Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Haziran '14

     
    Kategori
    Sosyoloji
     

    Diyarbakır

    DİYARBAKIR’DA NE OLDU? NE OLUYOR?  NE OLACAK?

     

    Diyarbakır gidenin ağlayarak gittiği, gelenin ağlayarak geldiği şehir. Dağlarında eşkıyaların gezdiği, çocukların dilendiği, anaların ağladığı şehir. Ağıtlar senin için yakılır, kınalar senin için, türküler senin için……Sene 1996 ilk doğu tayinim Diyarbakır’a çıktığında içimde bir endişe hasıl olmuştu. Çünkü o yıllara çatışmanın adıydı Diyarbakır. 

     

    Falanca ilin, filanca kırsalında teröristlerle çatışma çıktı. Çatışmada 1 asker şehit oldu, üç terörist ölü olarak ele geçirildi, yaralı askerler “Diyarbakır Asker Hastanesine” kaldırıldı, şehitler Diyarbakır’da düzenlenen törenin ardından memleketlerine uğurlandı.  Karanlıkta faydalanarak kaçan teröristlerin yakalanması için bölgeye takviye birlikler ve komandolar gönderildi. Diyerek devam ederdi haber bültenleri. …Ki her şehidin yolu cennetten önce Diyarbakır’dan geçerdi. Her yaralının ilk sargısı Diyarbakır’da sarılırdı. Mayına basan gözünü ilk Diyarbakır’da açardı. Ve işte o nedenledir ki Diyarbakır denince akla iyi şeyler gelmezdi. Hatta o kötü şeyler o kadar kötüydü ki derken üzerinde “Diyarbakır” yazan otobüse, doğum yeri Diyarbakır olan Âdemoğluna “önyargılı” bakar olmuştuk.

     

    İşte bu duygularla gitmiştik sene dokuzyüzdoksanaltı aylardan Temmuz…..

     

    Bir sıcak Temmuz akşamı lahmacun, kebap kokulu Diyarbakır karşılamıştı bizi. Ofis, Dağkapı, Koşuyolu, Bağlar, Seyrantepe, Mardinkapı, Japon Pasajı, Yenişehir, Sur, simitçi, gazozcu, kebapçı derken günler günleri, yıllar yılları kovaladı ve bizimde ilk yaramız olmasa da son yaramız Diyarbakır’da sarıldı.

     

    Önyargılar yıkılmıştı.  Bizi vuran bu insanlar değildi. Bize pusu kuran bunlar değildi.  Anlamıştık…..Anlamıştık!!  kör cehaletti bizi vurannnn.. Caddeler aynı cadde, sokakların aynı sokak, insanlar aynı insan olduğunu geç te olsa anlamıştık. Kısacası sevmiştik Diyarbakır’ı.  Acısı içimize aksa da sevmiştik. Yaşanmış iyi günler anısına sevmiştik bu şehri.  “Eşkıya” filmini bu şehirde seyretmiştik. İlk tiyatroya bu şehirde gitmiştik. İlk çocuğunu kucağına alan babaları bu şehirde görmüştük. İlk otomobilini alanları, telli duvaktan sonra ilk gelinleri burada görmüştük.

     

    Ve yine araya yıllar girdi. Ve yine haber bültenlerinde izler olmuştuk Diyarbakır’ı..Ve yine Şehit Haberlerini…Yol kesmeleri, bayrak indirmeleri….Ve yineee…Ceylanlar ölüme koşuyorlardı…Ne olduğunu görmek, neler yaşandığını bilmek istiyorduk. Haber bültenlerinde çocukları PKK tarafından dağa zorla kaçırılan annelerin eylem yaptığını duyduk kulağımızın ucuyla. Önce ne olduğunu anlamaya çalıştık. Kimdi bunlar. Terör örgütünün bir propaganda yöntemi olmasın dedik. Sonra bir anne “Selahattin DEMİRTAŞ kendi çocuğunu Amerika’ya göndereceğine dağa göndersin. Ben çocuğumu istiyorum. Çocuğum gelene kadar da burada kalacağım, gerekirse ölümü göze aldım.” Diye bağırıyordu. Samimiydi. Gerçekçiydi. Ve derken çoğalmaya başladıklarını duyduk. Yıllardır beklediğimiz buydu. Yöre insanı itiraz ederse terör ve şiddet biter diyorduk. Eğitim şart diyorduk. İşte bir itiraz yükseliyordu.

     

    Bizde bu yükselen sese kulak vermek için gitmeliydik. Bu kardeş kavgasının bitmesini isteyen analara destek vermeliydik. Binlerce ton bombadan, pişmanlık yasasından daha etkiliydi bu çığlık. Bu çığlık duyulmalıydı. Kimin ve neyin projesi olursa olsun desteklenmeliydi. Çünkü bu çığlık vicdanları kararmış, kandan ve şiddetten beslenen topluma kin ve nefret tohumları saçan, önyargıları büyüten, hoşgörüyü tüketen terör ve şiddet yoluyla toplumsal rant devşirenleri hedefliyordu.  Onun için gitmeliydik ve gittik.

     

    Türkiye Harp Malulü Gaziler Şehit Dul ve Yetimleri Derneği Konya Şubesi olarak 11 kişilik bir heyetle Diyarbakır yollarına düştük. Aramızda şehit eşleri, şehit anaları, şehit babası ve 3 gazi yola koyulduk. Önce Yüksek Hızlı Trenle Ankara’ya, oradan da havayoluyla Diyarbakır’a vardık. İlk defa uçağa binenler vardı aramızda. Bir gazi annesi yanına nevale almıştı, yolda yeriz diye. Nevalenin yanında çatal bıçak ta almıştı. Aramalardan geçerken az kalsın hava korsanı olacaktık. Teyzemiz çantasına çatal bıçak almış uçağa binecektik. Neyseki güvenlik kontrolünden geçerken çöpe gitti çatal bıçak....

     

    Ortalık gergindi. Birkaç gün önce Diyarbakır 2. Taktik Hava Kuvvet Komutanlığında bayrak indirme eylemi, Lice de yol kesme eylemi ve IŞİD’in Musul’u işgal etmesi gözler ve kulakların Diyarbakır’a çevrilmesine sebep olmuştu.

     

    Hava limanın indiğimizde bizleri Türkiye Harp Malulü Gaziler Şehit Dul ve Yetimleri Derneği Diyarbakır Şube başkanı Reşit CAN, Türk Eğitimsen Diyarbakır Şube Başkanı Ahmet BÜRHAN karşıladı. Üç araç ile bizleri almaya gelmişlerdi. Araçlara binmeden selamlaştık ve harekât tarzı hakkında bilgi alışverişinde bulunduk. Amacımızı anlattık. Ahmet BÜRHAN hocam 20 yıldır Diyarbakır’da görev yapıyordu. Duruşunda ve davranışında asalet vardı.

     

    Reşit başkanla durum değerlendirmesi yaptık. Eylem Yapan aileler Berat Kandili münasebetiyle Hz. Süleyman Camisine gideceklerini, ziyaretimizin cami ziyaretinden önce mi yoksa sonramı olacağına karar vermeliydik. Daha önce Diyarbakır Belediyesi önünde eylem yaptıklarını Belediye zabıtalarının zoruyla oradan kaldırıldıkları ve halen Dağkapı Meydanında eylemlerine devam ettiklerini, bizleri orada beklediklerini öğrendik. Kısa bir değerlendirmeden sonra Cami ziyaretinden önce aileleri ziyaret etmeye karar verdik.

     

    Havalimanından yola çıktık. Diyarbakır caddeleri her şehrin caddeleri gibi normal bir gün yaşıyordu. İnsanlar çocuklarıyla alışverişe çıkmışlar, çarşı pazar geziyorlardı.  Aracımız yavaş yavaş şehirde ilerlerken meraklı gözlerle çevremizi seyrediyorduk. İlk dikkat çeken şey bütün taksilerin tek örnek olmasıydı. Diyarbakır Belediyesi Osman BAYDEMİR döneminde aldığı bir kararla Fiat Fierino yapmış tüm taksileri. Hepsi aynı marka sürgülü kapılı taksi. “Güzel” olmuş dedik içimizden. Sonra bu taksilerin tek örnek olmasıyla ilgili bir şehir efsanesi duyduk. Her taksi için “Kandil”e 7.000 tl gitmiş.

    Onun için tek örnek yapmışlar taksileri. Keşke sadece “şehir efsanesi” olsa dedik.  O da bir şey mi! Dedi efsaneler. Yapılan her “KALEKOL” inşaatını alan firma aldığı her ihale karşılığı “KANDİL” e katılım payı gönderirmiş…. Efsaneler öyle diyor. Sonra her apartmanda“KANDİL” sorumlusu varmış. Oy vereceğin partiye bile karışırlarmış. Yani efsaneler öyle diyor….

     

    Hem efsaneleri dinledik hem de dağkapıya doğru yol aldık. Kısacası Diyarbakır’da “Efsane”çok…Şehirde ilerlerken yine “önyargılar” zihnimizi kurcaladı. Nereden “Molotof” atılacak diye sağımıza solumuza bakarak ilerledik. Ne Molotof atan vardı ne de slogan. Derken bir kız çocuğu elindeki çöp poşetini caddeye fırlatıverdi öylece. Cadde de çöp tenekesi falan yoktu. Bize de çöp poşetini havada süzülürken ölümsüzleştirmek nasip oldu…

     

    Cadde üzerinde kaçak sigara satılıyordu. Efsaneler kaçak sigaradan “Kandil” e gelir kapısı elde ediliyor derken, yanımızdaki mihmandar dedi ki;  “ne kandil’i, gariban iki paket kaçak sigara satarak ekmek parası kazanıyor”. Sigara zamları garibana yaramış anlaşılan… Kaçak sigara ekmek kapısı olmuş Diyarbakır’da.

    Önyargılar efsaneler içimizde Dağkapı meydanına vardığımızda basın ordusu bizi karşıladı. Çadıra doğru yaklaştık. Aileler, kadınlar, babalar, çocuklar kalktılar bize doğru yaklaştılar. Sarıldılar ağladılar. Sarıldık, ağladık, ağladılar….. Gözyaşımız biri birine karıştı. Hayret! Türk’ünde, Kürdün ’de gözyaşının rengi aynıydı. Hayret !!! Çığlıklar aynıydı. Feryatlar aynı. Analık aynıydı. Babalık aynı. Duygular aynı. Farklı olan neydi o zaman. Neydi bu, kavga neden bu acı. Bitsin bu kardeş kavgası dedik. Çocuklarınız serbest bırakılsın. Sadece sizin çığlığınız yetmez diğer analar, diğer babalar, diğer gardaşlarda buraya gelsin dedik. Beraber yaşama irademizi göstermeye geldik dedik. Mevlana'nın selamını hoşgörüsünü getirdik dedik. Çadırda kalanlara Bağımsızlığımızın sembolü Bayrağımızı ve Kuran’ı Kerim hediye ettik. Kapış kapış gitti göz yaşı arasında. Hani Bayrak indirilmişti ya bu Diyarbakır’da iki gün önce…

     

    Bayrak kapış kapış gitti. Sohbetler edildi. Basın açıklaması yapıldı derken heyetimizden şehit eşleri ve şehit anneleri Ulubatlı Hasan’a özenmiş olalar ki, kaşla göz arasında çadırın burçlarına bayrağı asıverdiler…Meydanın güvenliğini sağlayan memurlar geldi yanımıza.“İçimizden birini”amirleri görmek istemiş. Buyurun gidelim dedik. Amir birkaç memurla bir ağaç gölgesinde çay içiyordu. Nerden geldiğimizi, amacımızın ne olduğunu sordu. Kışkırtmak için mi?  Geldiğimizi düşündü, acep ki derken.  “Konya’dan geldiğimizi, amacımızın kışkırtmak olmadığını, bu ailelerin eylemine destek vermek için burada olduğumuzu” söyledik. Amir de Konyalı çıkmasın mı? Hayda hemde Bozkırlı. Haydaaaa hemde Dereli. Kimsin, kimlerdensin derken iyi ki akraba çıkmadık. Anlaşılan Mevlana’nın selamı bizden önce gelmiş buralara dedik. Çayımız içtik gari. Hemşeri muhabbeti ortamı yumuşattı, yine Molotof atılmadı.

    Ziyaret sona erince Dağkapıya gelinirde ciğer kebap yenmez mi? Deyip doğru ciğerci yoluna düşüldü. Yol boyunca meraklı gözleri hep üzerimizde kurşun gibi hissettik. Yanlarından geçerken bazen bizim de duyacağımız şekilde sesli olarak birbirlerine soruyorlardı. “Mofettiş bunlar? Yoksa Polis ?” İçimizde iki kişi takım elbiseli olunca dikkat çekiyorduk. Yakamızda Türk Bayraklı, Atatürklü “Gazi” rozetlerini gören çocuklar “Abe siz Gazi Üniversitesi'nden?” diye soruyorlardı. 

     

    Dağkapıdan yürüyerek Hz. Süleyman Camisine gittik. Yol boyunca seyyar satıcılar, kadınlar ve çocuklar sanki hep bize bakıyorlar gibi hissettik. Adeta göz hapsindeydik. Çocukların resimlerini çektik. Hatta kadınların ve hatta seyyar satıcıların. En çok çocuklar sevindi resim çekilirken.

    Hepsi beni de çek beni de çek diye objektifin camına gülümsedi. Bazen zafer işaret yapanda oldu. Kadınlar kucaklarındaki çocuklarında resimlerini çekmemizi istediler, çektik. Şunu anladık burada seyyar satıcılar Türkçe satış yapıyorlar. Simitçi “simit 50 kuruş”, terlikçi “terlik 5 lira” diye bağırıyordu. Yalnız pazarlıklar Kürtçe yapılıyordu.  

    Hz. Süleyman Camisinde izdiham vardı. Burayı Perşembe günleri ziyaret etmek pek revaçtaymış. Duaların kabul olduğuna, sıkıntıların ve dertlerin ortadan kalktığına inanılırmış. Hz. Süleyman Sahabeler denmiş.Türbesi cami içerindeymiş. Biz izdihamdan içeriye giremedik. Sıkıntıyı savmak için bir Fatiha da biz bağışladık. Hz. Süleyman Türbesini ziyaret bitince geldiğimiz yoldan araçlarımıza gittik. Yol boyunca karşılıklı çay ocakları vardı. İnsanlar bazen kaldırımlarda, bazı bazı içeride taburelerde otuyorlardı. Yanlarından geçerken hafif duraksadık. Hemen yerlerinden kalktılar bize yerlerini vererek buyur ettiler. Biz Molotof beklerken bunların yaptığına bak…

    Dağkapı'dan  Ulucami'ye yürüyerek gittik. Dikkatimizi çeken bir şey daha oldu. Burada bütün dükkânlar, bankalar, oteller v.b. reklam tabelaları kahverengi yapılmış. Kurumsal reklam renkleri dahi kahverengiye boyanmış, sebebini öğrenemedik. Ulu Cami ve çevresi hayatın normal akışına uygun bir şekildeydi. Kahveler, kafeler dolu, çarşı pazar hareketliydi.  Cami ziyaretimizde cami içerisinde iki yatıra rast geldik.Birisi Diyarbakırlı, birisi de Bozkırlı olmasın mı, hatta Dere’li (Hz. Gazi Mehmet AKÇAY). Bir amca boylu boyunca uzanmış Cami içerisinde dinleniyordu. Bu durumu gören Gazi Mehmet AKÇAY’da uzanıvermesin mi.

     

    Hemen dürtükledik  “Oğlum kalk bu saate kadar Molotof yemedik şimdi senin yüzünden Molotof yiyeceğiz”.

     

    Dönüş yolunda eski bir çarşı dikkatimizi çekti. İçerisinde hediyelik eşya dükkânları, kahvaltı salonları ve çay salonları vardı. Hasanpaşa Çarşısıymış burası. Hemen bir çay molası daha verdik. Herkes Molotof içiyordu, amaaaaan “çay” içiyordu.  Molotof aklımızı almış. Zor iş bu önyargıyı yıkmak…

    Buraya gelene kadar hep bir önyargı hep bir önyargı. Önyargı neredeyse kesin yargı olmuş.  Hoşgörüyü unutmuşuz…. Önyargı tavan yapmış, Hoşgörü yerlerde sürünüyor. Galiba bu önyargılarınızdan kurtulup hepimizin fabrika ayarlarımıza dönmemiz gerekiyor. Yalnız bu önyargı Türklere has değil, Kürtlerde de bize karşı bir önyargı var. Galiba bu da bir “ÖNYARGI” oldu. 

     

    Akşam yaklaştı yavaş yavaş kalacağımız yere gitmenin zamanı gelmişti. Dağkapı da Polis Karakolunun önünden geçerken karakolun önünde bir “Toma”(Toplumsal Olaylara Müdahale Aracı) bekliyordu. Bütün molotof istihkaklarını o almış, üstüne de Sütlü Nuriye niyetine “taş”. Toma’nın her tarafı taş ve yanık izi “Toma” da bizim gibi "vazife malulü" olmuş.

    Akşam olmaya başladı. Diyarbakır Polis Evine vardık. Konaklamak için giriş kayıtlarımız yapılırken “Şehit Yakını ve Gazi” olduğumuzu söyledik. Burada ki görevli “Polis Şehit Aileleri” ücretsiz, ama Asker Şehit Aileleri ücretli dedi. Biraz hayret ettik. Bayağı bir hayret ettik. Sonra Orduevinde Kalmak için girişim yapıldığını Orduevinin “Onları Bize Aman Bulaştırmayın” dediğini duyunca daha da bir hayret ettik… Aslında hayret edilecek bir şey yok, niye bu kadar hayret ettiğimize hayret ettik.

     

    Bu ne biçim önyargı be kardeşim. Ertesi gün kalktık kahvaltımızı yaptık .Nınova (Musul) alişveriş merkezinden babalar günü hediyemizi aldık. Hala Molotof atılmadı…

    Uçağa bindik Ankara’ya geldik. Önyargılarımzı yendik. Şimdi Hoşgörü yükleme zamanı. Bizleri gezi boyunca yalnız bırakmayan, önyargılarımızı sıfırlamamızı sağlayan Sevgili Öğretmenimiz Ahmet BÜRHAN’a Diyarbakır Şube başkanımız sayın Reşit CAN’a ve kardeşi Nevzat CAN’a (Nevzat bak adını unutmadım sende benimkini unutma) sonsuz teşekkür ederiz. Selam ve Saygı ile kalın…Molotofsuz Günler Dileğiyle……

     

    Kardeş Şehir Diyarbakır’a selam olsun….

     

    Süleyman EGE 

     

    17.06.2014

     

     

     
    Toplam blog
    : 1
    : 141
    Kayıt tarihi
    : 18.06.13
     
     

    Kamu Personeli (E) Uzman Jandarma Güncel Siyaset   ..