Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Aysegül Akbay Yarpuzlu

http://blog.milliyet.com.tr/yarpuzlu

30 Ağustos '14

 
Kategori
Felsefe
 

Distopik Liberalizm ve Uluslararası Düzen

Distopik Liberalizm ve Uluslararası Düzen
 

Ayşegül Akbay


Liberal siyasal teorinin yirminci yüzyılın ikinci yarısında göze çarpan bir yeniden canlanma yaşamış olmasına, sanırım son 50 yılın düşünsel tarihi hakkında çok az bilgisi olan herhangi biri tarafından bile karşı çıkılmayacaktır. En azından Anglo Amerikan çevrelerde, liberal düşünce artık baskın düşüncedir ve elli yıl önce liberalizmin adının anılmaya cesaret edilemeyen siyasal teori olduğu “Avrupa”lı dünyanın bazı bölümlerinde şöhrete ulaşmıştır. Tabii ki yapısalcılık ötesi eğilime sahip teori kadar, liberal düşüncenin şu eleştirileri bile çıkış noktalarını çoğunlukla liberal savlardan alırlar ya da liberal fikirleri, her ne kadar kritik önemde olabilseler de, kendi düşüncelerini üzerine asmak için bir çivi olarak kullanırlar. Gramsci’nin dikkat çekmekte çabuk davrandığı gibi, eğer doğru olan bir şey varsa, bu  “egemenlik”in bir belirtisidir.

Gelgelelim, bunun doğru olmasının çoğunlukla beklenmediği bir alan, Uluslararası İlişkiler alanıdır. Burada, hikâye ona sahip olduğu kadar, baskın ses, “gerçekçilik” adlı bir şey olmuştur ve hala da öyledir; “liberalizm” en iyi ihtimalle bu hegemonik geleneğe karşı bir meydan okuyucudur. Emin olmak için önemli bir yapı ama kesinlikle baskın bir ses değildir. Bence bu aslında, liberalizmin en azından bazı varyasyonlarının gücünü uluslararası düşüncede her zaman hafife aldı; fakat, bugün ne olursa olsun, liberal düşünce giderek etkileyici hale geliyor ve sanırım onun belli alanlarda baskın olduğu söylenebilir. Belli liberal savlar, örneğin liberal ya da demokratik barış savı, neredeyse tutucu, hatta (en azından bazı çevrelerde) karşı çıkılamaz bir varsayım haline geldi. “Uluslararası (ya da küresel) siyasal teoride”,  uluslararası ilişkilerin esasındaki normatif ve etik yansımanın yerini işaret etmek amacıyla bu terimi kullanmak, artık baskın olan liberal sestir.

Elbette bu, yukarıda bahsedilenlerin ışığında “liberal” terimini nasıl anlamamız gerektiği sorusunu cevaplamaktan az çok kaçıyor. Çünkü bu terim; liberal teorinin kendisinin canlanması ve liberal politikaların biçiminin çok tartışmalı olması kadar genel bir gerçek. Doğrusunu söylemek gerekirse; terimi siyasal teoride alanın genel bir ifadesi olarak yararsız kılmak amacıyla bu kadar çok sav, mantık çerçevesinde liberal olarak tanımlanabilir gibi görünüyor. Hobbes, Montesquieu, Kant, Bentham, Toqueville, Mill, Green, Aron ve Rawls kadar tamamen bambaşka düşünürlerin tamamı, yeterince “liberal” olarak görülebildiği an; bir kişi terimin kendisinin sürekli yararlılığını sorgulamaya en azından başlamalı.  

Bu düşünce önemli olabildiğinden, daha fazla bu konu üzerinden devam etmeyeceğim. Onun yerine; liberal siyasal düşüncenin belirli bir versiyonunu incelemek ve onun özellikle de uluslararası siyaset bağlamında bir okumasını sunmak istiyorum. Böyle yapmak istiyorum çünkü bence o, hem siyasetin özellikle ilginç bir versiyonu hem de en azından ifade edildiği şekillerde, tam da gayet net olmaya en çok ihtiyaç duyduğu noktada, onu anlaşılmazlığa itmekle tehdit eden güçlü bir çatlağı içeriyor – ve bu çatlak belki en çok da uluslararası siyaset bağlamında görünür oluyor. Gerçekten, elimi önceden göstermek gerekirse şunu öne süreceğim ki; tüm gücüne karşın ve de liberal düşüncenin daha genel baskın biçimlerine olan üstünlüğü olarak gördüğüm şeye rağmen, liberal siyasal düşüncenin o versiyonu önünde sonunda şu baskın biçimlerle bir yanılsamayı paylaşıyor. Onun temel öngörüsünü tehdit eden de bu yanılsamadır.

Öne süreceğim tez, üç geniş aşamaya sahip. İlkinde; “distopik liberalizm” diyeceğim genel bir yorumu sunacağım. Tabii ki, o bir bileşim olacak; fakat liberal düşüncenin bu versiyonunun ana savları olarak aldığım şeyin çerçevesini oluşturacak. Bu savların hepsi, onunla birlikte andığım akademisyenler tarafından uygun bulunmayacaktır, fakat en önemli olanı kesinlikle uygun görülecektir. İkinci aşama, liberal düşüncenin bu biçiminin uluslararası ilişkileri nasıl anladığına odaklanacaktır. Ondan sonra üçüncüsü de, distopik liberal düşünce için potansiyel olarak yıkıcı olan bir sorun yaratacak ve distopik liberalizmin buna bir yanıtı olup olmadığına bakacaktır. En azından mevcut biçiminde onun böyle bir yanıtı olmadığını ifade edeceğim. Son olarak da; makaleyi liberalizm hakkında alternatif bir düşünce sunarak sonlandıracağım ve daha verimli olan – ama liberallerin, distopik olanlarının bile, uygun bulmaya hazır olmayabilecekleri- oldukça farklı bir yörünge önereceğim.

Distopik liberalizmin yüzleri  

Tartışmak istediğim liberal düşünce türü, önce iki farklı liberal düşünce biçimini kıyaslarsak en iyi şekilde açıklığa kavuşacaktır. Ele alacağım ilk biçim, çağdaş analitik siyasal teoride liberal düşüncenin baskın biçimlerini ifade edendir.  O elbette bir bileşim olsa da, biri çıkıp onun paradigmatik versiyonlarının Rawls’da, Dwarkin’de ve “siyasal ve sosyal eşitlikçi” diye anılan liberallerde ve aynı zamanda Hayek gibi  – oldukça farklı bir türdeki- düşünürlerde bulunabildiğini söyleyebilir. Onun ana varsayımı; kendisi de ana türün distopik bir liberali olan, John Gray tarafından temelde “hayatın en iyi yolu üzerine akılcı bir fikir birliği vardır” düşüncesi olarak, en anlaşılır şekilde ve ayrıntılarıyla açıklanmıştır; tabii her nasıl anlaşılıyorsa. Bernard Williams da, ahlakı önemli yönlerden siyasetten “önceki” olarak gören bir siyasi bakışa sahip “siyasal ahlakçılık” olarak, ona atıfta bulunur. Liberal düşüncenin bu biçimi; en azından Anglo Amerikan teoride baskın hale geldiği biçimdir; kısmen de olsa sırf bu nedenle, Rawls’ın “Bir Adalet Teorisi” çalışmasına – son zamanların tartışmasız en etkili liberal siyasal teorisi- ve onun ürünlerine dayanak oluşturan varsayımların yol gösterici dizisidir. İlginçtir ki; eğer bu terimi uluslararası siyasetin koşulları ve karakterindeki etik yansımanın bir alanını göstermek için ele aldığımızda, aynı zamanda uluslararası siyasal teoride artık baskın hale gelen biçimdir de. Haklar ve Yükümlülüklerin, hatta yerel, uluslararası ve küresel adalet dağılımının daha karmaşık açıklamalarının, “gerçekçi ütopya”lar ve “ideal” ile “ideal olmayan” teorinin olasılığının - diğer bir deyişle hala gelişmekte olan Rawls Endüstrisinin tüm araç gereçlerinin, liberalizmidir.  

Bununla birlikte; bu konu üzerinde başlıca değinecek olduğum liberal düşünce biçimi ise ikinci biçimdir ve yine Gray onun kabataslak, iyi bir betimlemesini yapmıştır. Onun savunduğu alternatif bir bakış açısı üzerinden; liberal hoşgörünün basitçe, insanların pek çok farklı yaşam biçimi bağlamında geliştiği ve böylelikle liberal düşüncenin en iyi biçimde “barışçıl bir arada yaşama”nın liberalizmi olarak görüldüğü tasavvura dayanan bir “yaşam tarzı”(modus vivendi) olarak görülmesi gerektiğini öne sürüyor. Bu da, aşırı çatışma olmadan, var olmak için böylesi çoklu biçimlere olanak vermenin bir yoludur. Gray, liberalizmin bu biçiminin Isaiah Berlin’e çok şey borçlu olduğunu belirtiyor. Berlin’in güçlü bir katkı sunan kişi olduğu konusunda Gray’e katılıyorum, yine de Berlin bunu yapan tek kişi değil. Liberal düşüncenin bu versiyonu, birtakım farklı şeylerle anılmıştır ve ben Gray’in “yaşam tarzı”nın (modus vivendi) onun için tam olarak en iyi terim olduğuna emin değilim, Onu basitçe barışçıl bir arada yaşamanın bir felsefesi olduğunu farz etme konusunda Gray’in haklı olduğuna da emin değilim. Sonuç olarak, bir sürü böyle terim olabilir ve bunlar ayırt edici bir şekilde liberal olmaya ihtiyaç duymazlar. Bazıları; örneğin Gray’in mevcut versiyonunun öyle olmadığını söyleyebilirler. 

Yine de; ayırt edici şekilde liberal olan böyle bir görüşün en dikkat çekici sunumu belki de; bu liberal düşünce biçimi için en iyi genel başlığı öneriyor: “Korkunun Liberalizmi”. Elbette bu deyiş, Judith Shklar tarafından yazılan ünlü bir makalenin başlığından alındı. Onun versiyonu, göreceğimiz gibi, pek çok kişi için ve çok iyi nedenlerle paradigmatik olur. Hâlbuki liberal düşüncenin ilk versiyonunda olduğu gibi, onun zarif şekilde farklı okumaları var. Shklar göz önünde olabilir ama Shklar’ın arkasında, Gray’in söylediği gibi, onun yoldaşı Isaiah Berlin duruyor, onun yanında ise Shklar ve Berlin’in yoldaşı Bernard Williams ve onun yoldaşı ve Harvard’tan meslektaşı Stanley Hoffman var.  Hoffman’ın da arkasında hocası Raymond Aron var – ve elbette diğerleri, biraz daha doğrudan ve biraz daha teğetsel olan benzerleri.

Elbette konumuz, yukarıda adı geçen düşünürlerin liberal düşünce ve uygulamanın esasına dair zarif bir şekilde farklı bir okuma yapmaları iken; onların belirli ortak varsayımları paylaştıklarını ve liberal düşüncelerinin tüm diğer varsayımların üstünde müşterek bir varsayıma dayandığını söylemek sanırım uygun olur. Bu varsayım; doğru olarak anlaşılan liberal düşüncenin tereddütsüz anti-ütopik olduğudur; yani gerçekten, köklerini kendisinin anti-ütopikliğinden alır. George Kateb, örneğin Shklar’ın ütopik tasavvuru “aşağılamak” için ifade ettiği şeyi ileri sürer ki; Shklar’ın Emerson’dan ödünç aldığı terimlerde ifadesini bulan bir aşağılamadır bu: anı tarafı, umut tarafı ve (onun bilinen makalesinde) kendisini anı tarafının bir üyesi olarak, özellikle de yirminci yüzyıl tarihinin mezaliminin anısı olarak tanımlaması.  

Atlantik Sözleşmesi tarafından ilan edilen özgürlükler arasında, geleneksel liberaller tarafından görmezden gelinmiş olan iki özgürlük var: istekten gelen özgürlük ve korkudan gelen özgürlük; çünkü istek ve korku, açlık ve savaş, yüzyıllar boyu insanoğlunun doğasında vardı. “Yokluk ve şiddetin şu an itibariyle yol olmasına kimse inanmaz. Bir gün, neden umut olmasınlar?” Yokluk ve savaşı yok etmek emelinin, yeni bir şey olması ve … Tocqueville’nin paylaşmayacağı ya da onaylamayacağı bir kibri göstermesi su götürmez. Çünkü bu emel, şeylerin tiranlığı ile insanların tiranlığını bir tutmaktan kaynaklanır… Sadece insanlar diğer insanları bir yönetimi seçmek ve bir tanrıya ibadet etmek hakkından mahrum edebilir. Fakat, insanlar neyden sorumludur - ve istek ile korkuyu fethetmek için ne yapabilirler? Hiçbir toplumsal koşul, insanların akılcı arzusunun bağımsız hali olarak kabul edilmemelidir. Bu; … modern toplumların ortak inancı ya da evrensel yanılsamasını ifade eder.

(Aron, 1983b:231)

Benzer duyarlılık Berlin’de, Williams’da ve Hoffmann’da da görülebilir. Bu yüzden diyebiliriz ki; öncelikle distopik liberalizm en başta anti-ütopiktir. (ör. doğrusunu söylemek gerekirse, onu distopik olarak adlandırmayı seçmemin nedenidir.)

Ancak gerçekte distopik ise, aynı zamanda başka bir şey de mi? Hepsi için, liberal olmayan pek çok anti-ütopik olan var. Öyleyse, distopik liberalleri sadece distopik olanlardan ayıran şey nedir? Burada yine, belki Shklar temel varsayımı sağlar. Onun açıkladığına göre; “liberalizm her şeyden önemli olan sadece tek bir amaca sahip: kişisel özgürlüğün uygulaması için gerekli olan siyasi koşulları güvenceye almak… Diğerlerinin özgürlüğünü yasaklama müdahalesi dışında, liberalizm insanların kendi yaşamlarını nasıl yönetmeleri gerektiği ya da ne tür kişisel tercihler yapmaları gerektiği hakkında olumlu hiçbir özel doktrine sahip değildir.” Shklar, o zaman böyle bir görüşün hem siyasal düşünce hem de siyasal uygulamanın tarihinde ne kadar ender olduğunu açıklığa kavuşturur. O, kesin surette – bazılarının bunu yapmayı savunduğu gibi- birinin “modernite”nin baskın değer ve inançlar sisteminin bir şekilde ifadesi olarak göremeyeceği anlamına gelmez. Shklar’ın düşündüğü bu terim; her hâlükârda belirsiz ve kuşkulu tarihsel iddialar ile parçalanmıştır. Aynı zamanda liberalizmin ne kuşkuculuk ne de doğal bilimlerin sürdürülmesi ile doğrudan ilişkisi olmadığı anlamına gelir (Shklar’ın ifade ettiği diğer iki yaygın iddia). Tabii ki; kuşkucu olan kişi liberalizme eğimlidir; çünkü Shklar’a göre, “kuşkucu ister kişisel huzuru inzivada arasın isterse etrafında çatışan grubu sakinleştirsin, fanatizm ve dogmatizmin mevcut seviyelerini arttırmak için hiçbir şey yapmayan bir hükümeti tercih etmelidir.” Fakat eğilim kimlik ile aynı şey değildir. Kuşkuculukta olduğu gibi bilimde de öyledir. Shklar şöyle belirtir, “Liberalizm ve bilim arasındaki bağ, uygun koşullardan biridir. … [Onlar] birlikte doğmamıştır, [bilim] çok daha eskidir.”

Yine de; distopik liberaller arasında, üzerine yorum yapmaya değebilecek, ilginç bir fark vardır, sonradan o konuya yeniden dönmek istiyorum. Bir sürü distopik liberalin öne süreceği – belki özellikle Berlin ve Gray- bir iddia şudur; liberalizm anti-ütopikliğe alttan yaslanabilirken, onun neredeyse hiç önemli olmayan başka bir yönü değer çoğulculuğunun, siyasal topluluklar içinde ve arasında var olan çoklu, ölçüsüz erdemler olduğu gerçeğinin farkına varmaktır. Gray’e göre, sonuç olarak bu da, liberalizmi bir yaşam tarazı (modus vivendi) olarak görmek için en güçlü nedenlerden biridir. Shklar’ın buna cevabı ise tipik olarak haşin olur ve kendisinin ürettiği “korkunun liberalizmi” kavramına yol açar:

Diyor ki, bu siyaset ötesi varsayım gerçeği ne olursa olsun, liberalizm onsuz yapamaz. Korkunun liberalizmi, bir ahlaki çoğulculuk teorisine yaslanmıyor. Şüphesiz tüm siyasi temsilcilerin çabalaması gereken bir en yüksek derecedeki iyiyi (summum bonum) sunmaz, fakat hepimizin bildiği ve eğer yapabilirsek ondan kaçınacağımız yüce kötü (summum malum) ile başlar. Bu kötülük, zalimliktir ve esinlendiği korkudur ve korkunun tam da kendisinin korkusudur. Bu noktaya kadar, korkunun liberalizmi evrensel ve özellikle kozmopolit bir sav öne sürer, tıpkı tarih boyunca her zaman yaptığı gibi.

(1998:11)

 

Burada Shklar, en çok da Sıradan Günahlar adlı, “zalimliğin bir başkasına yapabileceğimiz en kötü şey olduğu”nu ifade ettiği ve korkunun liberalizmi deyişinin ilk kez kullanıldığı önceki çalışmasından yararlanıyor. Fakat bu sav, ek olarak ayırt edici özellikteki bir distopik liberalizmin ne yapması gerektiği hakkında bir dizi varsayımı ayrıntılarıyla planlar: kısaca, toplum içinde, doğrusu toplumlar arasında ve uluslararası toplumda zalimliğin ve korkunun etki alanını azaltmak. Birçok kişiye göre, Shklar ve diğer distopik liberalleri siyaset ve siyasal teori içinde belli, somut meseleler ve sorunlara açan, distopik liberalizmin modern kaygılarla ilişkili liberalizmin bir türü olmasına imkân veren ve - Shklar’ın korkunun liberalizmini, Hakların liberalizmi (Locke’da izi sürülebilir) ve kişisel gelişimin liberalizminden (Mill’de izi sürülebilir) çok ikna edici bir biçimde ayırt ettiği, bu ikisini de içeren liberalizmin başka versiyonlarında olduğu gibi, onların “bağlantı kurması”na olanak veren bu öngörüdür. Distopik liberalizm elbette Doğal Haklar ve kişisel gelişim kavramlarının kritik önemdeki noktası olacak iken (ya da ondan ziyade, Shklar’ın dediği gibi, sahip olabilecekleri hangi değerler olursa olsun aslında liberalizm ile alakasız olduklarını ileri sürecekken); bu, distopik liberalizmin böyle kavramları etkin kullanamayacağı anlamına gelmez.   

Örneğin Bernard Williams; hakların “zulüm ve korkunun etki alanını azaltmak” konusuna dayanak oluşturan ana bir madde olarak takip edebileceğini, çünkü onların “gücün tehditlerine karşı tek gerekli koruma” olarak görülebileceğini savunur. Dahası şunu öne sürdü; eğer biri hakları bu şekilde ele alırsa, onları genel kabul terimleri içinde daha da sorunsal hale getirebilecek herhangi bir özel liberal ahlaki ve/veya fizik ötesi varsayımdan ayrılabilir. Ve Michael Walzer’in işaret ettiği gibi, Shklar üzerine tipik olarak algısal bir makalede, Shlar’ın olumsuza olan vurgusu bile daha olumlu okumalara açık olabilir. Walzer, korkunun liberalizminin bizi zulüm ve korkunun saldırısına karşı bir “siper” kurmaya davet ettiğini savunuyor. Fakat bir siper, bir savunmadır; savunduğu şeyin dışında hiçbir işlevi ya da anlamı yoktur. Bu yüzden böylesi bir liberalizmin savunacağı resmi resmi doldurmak zorundayız.

Sanırım bu, distopik liberalizmin savunucularının çoğunluğu tarafından o ya da bu şekilde, az ya da çok kabul edilecektir. Shklar’ın kendisi bile sonraki yazılarında hükümlülük, bağlılık ve sürgün ile Amerikan vatandaşlığı üzerine böyle bir savın eşiğine gelmiş gibi görünüyor. Fakat bazı açılardan, yeterince haklılığını yaşamıyor. Miller’ın dediği gibi, Shklar’ın makaleleri, sonrakiler bile, son derece sarsıcılar ve öyle olmaları gerekiyor; Shklar bir keresinde (1989) “Sarsıcı olmak benim kaderim” demişti. Onun anlatım tarzı, ben aynı zamanda onun düşünme tarzını da savunurdum, liberallerden çok farklı, aksi takdirde kendisini başkasının, Walzer gibi arkadaşların bile, yanında buldu. Walzer’in iddiasına göre; “siperin içinde”, “kadınlar ve erkekler karışık olarak kendi kişisel konumları ve kendi benliklerinin duygusuyla, aileler ve çeşitli mülkleriyle, teamülden haklar ve ayrıcalıklarıyla, farklı türde kurulmuş topluluklarla, farklı kurumsal düzenlemelerle, farklı ahlaki düzenlemeler ve dinlerle ilgili olanlar”dır. Miller’ın yaptığı gibi, biri Shklar’ın en önemli son çalışması Adaletsizliğin Yüzü’ndeki insan ilişkilerinin asidik portresini karşılaştırabilir ki; o eserde bize “sezgisel olarak kaçak olduğumuz” ve “karşılıklı olarak birbirimize tuhaf geldiğimiz ve… birbirini yargılamak için aşırı cahil olduğumuzu” anlatıyorlar.

Bir yandan, distopik liberalizmin bu anlam belirsizliği daha alışılagelmiş liberalizmlere doğru geriye kadar uzanır; diğer yandan da, onu başka bir yöne doğru çeken kökleşmiş bir kuşkuculuk pek çok distopik liberali tamamen işaretler. Örneğin “siyasal ahlakçılık”a karşı tüm güvensizliği ve eleştirisi nedeniyle, Bernard Williams liberalizmin diğer biçimleriyle selamı sabahı tamamen kesmek istiyor. Makalesinin sonunda; Berlin’i onurlandırarak (Shklar’ın ünlü makalesinin başlığından ödünç aldığında) şöyle diyor:

[Korkunun liberalizmi], [güvenceye alınan şeyin ne kadar güvenli olduğu] hakkında aşırı umutlu olmamak için kullanılır…. Bunun nedeni özellikle onun ulusal sınırların ötesine bakmayı hatırlaması. O hiçbir şeyin güvende olmadığının, görevin asla bitmeyeceğinin bilincindedir. Onun varlığının bu parçası; Judith Shklar’ın da dediği gibi, tereddütsüz ütopik olmayandır.  Fakat bu, onun sinizm siyaseti içine düşmüş basitçe karamsarlık siyaseti olduğu anlamına gelmez. Shklar’ın Emerson’dan alıntıladığı sözlerde; çok önemli olan şey anının tarafıdır. Fakat iyi zamanlarda, umudun siyaseti de olabilir.

(Williams, 2008: 61)

 

Fakat tabii ki bu, anahtar sorudur. Shklar’ın ilgili anlamda distopik liberalizmin “umudun tarafı” ya olabileceğini ya da olması gerektiğini düşüneceğinden kuşku duyardım. Bununla birlikte, William bir noktada doğru. Distopik liberal tasavvurun ana maddelerinden biri, “ulusal sınırlar içinde” güvende olamayacağınız farkındalığıdır. Distopik liberalizmi uluslararası ilişkiler hakkında düşünmeye sürükleyen bu farkındalıktır. Öyleyse onu nasıl ve ne zaman anlarlar?

Distopik liberalizm ve uluslararası düzen:

“Gerçekçilik” ve “Evrenselcilik”?

Şu ana kadar başlıca tartıştığım distopik liberaller, çoğunlukla uluslararası ilişkiler hakkında sadece dağınık notlar önermişlerdir ( Son çalışması, çağdaş uluslararası ilişkilerin boyutları üzerine düşünmeyle son derece ilişkili olan Gray için doğru olmasa da, bu böyledir). Fakat, uluslararası ilişkilerin problemleri üzerine görüşlerini elbette önemli keskinlik ve dikkate değer uzunlukta yansıtan, yukarıda bahsedilen iki düşünür; tabii ki, Raymond Aron ve Stanley Hoffmann’dır. Bu nedenle; bu yazarların distopik liberal kaygıların ışığında uluslararası ilişkilerin sorununu nasıl görmüş oldukları üzerine bir şeyler söylemek istiyorum ve buna Aron’la başlamak istiyorum. Yine de bunun için; distopik bir liberalin onları görebileceği kadar Aron’un yöntemine bir kez daha bakmadan önce, ilk olarak Aron’un uluslararası ilişkilerin problemlerini genelde nasıl anladığından bahsetmeye ihtiyacım var.

Aron için, uluslararası ilişkilerin herhangi bir “teorisi”, hem konu hem yapılan açıklama üzerinden konu ve de ahlaki yansımanın açıklamasını içermelidir: aslında diğeri olmadan hiçbiri gerçekten mümkün değildir. Normatif çıkarımların her teorinin doğasında olduğunu savunur; bunu ifade etmeye devam etmeden önce, onun görüşüne göre, devletlerarası ilişkilerin esası, iki “prakseolojik” soruna sahiptir. Aron, onları Makyavelci ve Kantçı sorunlar olarak adlandırır ve onların temelini, sırasıyla, meşru araçlar sorunu ve evrensel barış sorunu olarak tanımlar.

Aron’a göre; meşruiyet uluslararası sahada her zaman gerilim-dolu, çelişkili bir kavramdı. Tıpkı uluslararası toplumun benzersiz tek bir toplum biçimi olması gibi – Aron, olanak dâhilinde meşru olarak güce başvurmayı kabul eden tek biçim olduğunu düşünür, böyle bir toplumu yöneten böylesi kurallar da benzersizdir. Bu da; onun mücadelenin ahlakı ve hukukun ahlakı diye adlandırdığı iki şey arasında bir uzlaşmayı – lütfen dikkat edin bunların bir sentezi değil- içerir ki; her biri, yine sırayla, Makyavelci ve Kantçı sorunların mantığıdır. 

Bunun nedeni büyük ölçüde; Aron’un uluslararası ilişkilerdeki yansımalarının kendi belirli biçimlerini almış olmalarıdır. Bu iki sorunun beraberce uluslararası ilişkiler sorununu oluşturması nedeniyle; biri çıkıp da, aslında sorunların ikisine birden değil, ancak birine yanıt olan genel soruna bir çözüm öneremez. Bu nedenledir ki; Aron standart “gerçekçi” bir yanıt veremez (bu da, uluslararası ilişkilerin güç ve hammadde çıkarları üzerine olduğu yanıtıdır). Böyle bir bakış açısı, siyasal hayatın tümündeki, uluslararası alan dahil, ahlaki tercihin zorunlu olan esas unsurlarını göz ardı eder.   Aron “Barış ve Savaş”ta bize şunu söyler: “İnsanoğlunun bir av yaratığı olduğunu ve onun kendisini böyle davranmaya zorladığını öne süren gerçekçi kişi; insan doğasının tamamını göz ardı eder. Devletler arasındaki ilişkilerde bile, fikir hakkına saygı, yüksek değerlere duyulan arzular ve hükümlülükler meselesi açıkça ortaya konmuştur.” Bununla birlikte; Aron Makyavelci sorunun kaynağını göz ardı eden reformist/radikal bir yanıtın herhangi belirli bir versiyonunu seçememiştir ( devletleri ve onların sorunlarını görmezden gelebilir / karalayabiliriz, yeni bir uluslararası düzen tasarlayabiliriz, uluslararası adaleti yaratabiliriz, vb.) Ona göre; bunların hiçbiri, aslında birleşik sorulara cevap değildir.

Aron’un özgürlük kavramı hakkındaki daha önceki tartışmayı anımsayacak olursak; şunu hatırlayacağız. Aron’un meselesi; despotizmden çıkan özgürlükle ilgili “geleneksel” liberal kaygının - haklar, anayasal prosedürler, vb.;  çok daha büyük bir özgürlüğü, istek ve korkudan gelen özgürlüğü, mümkün kılmak amacıyla, doğanın üstesinden gelmek için bugün liberal evrenselliğe inanan ya da Kozmopolit sav olarak adlandığımız şeyle giderek birleşiyor olduğudur ve aslında bu amacın, sözde düzgün olan liberal siyaset için yıkıcı olduğudur.   

Bana göre Aron’un kaygısı; uluslararası ilişkilerde, birini diğerinin içine daraltmadan kendisinin her iki sorusuna da yanıt vermenin bir yolunu önerebilen daha eski liberal siyasetlerin tek olmasıdır. Kantçı sorun asla, adeta tamamen çözülemeyeceği için, bu her şeyi bir biçimde kaba bir “gerçekçilik” içine sokma riskini göze alırdı. Aron’un Barış ve Savaş’ın ön yüzü için seçtiği Montesquieu’dan alıntı vecizenin anlamını düşünüyorum: “barış zamanında devletler en iyisini yapmalı, savaş zamanında ise mümkün olduğunca en az zararı vermeliler” Bu; uluslararası ilişkiler yorumcularının siyasal bir rejimin niteliğine ve onun davranış biçimine dikkat etmek zorunda olduğunu, fakat onun davranışının kısmen onun bağlamı, yani koşulları tarafından şekilleneceğinin farkında olması gerektiği doğal sonucuna tabii ki sahipti. Aron şöyle diyor; “Çağımızda, tüm devletler yerleşmiş uygulamaları ne olursa olsun ‘aynı tür dış politikaya sahiptir’ anlayışını tekrarlamak yerine, çelişkiliden ziyade daha tamamlayıcı olan hakikat üzerinde ısrar etmeliyiz; kimse bir devletin rejimini anlamazsa onun diplomatik stratejisini de anlamaz.”

Taslağını çıkardığı çifte problematiğe cevap vermekte Aron’un kendi yöntemi; pek çok başka bağlamlarda yapmış olduğu gibi, sağduyunun önemini vurgulamaktı, ama bu, Anderson ve diğerlerinin işaret ettiği gibi, Aron’un çok özel bir yöntem içinde şekillendirdiği bir sağduyudur.

Mücadele ahlakının ve Hukuk ahlakının ötesine geçen tek ahlak; sağduyunun ahlakı diyeceğim şeydir ki, sadece her konuyu kendi somut özellikleri içinde düşünmeye çalışmakla kalmaz, aynı zamanda ne güçlerin ilişkisini ne de insanların isteklerini unutmamak için ilke ve imkan argümanlarının herhangi birini göz ardı etmeye de kalkışmaz. Çünkü karışıktır, sağduyunun kararı asla tartışılmaz ve ne ahlakçıları ne Makyavelli’nin kaba taraftarlarını bütünüyle tatmin eder. 

(Aron, 1966:609)

Aron’a olaylar ya da süreçler, insanlar ya da karakterler hakkındaki tüm somut yargılamalarında rehberlik etmiş olan bu sağduyu kavramıdır. Aron, bu kavramın kaynağını anılarında yer alan temel bir pasaj içinde açıklar. 1932’de Almanya’dan dönüşünde dışişleri bakanlığındaki bir müsteşarla konuşması istendiğinde; Aron harika olan, sanırım ENS (École Normale Supérieure)’den bir öğrencinin nezih sitilinde, bir ders verdi:

[Müsteşar] dikkatlice dinliyordu […] sonra cevap verdi […] Tefekkür esastır. Her ne zaman birkaç dakikalık boş zaman bulsam, düşüncelere dalarım. Bu yüzden size, […] Almanya hakkında ve ufukta görünen tehlikeler hakkında bu kadar iyi konuşan size, bana düşüncelere dalmak için bu kadar çok konu verdiğiniz için minnettarım. Bakan’ın yerinde olsanız, ne yapardınız?

(Aron, 1983b:42)

Aron uzak ya da yakın, iç ya da dış, siyasi olayları siyasal bir yorumcu ya da bir akademisyen olarak çözümlediğinde, Müsteşarın bu sorusu asla Aron’un aklından çıkmadı. Bu soru, herhangi bir anlamda bir sürüklenme hissi ya da düpedüz ortak görüşe eşlik etme hissi bile vermeden, gerçekçiliğin rakip kutupları ve evrenselliğe inanan liberalizm arasında orta bir yol bulmasına imkan verdi. Genellikle; Aron’un bu soruya cevabı aslında “bakan”ın çok kritik olduğu olurdu – ya da doğrusunu söylemek gerekirse çeşitli türlerde diğer siyasi aktörlerin- fakat durumun tümünü, tüm bağlamları içinde, görmek ve böylece bu ve o aktöre dair yargılama bağlamını tanımak için bir çaba her zaman vardı.

Bu sağduyu kavramı, Aron’un sadece uluslararası ilişkiler hakkındaki düşüncesine değil, bir bütün olarak düşüncesinin merkezini oluşturur; bu kavram orada belki de en görünür ve en önemli olandır. Nükleer strateji üzerine kitabındaki çözümlemesini bildirir, çağdaş tarih çalışmalarında fazlasıyla mevcuttur – belki de en görünür olan Topyekun Savaş Yüzyılı’dır – ve belki de çağının en etkileyici çalışması ve benim bildiğim kadarıyla herhangi bir dildeki en etkileyici Clausewitz okumalarından biri olan Clausewitz yorumunun merkezindedir. Ve elbette; çoktan görmüş olduğumuz gibi, bu kavram Barış ve Savaş’da sergilenen uluslararası ilişkiler yorumuna egemen olur. Kavram, insani yaşam ve tutumu oluşturan karşıtlıkları yıkmaya adamakıllı bir rettir; hem liberalizme gittikçe artan bir biçimde (Aron’un zamanında bile) hükmediyor olan ütopik biçimlere hem de Aron’un çıplak “gerçekçilik”te fark ettiği “liberal olmayan” bir distopyaya karşı bir direnci “distopik liberalizm”in diğer yinelemeleriyle paylaşır. Aron’un sağduyusu, uluslararası siyasal durumun özünde olan korkuyla yüzleşilebileceği ve onun azaltılabileceği en iyi- belki de tek- yoldur.

Hoffmann’ın çalışması uluslararası siyasetteki bu tür yansımaya güçlü bir katkı sunar. O, Uluslararası İlişkilerde distopik liberal tasavvurdan türeyen belki de en sürdürülebilir ve aydınlatıcı yankılar dizisini sunmuştur. En azından 1981’deki Sınırların Ötesindeki Görevler’den beri – doğrusunu söylemek gerekirse, bazı yönlerden, 1965’teki Savaş Devleti’nden itibaren – Hoffmann, uluslararası siyaset üzerine düşünmeye merkez olarak aldığı anlam bulanıklığıyla mücadele etmeye çalıştı. “Korkunun liberalizmi”, uluslararası ilişkiler analizine girdiğinde, hem onun liberalizme bağlılığını hem de onun gözü kara gerçekçiliğini devam ettirir.  Onu şöyle ortaya koyar:

İnsan doğası ve devletlerin doğası hakkında kötümser olan ama hayatta kalma, refah, özgürlük ve insanların yeterlilikleri konusunda kaygılı olan kötümserler ve ideal teoriyi gerçekçilikten ayıran devasa boşluklardan dehşete düşmüş idealistler; Judith Shklar’ın korkunun teorisi – pek çok insanın yaşadığı kötülükler olan zulüm, baskı, korku sefaleti ve adaletsizliğinden korunmada ve ona karşı kavga üzerine odaklı bir felsefe ve etik - olarak adlandırdığı metafizik olmayan liberalizmin etrafında buluşabilirler.

(Hoffmann, 2006)

Başka bir makalede, bunun uluslararası ilişkiler bağlamında ne anlama geleceğini açıklar. Hoffmann, uluslararası ilişkilerin – gerçekten doğasından gelen- iki korku özelliğini tartışır. “Biri anarşi korkusudur ki; devletlerin kendi halklarını korumak için çok zayıf olduğu ya da hepsinin onları terörize etmek için aşırı istekli olduğu bir durum… Diğeri de kontrolsüz üstün bir gücün korkusudur ki, o da kaosa karşı kendini tek alternatif olarak sunan emperyal hakimiyettir… Hem Kaos hem de Emperyalizm şiddet ve savaşı doğurur… ve bugün tüm biçimlerinde savaş… uluslararası toplumdaki korkunun en büyük kaynağıdır.”  Hoffmann, “savaş devleti”ne karşı tabii ki basit bir çare ya da onun için bir tedavi olmadığını savunur. Fakat onların neden olduğu korkuları azaltmanın yolları var. Aron’da olduğu gibi, Hoffmann da böyle yolların her zaman bağlama bağlı olduğu konusunda ısrar eder; o yollar “rehberler ve liderler”e gerek duyacaktır (ör. dünya siyasetinde güçlü bir eylemlilik duygusu) ve en önemlisi, çoktan gördüğümüz gibi, Aron’un üzerinde durduğu doğru dürüst oluşturulmuş liberal bir uluslararası teorinin zorunlu cariyesi olan bir tür sağduyuya ihtiyaç duyacaktır. Hoffmann; tıpkı ülke içindeki toplumdaki gibi, Shklar’ın korkunun liberalizminin sabit bir uyanıklığa gerek duyduğunu (hatırlayın, liberal siyasetin bu kadar zor ve nadir olmasının nedenlerinden biri) savunur; ve böylece uluslararası ilişkilerde “korkudan gelen özgürlük bir denetim ağını gerektirir… korkuya karşı aslan bitmeyen savaşta, bilgisizlik kıyamet demektir; keskin ışık, şeffaflık ve propaganda kurbanlar için umut, kurban ediciler için kaygılar ve devlet ya da özel şiddete karşı savaşan muhalifler için de teşvik demektir.” Camus’nun Veba’sından alıntı yaparak,  Hoffmann bu makaleyi belki prototipik şekilde distopik liberal bir kendini tutma ile tamamlar; “elbette hatırlamaya ihtiyacımız var ki (bize seslenir), bir vebadan sonra ‘kendi farelerini uyandırmak ve onları mutlu bir kentte ölümlerine yollamak için’ bir gün yeni bir tanesi gelecektir.” Fakat “toplayabildiğimiz kadar çok sağduyu ve heves sayesinde asla ölmeyen ya da yok olmayan” basile karşı savaşımız devam eder.

Belli bir tür gerçekçilik ile belli bir tür liberalizmi birleştirme çabası, diğer distopik liberallerde de yaygındır. Örneğin Berlin, herhangi bir düzenlenmiş biçimde uluslararası ilişkiler üzerine yazmamış olsa da, Aron ya da Hoffmann gibi “çıplak gerçekçilik” için, ve çok benzer nedenler için, tam olarak kritikti.  Çok iyi bilinen bir dersinde şöyle konuştu; “Her ne zaman gerçekçilikten konuşan bir adam duyarsan duy, o birinin kanlı eyleminin başlangıcıdır.” Williams birkaç makalesinde, “çıplak” siyasal gerçekçilik ve siyasal gücün ele avuca sığmaz niteliğinin farkında olan bir distopik liberalizm arasında bir yolu vurgulamaya çalışmıştır. Gray, en çok bilinen kitabında, durumumuzun üstesinden gelmek için tek yol olarak “gerçekçilik”e bir dönüş için açıkça ısrar etmiştir; fakat o, başka çalışmalarında geliştirdiği distopik liberal varsayımlara bağlı bir gerçekçiliktir. Bu yüzden burada, uluslararası ilişkilerde distopik liberal projenin özüne ulaştığımızı söyleyebiliriz. Evrenselcilik (ister liberal isterse diğer türleri olsun) ile William’ın “karamsarlık sinizm haline gelir” sözünü yansıtan bir gerçekçilikte arasındaki iki ateş arasında seyretme çabası canlanıyor ve her zaman korkunun liberalizminin ana unsurunu yürürlükte tutuyor. Soru böyle bir orta yolun mümkün olup olmadığıdır ya da liberalizme ihanet etmeden gerçekçiliği ehlileştirmenin mümkün olup olmadığıdır.

Distopyadan Sonra: “Yanılsamasız liberalizm”in Yanılsaması  

Distopik liberalizm diye adlandıra geldiğim şeyin, liberal siyasal düşüncenin başka daha az sağlam biçimlerine göre, nasıl koyarsak koyalım, bir denge ağırlığı olarak sanırım son derece ilginç ve aşırı güçlü olduğunu söylemeye lüzum yok. Bahsettiğim yazarların her biri; siyasal düşünce, uluslararası ilişkiler, felsefe ve/veya (bazı durumlarda) üçünün de akıllı ve çok değerli bir akademisyeni olarak bilinir haklı olarak. Çalışmaları siyasal teori ve uluslararası ilişkiler öğrencisinin öğrenmekte başarısız olamayacağı kavrayışlar içerir ve esas itibariyle onlar aynı zamanda nesirde üslup sahibi ve genelde birçok dilde alışılmamış zarafet ve düzenin yazarlarıdır.

Bunu vurguluyorum çünkü bu sonuç bölümünde söylemek zorunda kalacağım şey; “distopik liberalizmin” vadettiği şeyi yerine getirme becerisi, oldukça haklı bir biçimde, şüpheli görülecektir. Ancak eklemek isterim ki, kuşkuculuk düşmanlıkla her zaman aynı şey değildir. Distopik liberaller ile gayet iyi bir ilişki paylaşıyorum; sadece bana göre, beraber paylaştığımız şeyi anlamanın ve belki onu devam ettirmenin onların tasarladığı yoldan daha iyi bir yolu vardır. 

En sonunda bence, yukarıda ilk bölümün sonunda dikkat çektiğim anlam belirsizliğine geri dönüyoruz; distopik liberalizmin bir biçimine şu en çok bağlı olanların bile, “umudun siyaseti”nden vazgeçmeye karşı olan direnci ve eğer başarırlarsa distopik liberalizmin yarını. Doğrusunu söylemek gerekirse benim kendi görüşüm, bu anlam belirsizliğinin distopik liberalizme kadar devam edeceğidir. Shklar tarafından kaydedildiği ve benim tarafımdan da yukarıda dikkat çekildiği gibi, onu uygulamak istediğim biçimde bu anlam belirsizliğinin belli bir nedeni yok. Herhalde biri onu bu yolla ortaya koyabilir: Distopik öngörüler ve liberal olanlarının ilişkili olduğu durumun her zaman ayrıntılarıyla açıklanmaya ihtiyacı vardır. Bu durumu anlatan en iyi örnek, Shklar’ın kuşkucuların liberal düşünce üzerine eğilmesine rağmen kuşkuculuk ve liberalizmin doğrudan ilişkili olmadığı hakkındaki savıdır. Bununla birlikte mesele; (Shklar gibi) hem kuşkucu hem de liberal olanların kuşkuculuk ve liberalizmin karşıt yönleri gösterdiği bir durumla karşı karşıya kaldıkları zaman ne olacağıdır. Bana göre; önce liberal, sonra kuşkucu mu; yoksa tersi şekilde mi olduklarına önünde sonunda karar vermeliler.

Eğer ilki biçimindeyse, o zaman Miller’ın Shklar hakkındaki bir incelemesinde “olumlu düşünmenin bahşettiği güç” şeklindeki sözlerle oldukça kurnazca atıfta bulunduğu şeyin cazibesi, her zaman mevcut olacaktır; bununla birlikte, pek çok distopik liberalin de, önünde uzanan tuzakları tanıyabilir (Berlin, Williams ve Hoffmann örneğin, elbette ki bunu yaptı). Sanırım sonuç, belki yeni bağlamlara uyarlanmış, “klasik liberal” fikirler ile uygulamalara ve sabit bir geriye dönüşe bağlılığın sürekli değişen bir karması olacak; çünkü böyle fikirler ve uygulamalar; distopik liberalizmin sakınmak zorunda olduğu ütopik düşünce için giderek daha yakın benzerliklere gerek duyacak gibi görünüyor. Bu anlam belirsizliği özellikle sanırım Williams’ın düşüncesinde gösteriliyor, belki daha da çok, çünkü onun açık bir şekilde ortaya konan siyasal düşüncesi geç kalmıştı ve anlatımındaki onun tüm olağan düşünsel verimliliği ve ikna ediciliğiyle birlikte ifade edilmiş olmasına rağmen sadece kısmen geliştirilmişti. Fakat onun Hoffman’la da birçok ilgisi var. Muğlak eklektizmi fundamentalizme tercih eden,  kendi öz savunması çok insani ve etkileyicidir fakat bu sorunu çözmez.

Yine de distopik liberallerin kendilerini öncelikle kuşkucu sonra liberal olarak görmeleri de mümkündür. Shklar’ın Walzer ve Benhabib gibi Shklar’ın arkadaşları ve meslektaşlarının çoğunun yanı sıra, kendisinin de ara ara itirazlarına rağmen; bu en azından benim Shklar’ı nasıl okuduğumla ilgilidir.  Miller Shklar’ı “dış görünüşte bağlı, manen ise bağımsız” gördüğümüzü ve onu klasik bir tür Pironcu (insan bilgisinde hiçbir şeyin kesin olmadığını belirten görüşe sahip olan) olarak sevgiyle andığımızı belirtir. Bunun mutlaka, Shklar’ın liberalizme bağlılığı konusunda haksız olduğu anlamına geldiğini öne sürmediğimi, bunun sadece, aslında onun için, kuşkuculuğu ve liberalizminin yan yana gittiği ve asla birinin diğeriyle ters düşmediği anlamında olduğunu dikkate alın. Bunun nedeni bence onun tarihinde yatıyor. Mark Lilla, eski bir öğrenci şöyle demiş; onun “siyasal hayat görüşü derin bir şekilde, belki fazla derin bir şekilde, modern tarihin felaketleri ile çizilmiş.” Sanırım, onun tarih bilinci yakinen hem onun liberalizmini hem de kuşkuculuğunu destekledi ve onun için bir seçim asla yapılmak zorunda kalmadı. Yine de bu, gerekli bir ilişkiden çok adeta bir rastlantıydı. Herkes bu kadar şanslı olamaz.

Bununla birlikte; bazı distopik liberallere göre; öyle görünüyor ki bazen liberalizm neredeyse birleşme noktasına kadar küçülüyor çünkü kuşkuculuk giderek yerleşiyor. Bana göre bu; John Gray’in ilerleyen evriminin Hayekçi liberalden Yeni hakkın liberal eleştirisine, Yaşam Tarzı liberaline, distopik liberal “uygun olan”a ve bir bakıma belki şimdi de neredeyse Santayana vari bir Doğacı ve kuşkucuya – elbette distopik fakat mantık çerçevesinde liberal olarak adlandırılabilen bir şeyle giderek daha da az ilgili gibi görünen - şeklinde tek bir okuma yöntemi olurdu.  

Durmaksızın sarsıcı böyle varoluşsal tercihlerden kaçınması gerekirse, distopik liberalizmin yapmak zorunda olduğu hayati önemdeki varsayım; bir yandan evrenselciliğin muhtelif farklı biçimleri ile diğer yandan yetki, güç ve menfaate – ardından gelen tüm zulüm ve korkuya- basit bir şartlı teslim arasında seyretmenin her zaman mümkün olduğudur. Bu bir yanılsamadır ya da bana öyle görünüyor ki “yanılsamasız liberalizm” sürmek zorunda çünkü o gerçek değilse, o zaman evrenselcilik ve gerçekçilik arasında seçim yapılmak zorunda kalınacak günler gelecektir. Eğer böyle olursa, o zaman distopik liberalizm, liberalizme tam olarak ihanet etmezken, sonuç olarak onu koruyamayacak da (bir ihtimal, sonuç olarak hiçbir şey olamaz);  çünkü mademki biri evrenselciliğe bağlanıyor, ütopik olana bir kez daha izin vermek zorunda kalacağız (ve böylece distopik liberalizmin ana maddesi çöker) ve o kesin surette gerçekçiliği “ehlileştiremez” çünkü bazen “gerçekçilik” (herhangi bir muhtelif biçimde), insani ilişkiler konusunda distopik görüşlere sahip olan ve kuşkuculuğu liberalizmini gölgede bırakan kişilerin düpedüz kusurlu konumu haline gelir.

Yine de bana öyle geliyor ki, kendi yerlerinde bir kişi her zaman bir orta yol olduğunu farz edemeyebilir. Her şey bağlama, tarihe ve yalın kaba bir şansa bağlı olacaktır. Bu; bir ihtimal liberalizmin, Shklar’ın onu ele aldığı şekilde, bu kadar nadir ve bu kadar kırılgan olmasının nedenidir. Doğuşu için gereken koşulların, ve tabii ki zamanla kendini sürdürebilmesi için gereken koşulların, bulunması zor olacak ve isteyerek yaratılması da neredeyse imkansız olacak. Bu, liberalizm asla gerçekleşemeyecek anlamına gelmiyor. Shklar’la birlikte ben de, onun gerçekleşmiş olduğunuve en azından onun boyutlarının hala var olduğunu düşünüyorum.  Shklar gibi ben de; böyle fırsatlar ve böyle koşullar gerçekleştiğinde, memnun olmak için birçok güzel sebep olduğunu düşünüyorum.

Ancak Shklar’ın Sıradan Günahlar ve Adaletsizliğin Yüzleri ile de aynı fikirdeyim ki; insan yaşamının çoğu, belki de en çoğu, bu tür koşulların dışında yaşanır ve yaşamaya son veremeyiz çünkü liberalizm için koşullar, Shklar’ın ele aldığı şekilde, mevcut değildir. Bu aynı zamanda, Gray’in Şeytana Tapınma Ayini’nin sonuna doğru ilerlediği noktadır ve Gray’i kendi öngörüsünü yapmaya yönlendiren teşhisi kabul etme eğiliminde olmasam bile, kusursuz derecede iyi bir şekilde alınır.  Böyle bir bakış, en azından bir dereceye kadar içinde pek çok olumsuzluğa sahip bir siyaseti elbette öne sürer – biri ele avuca sığmaz bir dünyanın yapabileceği en iyi şekilde üstesinden gelmek zorunda ve bunu da hem “ülke içinde” hem de “uluslararası” yönetiminde sahip olduğu kaynaklarla yapar. Fakat, sanıyorum benim Shklar’dan ve Gray’den – ve genel olarak distopik liberalizmden- ayrıldığım nokta; bana bunun içinde yakınacak hiçbir şeyin olmadığı gibi görünmemesidir, yani hakkında “distopik” olunacak hiçbir şey yok gibi görünmesidir. Bu basitçe, insan yaşamının her zaman öyle ya da böyle dayandığı şeydir.

Bu bakımdan; distopik liberalizmin üzerinde sallanan başka bir yanılsama, ya da belki birinin gölgesi var. Basitçe söylemek gerekirse, “distopik” görüşler, reddettikleri ütopik görüşlerin aynadaki görüntüsü haline gelme riskinin eninde sonunda her zaman alırlar. Michael Oakeshott’un unutulmaz şekilde söylediği gibi, Hayek’le ilgili, “Tüm planlamaya direnecek bir plan, karşıtına tercih edilebilir; fakat hala aynı tarz siyasetin parçasıdır.” Distopik liberalizm en büyük tehlike; ya gerçekçilik ya da evrenselci, ütopik liberalizm biçimleri tarafından sağlanan uyumlar için genelde basitçe “distopik” bir karşısürüm haline gelecek olmaktır.

Sanırım meseleyi basitçe söylemek gerekirse; bir kişi biraz olsun “distopik” olmadan, distopik liberallerin, – liberal düşünce ve uygulamanın nadirlik ve kırılganlığı hakkında, ütopik olmamanın önemi hakkında ve liberal siyaset için özgürlüğün merkeziyeti hakkında – savunduğu şeylerin çoğuna katılabilir. Doğrusunu söylemek gerekirse, daha da ileri gideceğim ve bir kişinin distopik liberallerin de değer verdiği şeylerin en azından birkaçına değer veriyorsa, distopik olmamanın çok daha iyi olduğunu öne süreceğim. Ütopyanın aynası olmaya ek olarak, distopyaların abartıya, tizliğe ve tümüyle Dionysus gibi olmayan karamsarlığa oldukça belirgin bir eğilimi vardır. İnsanlık halinin “tragik” niteliğine sürekli vurgu yapan gerçekçiler, bu açıdan aynı hamurdan yoğrulmuştur. Başka bir yerde ele almış olduğum gibi; insan yaşamının buradaki halinden tamamıyla farklı olabildiği türde bir dünya olmadıkça birinin insan hayatını herhangi bir açıdan trajik olarak görebileceği doğru gibi gelmiyor. Bunu kabul edemezsek, o zaman insan hayatı “trajik” değildir, sadece hayattır. Eşit ölçüde, bir kişi siyasi hayatı bir “distopya” olarak değil, tüm çeşitliliği ve düzensizliği içinde sadece siyasi hayat olarak görmeli.

Elbette bu; tercih ettiğimiz (ve etmemiz gereken) siyasal biçimler ve eylemler ile şiddetle eleştirdiğimiz (ve eleştirmemiz gereken) siyasal biçimler ve eylemler olmadığı anlamına gelmez. Bununla birlikte; bu tür tercihler; karmaşık, çok yönlü ve melez oldukları kadar, distopik liberallerin tamamen kabul ettiği gibi, tarihlerimizden kaynaklanır ve kimi evrensel “insanlık” halinin özellikleri değildir, ister fiili olsun ister ise potansiyel olarak olsun. (Hakkıyla) değerlendirdiğimiz şu siyasal biçimlerin bile sıklıkla bölümsel, hasar görmüş ya da bölünmüş olacaklarını da sanırım kabul etmeliyiz. Tüm distopik liberaller belki bunu kabul etmezdi.

İzin verin,  bu notları bir tane daha yansımayla kapatayım. Distopik liberalizmin “distopik” karakterini bırakırsak, hiçbir garantisi olmayan bir kuşkucu liberalizm biçimiyle başbaşa kalıyoruz sanırım. Galiba, o aynı zamanda liberalizmden ziyade kuşkuculuktan zorunlu olarak daha çok kök alıyor. Bu, beni tekrar açılış yorumlarıma götürüyor. Çünkü bana öyle geliyor ki; hem benim hem de sözünü ettiğim distopik liberallerin siyasal bağlamlarımızı anlamanın ve temellendirmenin en iyi yolu olduğundan hemfikir olduğumuz, kuşkucu, mükemmeliyetçi karşıtı bir siyasal felsefe; basitçe kısmen liberalizmin aynı anda her yerde olma ve çok yönlü niteliği nedeniyle, öncelikle kuşkucu ve ancak ondan sonra liberal olmalıdır. Başlangıçta demiştim; terim o kadar genişti ki, siyasal teoride anlamlı bir anahtar sözcük olarak neredeyse kullanışsız görünüyordu. Tabii ki; onu bırakmak üzere değiliz, tarihimizde ve tasavvurumuzda aşırı büyük bir dayanak noktasına sahip. Bununla birlikte; bu onaya karşın, belli bağlamlarda ve belli olaylarda liberalizmin tüm biçimleri – hatta kararlı ve çok çok derin anti-ütopik liberalizm – hakkında kuşkucu olmaya hazır olmalıyız. Shklar, kendisi gibi bir akademisyen için temel siyasal amaç, kişisel özgürlüğün uygulaması için gerekli olan siyasal koşulları güvenceye almak olduğu konusunda haklıydı. Ne var ki; bu amacı “liberalizm”e bu şekilde yakıştırmak konusunda yanlıştı; çünkü, kendisinin de vurguladığı gibi, bu amaca etkili bir şekilde engel olan liberalizm versiyonları var. Onun yerine; bu, kuşkuculuğun belli bir türünün siyasi görevidir. Bundan dolayı, distopik liberallerinkiyle örtüşecek ama hiçbir şekilde onlarla eşanlamlı olmayacak. Ve kuşkuculuk, Santayana’nın bir kez yazdığı gibi, entelektüelin namusudur ve ondan kolayca vazgeçilmemelidir.

 
Toplam blog
: 46
: 361
Kayıt tarihi
: 21.03.12
 
 

Halk Sağlığı Profesörü, Kamu Yönetimi ve Avrupa Birliği Uzmanı   ..