Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

kevser şekercioğlu akın

http://blog.milliyet.com.tr/kevser

08 Mart '09

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Döküntülü yaşamlar

Döküntülü yaşamlar
 

Bu resimde söylediğimden biraz fazla abartmışlar


Lüks bir hastanenin bekleme salonunda rastgele karıştırıyorum elimdeki derginin sayfalarını. İçim kıpır kıpır, içimde isim koyamadığım, henüz anlamlarını bilmediğim duygular var. Mutlu gözlerle seyrediyorum bizden başka bekleyen üç kişiyi. Biz; arkadaşım ve benden ibaretiz. Etrafımızdaki herkes güzel ve yakışıklı görünüyor gözlerime. Neden bilmem, devamlılığı olmayan bütün dergilere tersten bakmak gibi bir alışkanlığım var. Yine son sayfadan başlıyorum okumaya. Elektrikli Süperge/Emre Özgüder başlıklı bir sayfa çıkıyor karşıma. Evde birikenleri Atamamak başlıklı bir yazı. İşte benim alanım diyorum içimden. Benimki atmaktan yana ama. İşime yaramayan her türlü tabak-çanağı, belirli bir süreç içinde kullanmadığım her hangi bir kıyafeti, yepyeni olduğu halde bir ayrıntısına taktığım objeleri, insanları yaralamaktan-didiklemekten-incitmekten zevk alan akraba ya da yabancı hiç fark etmez hayatımdaki çıban şeklinde zonklatan insanları, ... hiç düşünmeden hayatımdan atmak gibi bir alışkanlığım var, içimdeki kıpırtıları da atarak okumaya başlıyorum yazıyı. Orhan Pamuk'un, Masumiyet Müzesi isimli kitabından bahsediyor. İlk ve son sayfasında mutluluğu anlatma biçimini yazıyor. Yazının tamamında üç cümle dikkatimi çekiyor ve gözlerim hemen bu üç cümleyi bold olarak görmeye başlıyor. Nesnelere de bu bağlamda sadece nesne özellikleri ile bakmamak gerek. Mutlu anlarınızın şahidi olan nesnelerle bağınız buradan. O anı ölümsüzleştirmek arzusundan, diyor sayfanın yazarı.


Kitabı okumadığım için insanın eşyalarla kurduğu bağlantıyı anlayamıyorum doğal olarak. Ama uzun yıllardır insanları çok dikkatli incelediğim için eşyalarla boğulmalarının nedenlerine kafa yordum daha çok. Neden kendilerine bu işkenceyi reva gördüklerine. Burada ince bir çizgi var, temiz ve düzenle biriktirilenlerle birlikte, eline ne geçerse bir yerlere sokuşturup evlerini çöplüğe çevirenler. Çok önce ruhuma yerleşen "At Kurtul" eylemiyle her iki açıdan da bahaneler bana yeterli gelmiyor. Verip azaltarak, sadece kullanacaklarını kullanarak da çok mutlu olunduğunu biliyorum. Atılmayan eşyaların, insana yüklediği o ağır yükle ve göz yormasıyla mı daha fazla mutlu olunur yoksa sadelikle mi diye düşünüyorum. Ayrıntısız ruhum sadelikten yana kullanıyor kartını. Bir şeyleri hatırlamak ve mutlu olabilmek için illa gözümün önünde bir nesnenin durması gerekmiyor ki! Anıların, tozlu raflar şekline dönüşmüş görüntülerine, sararmış kumaşlara, kokuşmuş-eskimiş-yıpranmış eşyalara, kullanılmamaktan iyice kurumuş ve şekli bozulmuş ayakkabılara, ... ne kadar ihtiyacı var acaba? Üstelik saklananların çoğu çul-çaputa dönmüşse.


Ölenlerimizi hatırlamak için onlardan küçücük bir çakmak-kalem-alyans-mektup-..., yetmiyor mu? Ya da hiç bir şey kalmadı bize bir şekilde bırakıp gidenlerden, beynimiz unutsa yüreğimiz unutur mu yaşanılanları? Ev değiştirsek hatta şehir, yaşadıklarımız-üzüntülerimiz-acılarımız-sevinçlerimiz kalır mı bırakıp geldiğimiz yerlerde? Bu kadar kolay mı? Bütün bir ömür boyunca yaşanan her şeyin her ayrıntısını saklamak ne kadar sağlıklı acaba? Bahar temizliklerinde bitmeyen çilelere dönüşmez mi sakladıklarımız? Biz ölünce kimin, neden, nasıl işine yarar o modası geçmiş döküntüler hiç düşündünüz mü? Biriktirilen her kullanılmayan eşya-kıyafet mutsuzluk resmi olarak yansıyor, saklandığı evin duvarlarına. Dolaplar dolusu üst-baş, ayakkabılar zamanında verilse ihtiyacı olan kişi ya da kurumlara, ihtiyacı olanlar kullanırken bilmeseler de kimin verdiğini bir güzellik getirmez mi yaşadığımız ortama? Tertemiz, pırıl-pırıl olmaz mı yaşadığımız mekanlar?


Döküntülerin içinde geçmişte bir yere takılıp kalanlar hayatın içinde bir adım ilerleyemezler diye düşünüyorum net bir biçimde. Ne yaşayabilirler gönüllerince, anlarını huzurla ne de etraflarında yaşayanlara huzur verirler. Yaşayamadıklarının faturalarını kendilerince ezebilecekleri insanların üzerine kesmeleri insafsızca ama bu böyle işte. Hep saklarlar eskileri-kullanılmayanları günü gelince kullanırız diye o gün hiç gelmez yıllar geçse de. Göremezler. O dağınıklık, yaşam biçimi halini alır kimseye belli etmeden ve kimsenin gücü yetmez değiştirmeye. Dağınıklıkları arttıkça, artar yüreklerinin fesatları... Eminim bir zamanlar güzeldi o döküntüler de ama zaman neyi aynı bırakıyor ki? Gençlik zamanlarının şahitlerini koruma çabası mı? İnanın anlayamıyorum. Ruhlar da ve beyinlerde bile zaman zaman temizlik yapılması gerektiğini yazmıyor mu okuduğumuz kitaplar? Ki nasıl da iyi geliyor her türlüsünden bahar temizlikleri ruhlarımıza.


Yemin ediyorum, doktorlar detokstan bahsetmeye başladıktan çok önce başlamıştım azalmaya. Öyle bir andı ki yaşadığım evimdeki her şey çul-çaput-tahta parçası gibi görünmüştü gözlerime. Bırakıp gidemeyecek kadar çoktu vazgeçemediklerim... Aslında her şey yaşadığı anda anlamlıysa bir değer, anlamı yoksa neye yarar... Yağmurlu günlere rağmen, sabahları hiç susmuyor bülbüller, bahçelerde ağaçlar çiçeklere vurmuş kendini, cemreler de düştü, eeee ne bekliyoruz fazlalıklarımızdan kurtulmak için? Açalım camlarımızı, tamam kalın yorganları kaldırmak için biraz erken olabilir ama evlerimize yeniden nefes aldırmanın tam zamanı. Yeniden didik didik edelim tüm çekmeceleri, dolapları, onlarında nefes almaya tazelenmeye ihtiyaçları var. İnanın, hem eviniz hemde kendiniz çok rahatlayacaksınız.

 
Toplam blog
: 374
: 869
Kayıt tarihi
: 15.01.07
 
 

1965 Akçakoca doğumluyum. Evli ve dört kız annesiyim, küçük bir kızın  anneannesiyim. A.Ü. Halkla..