlanmış. Bir gün baktım tuvaletten su gitmiyor. Donmuş tuvalet. Sabahtan öğleye kadar kovayla su kaynattım, döktüm faydası yok. Çukura kadar giden kanal tüm donmuş.

-Ne yapacağız Hüseyin?

-Karakol yanımızda, ihtiyaç olduğunda oraya gideriz.

-Gidemeyiz, askerin biri “Her akşam öğretmenler geliyor, Mahzuni plakları çalıyorlar.” diye bizi üsteğmene şikâyet etmiş. O da karakol komutanına “Öğretmenler, akşamları karakola gelmesinler.” diye emir vermiş Mustafa astsubaya.

-Çare yok, biz de geceleri çıkacağız okulun avlusuna.

Öyle yaptık. Kurtlar basar korkusuyla avludan dışarı çıkamadan tuvalet ihtiyacımızı, yanımıza çeşmeden su alarak, karla temizlenerek nisan ayına kadar böyle giderdik. Bahar geldi, kar eridi. Bir sabah avluya çıktığımda ne gördüğümü anlatmaya gerek yok.

-Aman küreği al, koş Hüseyin! Kimse görmesin!

……………

Karakol komutanı astsubayla güzel bir dostluğumuz vardı. O, karakoluna bağlı köyleri ziyaret etmek için bir at satın almıştı. Doğu’nun otomobiliydi sanki o zamanlar atlar. Ben de öğrencilerden isterdim. Hafta sonları atlara biner çevre köylere giderdik.

Bir keresinde tarlaların arasından giderken Mustafa komutan:” Haydi yarışalım!” dedi. “Olur, yarışalım.” diyerek dizginlere asılıp topukladım atı. Meğer benim bindiğim at daha taymış hem de toymuş ve ona hiç binilmemiş. Öyle bir parladı ki durdurmak mümkün değil. Gemini çektikçe daha da hızlanıyordu. Önüme bir hendek çıksa doğrudan içine yuvarlanırdım. Mustafa komutan çok gerilerde kalmıştı. Tarlada çalışan bir köylü bağırıyordu:” Dizginlere dokunma! At kendiliğinden durur yorulunca.” Öyle de oldu. Bir daha da binilmemiş taya binmeye tövbe ettim. Şimdi adını unuttuğum köye, Abdurrahman Ağa’nın evine doğru yollandık. Orada yaşadıklarımı da ayrı bir öyküde anlatacağım.

………..

Akar gider

Karaağıl’ın dibinde

Murat nehri

Bahar gelince coşkun mu coşkun

İçi silme balık

Ama balığı bilen kim

Yaza doğru su biraz azalır

Soyunup ırmaktan geçeriz

İlçeye gitmek için

Irmağın öbür yakasında Yoncalı köyü

Bu  köyde bozulmuş

Ağabeyimin arkadaşı İlicekli Bayram öğretmen için

Büyü

“Arkadaşı vurmuş, ava gidince bu ırmağın kenarında”

Derlerdi

Doğru muydu söylenti miydi

Bilmem ama

Oradan her geçişte

Yüreğim titrerdi

………………………………………………………………………………………

 

Numan KURT

17  Şubat 2013

  

 
Toplam blog
: 120
: 283
Kayıt tarihi
: 19.02.09
 
 

1951 yılında Nevşehir- Hacıbektaş- Sadık köyünde doğmuşum (otlar biçilirken). Yıllarca Mucur'da, ..