Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Eylül '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Dişe diş savaşım

Dişe diş savaşım
 

Çekiç sesleri geliyor uzaktan. Kalın metal çubuğun zoraki, peşi sıra dövülerek şekle girmesi mi, o masum çocuğun eğilip bükülmesi mi yazgıdan! Bu sesler kemendiyle yakalayıp hızla kendine yaklaştırdı beni. Henüz küçüktüm. Taş çatlasın yedi-sekiz yaşlarındaydım diyebilirim. Çemberlitaş’ın bir demirci atölyesi beni bu manzaraya sürükleyen. Ellili yaşlarda, güçlü kuvvetli, gözleri çekik bir adam kalın metal çubuğa vuruyor ha vuruyor! “Ding...ding...ding” Yerleri demir tozu, elleri demir tozu, baktığı gördüğü demir tozu, yuttuğu demir tozu, ding...ding...ding...vuruyor ha vuruyor! Yuttuğu demir tozları hem vücudunu, hem bakışını, hem yüz ifadesini sertleştirmiş. Yanındaki çırak çocuk akranım. Boynunu bükmüş ustasına bakıyor ama gözleri kırmızı, az önce ağlamış.

“Gördün mü lan!” diye gürledi usta, avuç içiyle çırağın alnına patlatarak. İncecik sesiyle onaylıyor minik çırak saygılı duruşunu bozmadan. Çocuk aklımla annesi babası ölmüş, dilencilerde o çocuğu bulup bu adama satmışlar diye düşünmüştüm o zaman. Şimdi sorsalar; fakir anasının “eti senin kemiği benim” klişesiyle çocuğu ustaya emanet ettiğine yemin edebilirim.

Ustası çocuğun inceden ağlamasını görüp bir osmanlı daha yapıştırdı yanağına, çocuk sendeledi, bir iki adım geri gitti düşmemek için ya düşmedi, durdu öyle. Gün gelecek o da büyüyecek, ustası gibi olacaktı.

Bu manzara ne zaman kendimi boşlukta hissetsem zoraki kısa metrajlı film kisvesinde seanslarca istemsiz oynadı beynimde. Bu sayede bir sene bile kalmadan okullar bitirdim. Otoriteye boyun eğip askerlikler bitirdim. İş hayatında kimi zaman tekme tokattan ağır psikolojik şiddetle tanıştım. Kötü durumlara düşmekten ve küçümsenmekten ölesiye korktum. O nedenle merhamet, iyilik, sevecenlik ve fedakarlıklarımı evcilleştirmem; hırs, azim, bencillik, disiplin gibi değerleri kamçılayıp galeyana getirmem gerekiyordu (sırf hayatla giriştiğim dişe diş savaşımda ayakta kalabilmek, doğal seleksiyona kurban gitmemek için.) Gördüğünüz gibi bende sizler gibi hayat mücadelesinde yuvarlanıp gidiyorum işte.

Bir zamanlar yanında çalıştığım, hali vakti yerinde, şişkin cüzdanı sayesinde saygıdeğer bir beyefendi kıvamına gelmiş yahudi bir işverenim vardı. Onun tecrübelerinin imbiğinde damıttığı yegane hayat felsefesi “Acıma, yoksa acınacak duruma düşersin” görüşünü –her ne kadar layıkıyla uygulayamasam da- hep aklımın bir köşesinde sakladım. Öyle ya! O hayatta tutunmuş, mücadelesinde başarılı olmuştu. O kadar bol sıfırlı serveti yapmak her babayiğidin harcı değildi, bu yüzden o bir seçkindi.

Eski patronumun dediği gibi acımamalıydım, yoksa acınacak duruma düşerdim. Yani gözüme kestirdiğim herkesi maddi kazancım olacaksa sömürmeliydim. Mümkün olduğunca çok şey elde etmeliydim yoksa hayatım boyunca büyük acılar çekerdim. Para güçtür ve güçlü olan haklıdır. Her koşulda haklı, güçlü, başarılı, imrenilen biri olmak istiyorsam kendi çıkarlarım için dişimi geçirebileceğim insanları sömürmekte sınır tanımamalıydım. İnsanlar yalnız yaşar, doğar ve ölürlerdi. Şu nankör insanoğluna yardım ahmaklıktı. Mesela minicik bir bebeğin yumuk yumuk ellerindeki bir bisküviyi yerkenki yaşadığı masum mutluluğun bana bir faydası yoktu. Kimse görmeden o bisküviyi bebeğin elinden çekip almalı, derhal mideye indirmeli, onun az önceki hali gibi mutluluğu yakalamaya çalışmalıyım. Bebek ağlamaya başlamış olabilir, ne yapalım oyunun kuralı bu. O da güçlü olsaydı da bisküvisini kaptırmasaydı. Öyle değil mi sevgili eski patronum?

Becerikli insan her koşulda gemisini yürütebilmeli. Örneğin bir kamu kuruluşunda çalışan memur asli görevini yaparken işini ağırdan almalı. Ne de olsa çok çalışsa da, az çalışsa da aynı maaş devletten alınıyor. Ancak bir rüşvet, bir avanta durumuna karşı radarlar ve bilinç sonuna kadar açık olmalı. Memur dediğin adamın gözüne baktı mıydı kaç para sızdırabileceğini anında anlayacak kadar işinin ehli olmalı. Akılcılığın ve ayakta kalabilmenin yolu budur öyle değil mi?

Peki ben bu şekilde davranmayı kıvıramıyorsam hayat mücadelesini kaybettim mi demektir? Sözgelimi çok para kazandırmasa bile sanatla, bilimle, edebiyatla, sporla haşır neşir olsam; hümanizme, yardımlaşmaya vakit harcasam ya da bir dağ köyünde nefsimi kontrol altına alıp kendi yağımla kavrulmaya ömrümü adasam salaklık mı etmiş olurum? Yoksa ben bu fikirlerle para kazanma, kariyer yapma ya da bir toplumsal statüye sahip olma konusunda beceriksizliğimi ve basiretsizliğimi böylece ortaya çıkarmış mı oluyorum? Hatta belki de ben özsaygımı yitirmemek için kendimi bu şekilde avutuyor, uzanamadığım ciğere mundar diyorumdur kim bilir!

Asıl merak ettiğim “gerçek ve kalıcı başarı her ne pahasına olursa olsun maddi kazanımlar edinip önce kendini, sonra (hala kaldıysa tabi) sevdiklerini garanti altına almaktır” şeklindeki bir dikteyi niçin hiç birimiz sorgulamadan kabul ediyoruz. Niçin –eskilerin tabiriyle- hayatta muvaffak olmanın gerçek anlamda ne olduğu konusunu külahımızı önümüze koyup ince ince sorgulamıyoruz. Sizce ne uğruna ve ne pahasına hayat mücadelesi veriyoruz? Bu mücadelenin sonunda hayatımızın en canlı dönemi solduktan, ruhumuzun en temiz köşesi bile leş içinde kaldıktan sonra mutlu olabilecek miyiz? Tabii ki size ataleti ve başıbozukluğu önerip düşünen adam pozlarına girmeyi methetmiyorum, tabii ki paraya hiç gerek yoktur demiyorum ama belki de mutlu olmanın tek yolu, ruhumuzun tam anlamıyla tatmin olup mutluluktan sarhoş olmanın tek yolu şan, şöhret, para değildir. Belki de ruhu ve beyni zenginleştirmek, banka hesaplarımızdaki bakiyeleri arttırmaktan, bir düzine dostumuzun olması zengin ama yalnız olmaktan daha güzeldir. Belki de kendimize yatırım yapmak, hazine bonosuna yatırım yapmaktan daha karlıdır.

Maddi olarak zenginleştikçe, kaybedeceğimizden korktuğumuz şeyler çoğaldıkça, manevi olarak köreliyoruz sanırım. Hem çok para kazanmaya başlamak, hem de akıl, duygu, sağduyu sahibi olarak yaşamak ne zor! Belki de imkansız. Başlangıçta pek çoğumuz idealist, yardımsever, iyi niyetli olarak iş hayatına başlıyoruz, ardından böyle para kazanılmadığını, başkalarının sömürdüğünü görüp bizde vahşileşiyoruz. Kaybeden, çiğnenen, parası az biri olmamak için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. Böylece hayatın tek anlamı servetteki sıfırlar oluyor. Gözü doyurmak, ruhu ve beyni doyurmaktan daha önemsenir hale geliyor ama o gözü ne yazık ki sadece ve sadece toprak doyurabiliyor. Yüzeysel ve göstermelik değil, derinlemesine ve kalıcı başarı için dişe diş savaşımızı neyle ve nasıl yapmamız gerektiğini doğru tayin etmemiz gerekiyor sanırım. Hayatımızın en can alıcı konusu bu bence. Siz ne dersiniz?

 
Toplam blog
: 3
: 583
Kayıt tarihi
: 26.06.06
 
 

İstanbul'da oturmakta, Mali Müşavirlik mesleği ile iştigal etmekteyim. Gezi, deniz, internet ve dene..