Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ağustos '07

 
Kategori
Mizah
 

Dizi dizi Diziler

Dizi dizi Diziler
 

Yani, bu televizyon öyle birşey ki, seyretsen bir türlü, seyretmesen bir türlü...

Yıllar, yıllar önce, evimizin damındaki şu benim balık kılçığına benzettiğim anten sökülüp de, yerine Guliver’in yemek tabağını andıran satelit anteni takıldığında ve çatının altındaki katta bulunan TV ekranında Türk televizyonlarının görüntüleri belirdiğinde nasıl da heyecanlanmış, nasıl da sevinmiştik!

O zamanlar buralarda kablolu televizyon filan da yoktu. Memleketinin manzaralarını, yüzlerini ve ezgilerini özleyen birinin, elini cebine oldukça derince sokup, oldukça yüklü paralar ödemesi gerekiyordu bu yeni icat uydu antenini alabilmek için. Çok iyi hatırlıyorum, daha televizyoncu çatıdan inmeden, ekranda Melike Demirağ’ın hüzünlü yüzü görünmüş ve – o zamanlar çok ünlü olan- „Şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım“ isimli şarkısını söylemeye başlamıştı. (Hatırlayan çıkar mı bilmem?) Ve bu durum tabii cuk oturmuştu!

Ben o zamana kadar böyle bir şarkıyı hiç duymamıştım. Ama gazetelerdeki fotograflarından Melike hanımı derhal tanıdığımdan ayağa fırlayıp, sanki o anda ekranda Türkiye’de yaşayan kuzenimi görmüş gibi „Aaa! Bu Melike, vallahi Melike!“ diye bas bas bağırmış ve Melike’cik tam da o sırada İstanbul görüntüleri eşliğinde İstanbul’da olmaktan filan bahsedince de, koltuğa çöküp hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım. Ne yaparsınız, ayni günde hem Türk televizyonuna, hem de o anda İstanbul’da olmaktan bahseden birine kavuşmaya tahammül edememiştim işte..( Melike o zamanlar yurt dışında yaşıyordu, o yüzden de böyle şarkılar söylüyordu sanırım.)

Zaman çabuk ilerledi, Türkiye’ye üçbin kilometre uzaklıktaki oturma odasının içinde her Allahın günü Taksim meydanını, Ankara’daki Meclis binasını, devrin başbakanını, bakanlarını, fasıl heyetlerini, alaturkacıları, popçuları, Boğaz manzaralarını görmeye, birbirinden edalı spikerlerden yurdun dört bir köşesinde olup bitenleri dinlemeye çabuk alıştık, hatta kanıksadık.

O zamanlar henüz binlerce televizyon kanalı ve uzaktan kumanda aletiyle gecede yüzbilmemkaç kere oradan oraya zaplama imkanı da yoktu. Sonra pembe renkli Brezilya dizileri girdi hayatımıza. Yanlış hatırlamıyorsam bundan sonra da çeşitli kılıklarda yapılan, seyredenler ve katılanlardan ziyade takdimcilerin eğlendiği yarışmalar.

Ve ardından da birer ikişer yerli diziler sökün edip, televizyonları yabancı kaynaklı dizilerden temizlemeye başladılar. Bu tabii çok enteresan bir olgu idi. Biz dışarıda olanlar için bulunmaz bir fırsat! Acaba aradan geçen uzun yıllardan sonra Türk halkı nelere gülüyor, nelere ağlıyor, nelerle ilgileniyor, nelere özeniyor, nasıl yaşıyor? Senaryo yazarları neler yazıyor? Tabii ki neler seyrediliyor ise, senaryo yazarları da onları yazacak. Malum ya reyting meselesi. Yani içinde bulunamadığımız sosyal hayatı, bu hayata ayna tutmakta olan diziler yoluyla yaşayabileyeğiz ve halkın umutlarını, heveslerini, hatta ideallerini, ne tarafa doğru adım attığını, adım atıp atmadığını anlayabileceğiz. O sevinçle başladık dizi dizi dolaşmaya. Ve neler neler öğrendik!

Şimdi mesela bana öyle geliyor ki, herkes kocaman bahçeli ve mutlaka havuzlu evlerde oturuyor, herkesin dört çekimli kocaman bir cipi var ve herkesin mutlaka bir sürü düşmanı var. Her aileye bir mafya üyesi düşüyor ve aman Tanrım bu ülkede yaşıyan herkes mutsuz. Kadınlar devamlı ağlıyor, erkekler objektifin içine devamlı kapkara bakıyor. Her dizide paylaşılamayan bebekler var. Bebekler, çocuklar mutlaka kaçırılıyorlar ve sonra uzun ve yıpratıcı beklemelerden sonra gözyaşları arasında yine bulunuyorlar.

Neticede, takip etmekte olduğum dört ayrı dizide de ayni haftada ayni olaylar yaşanınca ben meseleyi çözdüm. Her dizide baş karakter suikaste uğradı ve ölümden döndü, hepsinde bütün dizi fertleri hastahaneye taşındılar, ekranları ameliyathaneler ve doktorlar doldurdu. Bu kadar da tesadüf olmaz! Bu ortaya koydu ki, dizi yazarları belli ki belki haftada bir kere biraraya geliyorlar ve dizilerinin devamını hep birlikte tasarlıyorlar. Ne demişler birlikten güç doğar! Hakikaten de doğdu, çünkü bu gelişmelerden sonra dizileri takibetmek oldukça güçleşti.

Şimdi açık söylemek gerekirse bu diziler içinde gerçekten de en enteresanı, her hafta yapılan reyting raporlarının da ortaya koyduğu gibi „Binbir Gece“ oldu. Ben ilk geceyi kaçırmıştım ama gazetelerden ne müthiş bir dizinin başladığını öğrenince, ertesi salı derhal ekran başına koştum. Konu nefes kesici idi. Hepimizin bildiği gibi, büyük Holding sahibi, borç para isteyen çalışanına, bu parayı vermek için kendisiyle yatağa girmesini şart koşuyor, yani ahlaksız teklifte bulunuyordu. İşe bakın ki kızcağızın biricik oğlu ilik kanseri idi ve kendisi başka yerden de para bulamadığından, patronunun yatağına girmekten başka çaresi kalmıyordu. Enteresan bir başlangıç! Hiç değilse oldukça orjinal!

İkisinin birbirine aşık olmaları da gerilimi iyice arttıran bir unsur. Nihayet değişik bir konu ve mutlaka psikolojik bir yaklaşım ve inceleme görebileceğimiz ümidi ile dizinin devamını seyretmeye koyulduk. Herhalde aşık olduğunu farkeden Onur kızı kazanmaya çalışacak ama derin bir yara almış olan Şehrazat, kendisine önce böyle yaklaşmış olan bir adamı asla kabul edemiyecek, aşık olduğu halde, kendi kendisine ve ona karşı büyük bir mücadele verecek. Ve bu müthiş çekişme diziyi gerilimde tutacak. Hatta Şehrazat belki de sırf Onur’a hayır diyebilmek için Kerem’e evet diyecek. Ve bu arada hepsinin kafalarının içine bakabilecek, iç dünyalarının karmaşasını görebilecek ve insan olarak düşüncelere dalabileceğiz.

Ama o da ne? Taraflar herşeyi unuttular, normal bir çift olup gittiler ve işe bütün öteki dizilerden alıştığımız gibi gelin-kaynana problemleri, mafya, suikastler, ayaktan vurmalar, komplolar, iftiralar, hatta beş yıldızlı otel düğünleri ve boy boy pırlantalar girdi. Bunun nedeni de açık. Halkın düzenini değiştirmemeye ve onu şoke etmemeye kararlı senaryo yazarları, haftalık toplantılarında herşeyi yine yoluna koydular.

Bakalım yeni sezonda Onur ve Şehrazat çifti hangi dış güçlere karşı mücadele verecek ve hangi o alıştığımız ve çok sevdiğimiz konulara sıra gelecek? Belki Kaan kaçırılacak ve fidye istenecek, Şehrazat birkaç hafta yine ağlamak zorunda kalacak, belki Zeynep hanım, soğuk ve bencil biri olarak diziye başlayıp, çok içli bir aşık pozisyonunda devam eden Onur’u sarhoş edip, onunla uygunsuz fotoğraflar çektirip basına dağıtacak, belki sadık bir dost olmak ile arkadaşının sevgilisini kapmak için fırsat kollamak arasında gidip gelen Kerem intihara teşebbüs edecek, belki Kerem’e duyduğu aşk yüzünden iki gözü yanında diğer duyuları ve aklı da kör olan Bennu denize düşecek ya da biryerlerde kaybolacak, belki herhangi biri herhangi bir sebepten Şehrazat’a şantaj yapacak. Yani alıştığımız entrikaların ve dram unsurlarının hiçbirinin yokluğunu çekmeyeceğiz herhalde.

İnsan psikolojisi mi? İnsan ruhunun o çok ilginç derinliklerini araştırmak, neyi neden yaptığı sorularına cevap aramaya çalışmak mı? Yenip içilir mi? Reyting getirir mi? Reyting enteresan olabilecek bir konuya kurban edilir mi? Konu bir defacık da olsa istisnai olarak bu açıdan ele alınsa reyting elden gider mi? Seyirci aptal mı? Senarist uyuyor mu?

Yani, şu televizyon öyle birşey ki, seyretsen bir türlü, seyretmesen bir türlü!

 
Toplam blog
: 165
: 1414
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Uzun yıllardır yurt dışında yaşıyor. İsviçre'de Adalet Bakanlığı'ndaki mesleği yanında tiyatro ya..