Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Mayıs '10

 
Kategori
Söyleşi
 

Doğrunun doğruyla çelişmesi de bir doğrudur…

Doğrunun doğruyla çelişmesi de bir doğrudur…
 

Anarşist öykü yazarı ve şair Durcan Yaşacan, İsveç ve Hollanda’dan sonra, Avustralya’daki okuyuculardan da geniş ilgi görüyor.

Sydney’deki Auburn Kütüphanesi’nin en çok okunan yazarlarından olan Yaşacan’ın eserlerine ilgi çoğalınca; Türk Gazetesi, yazarın “Köşedeki Vızıltı” adlı öyküsünden başlayarak tüm eserlerini yayın plânına aldı ve bir şiirini Türkçe – İngilizce okura sundu.

Öte yandan, ülkenin üç büyük gazetesinin biri olan Dünya Gazetesi ise, 23 Ocak 2005 Pazar günü saat 10.30’ da Durcan Yaşacan’ı arayarak, iki saatlik bir teleröportaj gerçekleştirdi.

Türk Gazeteci Ali Apaydın’ın “şu anda dünyanın en sıcak yaz günlerinden birini yaşayan Avustralya – Sydney’den sımsıcak selamlarımızı gönderiyoruz.” Sözleriyle başlayan söyleşiye, Durcan Yaşacan’dan giden ilk karşılık söz şöyle oldu: “Merhabalar Sydney… Ben de sizleri iklim olarak sizinkinin tersini yaşayan soğuk 23 Ocak Pazar sabahından, ülkenin sıcak yürekli insanlarının yüreğine, kendi yürek sıcaklığımı ve dost duygularımı katarak, terletici bir sıcaklıkla selamlıyorum. Buyurun efendim…”

Dünya Gazetesi yetkililerinin, diyaframlı telefondan görüşmeyi sürdürmesi nedeniyle, soru – yanıtlarda zaman zaman zorlanmalar olmasına karşın, sıcak ve içtenlikli yapısını hiç kaybetmeden süren söyleşi sırasında, Durcan Yaşacan için ayrıcalıklı, duyarlı, açık, sorumluluğunu bilen ve yürekli bir yazar tanımlamasını kullanan gazeteci, söyleşinin burada kalmayacağını ilerleyen zamanlarda kendilerinden başka biçimlerde de yardım isteyeceklerini belirterek, bu yardımın Avustralya’daki okurlardan özellikle de Türk okuyuculardan esirgenmeyeceğini umduğunu söyledi.

Gazetecinin,


“Efendim, sizi okuduktan sonra, yaşadığınız yerlere baktığımızda; tam bir bohem yaşamla çıkıyorsunuz karşımıza. Hatta, bize ulaşan bir gazeteden okumuştum bu bilgiyi. Yanlış olmadığına göre, sormak istiyorum: Sizin gibi aykırı, anlaşılması zor, edebî ve özel kimliği ve kişiliği apayrı, ama geniş ve temiz yürekli, rahat, açıklıktan yana, insan onurunu ve dürüstlüğü savunan, duyarlı, duygusal, ama gerçekçi ve zaman zaman ölümü de unutmayan, böylesine karmaşık bir yazara Ankara, İstanbul gibi büyük kentlerimizin bile dar geleceğini düşünüyoruz ister istemez. Peki, siz çoğunlukla, Karadeniz’in kıyısında olduğunu öğrendiğimiz Giresun – Bulancak gibi güzel ama küçük bir ilçeyi mekân tutmuşsunuz. Dar gelmiyor mu ?

Sorusuna Yaşacan;
“İçtenlikle ve açıklıkla söylemek gerekirse, artık nereye gitsem dar geliyor. Bu durum yerleşim merkezlerinden çok, insansal bozulmuşluklardan kaynaklanıyor sanırım. Ama bildiğiniz gibi, bohem bir yaşamım var şimdi. Çoğunlukla etkinliklerden etkinliklere gidiyorum. Bu da biraz genişletiyor. Ama benim için en dar yer, en çok yozlaşan yerdir. Giresun ve çevresi birçok yere oranla, şimdilik iyi. “

“Peki, anlaşılmakta zorluk çekiyor musunuz? “ sorusuna,
Yaşacan'ın karşılığı;
“ Sorun bu işte. Öylesine zorlanıyorsun ki… evim diye bir yer kalmadı bu yüzden. Bohemlik de böyle başladı. Yani, ilk anlaşılamamanın merkezi evim oldu. Babamı hiç tanımadım. Annemle halamın ölümünden sonra dört kişi kaldık. Dört arkadaş. Bir ara dördümüz de öğrenciydik. Anne dışarıdan ilkokulu bitiriyordu. Biz üçümüz üniversiteliydik. Hedefi tam tutturmuş gidiyoruz. Her dergi eve geliyor. Herkes kitap okuyor… Ben bir yandan maliyeciyim, bir yandan yazıyorum, bir yandan öğrenciyim. Yazarlar Ankara – İstanbullardan geliyorlar gidiyorlar. Etkinlikler düzenliyoruz Karadeniz’de. Biz gidiyoruz. Nerede bir sanatsal etkinlik var, dördümüz birden oraya. Öyle sevinçliyim ki, kendi içimde uçuyorum. Kızımla oğlumun arasında bir yaş var o yüzden ilkokul birinci sınıftan, üniversitenin kep törenine kadar, aynı okullarda ve aynı sıralarda okudular. Şimdi ikisi de öğretmen. Ama görünürlerde kimse yok! “ Herkes kendi ayaklarının üstünde durmalı” dedikleri, küreselleşmenin bu bölücü, şaşırtmacı ve bireyselleştirmeci sloganı yüzünden, uçup gittiler. Üstünde duracak, ayakları var mıdır, yoksa… tahta bacakla mı dolaşıyorlar, bilemiyorum. Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir çünkü. Halâ ortalık toz pembe, halâ her şey alımlı. Birey için kalıcı olan, günü birlikçi olmayan, daha çekici bir insansal yaşayış biçimi gelmedi. Ama gelecek diyalektik kaçınılmazdır.


Söyleşinin en ilginç ve Türk kamuoyunu da ilgilendiren, hatta evrensel boyutlar da taşıyan, en sorulması gerekli sorusu, bitiş sorusu oldu.

Beni bir yandan NIETZCHE’ye benzetiyorlar. Bir yandan SARTRE ile yakın görüyorlar. Bir yandan ÇEHOV’la yakınlık kuruyorlar. Hatta BUKOWSKI ile özdeş tutanlar da var


Gazeteci Ali Apaydın:
“Efendim, hem toplumcu yorumu getirmişsiniz, hem duygusalsınız ve aşkı olmazsa olmazdan sayıyorsunuz, hem yaşamla alay eden, dalga geçen bir yazar olduğunuzu görüyoruz, hem de eserlerinizde yer yer ölümden söz ediyorsunuz. Aşırı bir duyarlılık var. Size göre, bu noktalarda kendinizle çelişiyor musunuz, bu bir… ikincisi, bu karmaşa sizi karamsarlığa götürüyor mu, götürüyorsa, eserlerinizden nasıl uzak tutuyorsunuz? Sorusu karşısında, Durcan Yaşacan:

“ Teşekkür ederim efendim… Çünkü zor bir soru ve ben de zor olanı severim. Yanıtıma gelince; evet, bu soru arkadaş toplantılarında da zaman zaman yöneltilen bir sorudur. Ama sanırım, yazılı basına hiç taşınmadı. Bir ayrıntıyla girmek istiyorum izninizle… Beni bir yandan NIETZCHE’ye benzetiyorlar. Bir yandan SARTRE ile yakın görüyorlar. Bir yandan ÇEHOV’la yakınlık kuruyorlar. Hatta BUKOWSKI ile özdeş tutanlar da var. Ama bütün bunları, bu değerlendirmeleri yapanlar, daha çok edebiyat ustaları, eleştirmenler, bu konuda söz söylemeye yetkin ve etkin olan uzman insanlar. Demek ki kendi gözleriyle baktıkları pencereden gördükleri doğrudur. Peki, uzmanların, yetkililerin, söz sahibi olan bu insanların kendi doğruları kendi aralarında çelişmiyor mu? Nietzche, Sartre, Çehov, Bukowski birbirlerine çok mu yakın ya da ne kadar yakın? Veya hiç yakınlar mı? Bu doğruların, hangisi doğru? Şunu söylemeliyim: Ben öncelikle insanım. Sonra edebiyat sanatçısıyım. Genel ve özel durumlarım vardır kuşkusuz. Ruhsal ve fiziksel ayrıcalıklarım vardır herkes gibi. Ama bütün bunları bastıran bir başka boyutum daha var; kendimden başlayarak tüm insanlara kadar uzanan sorumluluklarım, görevlerim var. Hazlarım, sevinçlerim, acılarım, acıyan ve acıtan yanlarım vardır ve olacak da. Ama birincil görevim, kendimi bir yana iterek. İnsanlara daha yakından dokunmak; iyilikten, güzellikten, onurdan, emekten yana oyumu kullanmak… Bu benim için bir zorunluluktur. Çünkü referanslarını insandan alan biriyim. Göndermelerimin kökü insan toprağıdır. Bu noktada toplumcu yorum, yaşamsal gerçekçilik gündemine oturuyor sanırım: Bu tamam. Ama bir de beni besleyen bir sıcak el, bir tatlı dil, bir güzel yürek, bir okşak söz, bir ses, bir fısıltı gerekli yani, bir multi-vitamin (genel-besleyici) gerekir. Burada da duygusallık, aşk doğuyor. Aşk, yalnızlığın içinde kalabalıklaşmaktır. Yozlaşmamış, kirlenmemiş, kötüye kullanılmamış bir ilişkiye yazısız sanat koymaktır. Seviyorum aşık olmayı… Karamsarlık ve ölüm konularına gelince; bunları ayrı ayrı ele almak gerekir… Ölüm, kaçınılmaz bir gerçektir, karamsarlıksa güz rüzgârları gibidir, dokunur ve geçer. Ama ikisi de doğrudur. Çünkü vardırlar. Varlıkları doğrudur. Yaşamın içindeyseniz, siz de yaşıyorsanız, doğruların içindesiniz. Ölüm, doğruların içindeki en doğrudur, karamsarlıksa doğrunun içinde bir yanlış. Ölüm acıdır ve acıtır. Eğer sürekli gündemde tutulursa, karamsarlığa dönüşebilir. Zaman zaman anımsanırsa, duyarlılığı çoğaltır. Ayrılıktır sonuçta. Ben buna dayanamıyorum. Kim olursa olsun, her ölenle bir kez ölür, arkasından da birkaç kez ağlarım. O yüzden ‘hoşça kal’ sözünü, (çok hoş bir söz olmasına karşın) hoş bulmuyorum. Sanki, bir ölüm vedalaşması gibi geliyor bana. O yüzden elimden geldiğince az kullanırım ayrılıklarda. Hiç unutmam, Danimarka’dan bir okul geziye gelmişti. Yıl 1982. Öğrencilerden biri bizde kalmıştı, yer sorunu yüzünden. Liseli genç bir kızdı. On yaş kadar bir fark vardı aramızda. Ayrılırken de ağlamıştım, anımsadıkça ağlarım gene. Acaba öldü mü, yaşıyor mu? Bir daha hiç göremeyecek miyim? Yaşıyorsa, nasıldır? Oysa, hiçbir duygusal bağ yoktu aramızda. Üç gün konuğum olmuştu, o kadar. Yıllarca yazıştık. Sonra sustu. Şimdi, eyvah, bir şey mi oldu diyorum kendi kendime. Gözlerim halâ ıslanıyor. Evet, doğru… Bütün bunlar çelişiyor birbiriyle. Ama hem tekdüze bir insan olamazsınız, daha doğrusu olmamalısınız, hem de hiçbir var olanı silip atamazsınız. Yani, kendi aralarında doğrular da çelişebiliyor, hatta çatışabiliyor. Ama doğruların çelişmesi yanlış değildir. Doğrunun doğruyla çelişmesi de bir başka doğrudur. Öyle olmazsa karşıt anlamlı sözcüklerin, kavramların ve eylemlerin hiçbir anlamı olmaz. Belki dünyada doğru kalmaz. Yaşamdaki çeşitliliklerin değeri, tadı, güzelliği yok olur. Somut örneğe dönelim: Nietzche, Sartre, Çehov ve Bukowski… Dört dünya büyüğü. Dördü de birbiriyle çelişkide. Dördü de apayrı özelliklerde. Dördü de dünyayı dörde bölecek kadar okuyucuya sahip. Dahası, dördü de somut olarak var ve dördünün varlığı doğru. Dördünün çeliştiği de doğru.

TİN

 
Toplam blog
: 384
: 1684
Kayıt tarihi
: 02.05.09
 
 

Yazmayı, okumayı, paylaşmayı, özgürlüğü seven, "BİLGİ"lenirken, "BİLGİ"lendiren dünya insanıyım. Lai..