Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Haziran '16

 
Kategori
Eğitim
 

Dokuz çocuklu bir ailenin kızı

Dokuz çocuklu bir ailenin kızı
 

“Olağanüstü öğretmenlerim vardı ilkokulda.                                                                                                 Çoğu Köy Enstitüsü mezunuydu. 

Çok idealist insanlardı. 

Oradaki eğitimi Amerika’daki en iyi                                                                                                              okullarda verirler mi; bilmiyorum.”                                                                                           

 Prof. Dr. Aziz SANCAR                                                                                                                            Nobel ödüllü bilim adamımız

               

 

                “Kızlar okursa ne olur?” başlıklı yazılarımda anlattığım öykünün kahramanı Fatma Kâhyaoğlu’nu daha yakından tanımak ister misiniz?

                Bu soruma olumlu yanıt vereceğinizi düşünerek anlatmak istiyorum:

                Bugün 51 yaşında olgun bir hanımefendi olan bu değerli kardeşim, 1964’te Alanya’da dünyaya gelir. Dernek Ailesi’nin dördüncü çocuğu olarak… (Alanya’nın Antalya ilimizin, deniz kenarında olan turistik bir ilçesi olduğunu söylememe gerek yok sanıyorum.)

                “Erkan, önceki yazılarında, bu kızımızın çok çocuklu bir aile içinde büyüdüğünü yazmıştın. Dört çocuk çok mu sence?” diye sorabilirsiniz.

                Hayır, bence de çok değildir dört çocuk. Nitekim, biz de dört kardeştik. Ancak Fatma’dan sonra beş çocuk daha katılmış ve dokuz çocuklu kalabalık bir aile olmuşlardır. (O yıllarda, Hüseyin Erkan, Ankara – Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda “doğum kontrolü”nü münazara konusu yaptı diye, bir zamanlar okul müdürlüğü, millî eğitim müdürlüğü yapmış yaşlı başlı meslektaşları tarafından, “Moskova’dan emir alıp belden aşağı ayıp konuları tartıştırarak” büyük günahlara girmekle suçlanırken, kadınlarımızın 9, 10, 12 çocuk doğurmak mecburiyetinde kalmaları, “bu vatanı ve milleti herkesten çok sevdiğini iddia eden öğretmenlerimizi” hiç rahatsız etmiyordu nedense.)

                Neyse efendim, konumuz bu değil. Biz dönelim Fatma kızımıza:

                Yedi yaşında okula başlayan Fatma, 1975’te Alanya – Atatürk İlkokulu’nu bitirir. Sonra… Sonrası evde, dokuz kardeş bir arada…

                İyi de, anne baba ile birlikte 11 kişilik bir aile… Ne yerler, ne içerler, nasıl geçinirler?

                Yalnızca ekmek yeseler, her gün en az 11 ekmek girmesi gerekir bu eve. Nerde bu yoğurdun bolluğu?  Fırını mı var, fabrikası mı var babanın?

                Böyle bir ortamda, küçük – büyük demeden, üç – beş kuruş kazanması gerekir; on yaşını geçen her çocuğun. Var mı başka çaresi?

                Fatma da ilkokulu bitirdiğine göre, artık hazır yiyici değil, karınca kararınca eve bir katkısı olması gerekmez miydi?

                Komşuları İlkokul Öğretmeni Zülfü Hanım’ın çocuğuna bakamaz mıydı? Akşamları, turistlere pazarlanan elbiselere dantel ve nakış işleyemez miydi? Yazın, pansiyonlarda temizlik yapamaz mıydı? Mevsimi gelince portakal, limon, mandalina toplayamaz mıydı?

                İki yıl boyunca, yukarıda saydıklarımızın hepsini yaptı; bu kızımız. Öte yandan da Zülfü Öğretmen’in O’na verdiği “Soru – Cevap” adlı bir “Sınava Hazırlık” kitabını koynunda taşıdı hep.

                Ve 1977’de, babasından habersiz, “Devlet Parasız Yatılı Sınavı”na kaydını yaptırdı. Sonuç mu?

                “Antalya Bölge Birincisi” olarak kazandı sınavı. Okulu, Akseki Şahinler Lisesi(Okuma uğruna, babasından gizlice Antalya’ya nasıl gittiğini, engel olmak isteyen babasının O’nu bulunca nasıl direndiğini anlatmıştım.)

                Akseki’deŞahinler Lisesi ortaokulunda okurken, İbrahim Ekmekçi gibi “gerçek bir öğretmen”i tanıma şansını yakalar. Yalnızca resim, yalnızca çizgi, desen, renk ve perspektif değil, çok şey öğrenir O’ndan.

                Giyinişi, duruşu, oturuşu, kalkışı gibi konuşması, nezaketi, öğrenciye sevgi ve şefkatle yaklaşımıyla da çok farklı bir öğretmendir O. Fatma kızımız, okulun tüm öğrencileri gibi birçok öğretmenden korkar ama İbrahim Ekmekçi öğretmenden korkmaz; sever O’nu.

                1980’de ortaokul biter. Yine bir sınava girer. Bu kez Antakya Sağlık Meslek Lisesi’nde “Parasız Yatılı” okuma hakkını kazanır. Ve bu liseden 1984’te, “Okul Birincisi” olarak mezun olur. Aynı yıl, Ankara Doktor Zekâi Tahir Burak Kadın Hastalıkları Hastanesi’ne ebe olarak atanır. (Okul birincisi olduğu için, ödül olarak istediği il ve hastanede göreve başlar.)

                Aynı yıl, üniversite sınavına girer. Puanı, Ankara Hukuk Fakültesi’ne giriş tabanından çok yüksek olduğu halde, Hacettepe Üniversitesi Sağlık İdaresi Yüksek Okulu’nu tercih eder.

                Niçin mi?

                Beş yıldır arkadaşlık yaptığı Aksekili Mehmet Ali Kâhyaoğlu, bu okulda okumaktadır çünkü.

Ve üniversite 2. sınıfa geçtiği yaz, evlenir O’nunla. (1985)

                “Eyvah!.. Üniversite öğrenimi yarım kaldı; desene!” diye telâşlanmayın hemen. Kim var sizin karşınızda?

                Dokuz çocuklu yoksul bir aile kızıdır O; kolay kolay pes eder mi! Hedefe ulaşmadan, döner mi hiç yarı yoldan?

                “Ama evlendi. İşi de var üstelik. Ve anlaşılıyor ki, eşi de yatılı okumak mecburiyetinde, maddi durumu iyi olmayan bir genç…” diyorsunuz, öyle mi?

                Fatma Hanım ne diyor, bakalım:

                “Gece ve hafta sonları hastanede çalışıp gündüz üniversitede okuyarak lisans eğitimimi dört yılda başarıyla tamamladım.” (1988)

                Ya,  gördünüz mü? İsteyince oluyormuş.

                Eşi, Amasya Devlet Hastanesi’nde çalıştığından, O’nu da, isteği üzerine, bu kuruma naklederler. Amasya’da dört yıl çalıştıktan sonra, memleketi Antalya’ya naklini ister. (1992)

                Antalya İl Sağlık Müdürlüğü Eğitim Şubesinde üç yıl “Dünya Bankası Projesi İl Eğitimcisi” olarak görev yapar. Sonra da Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Müdür Yardımcısı olarak atanır. (1995)

                Bu arada, 1987 ve 1993 doğumlu, büyüğü şimdi evli olan, iki oğlu olduğunu da belirtelim.

                “Daha başka ne yapsın bu hanım? Yaptıkları yeter de artar…” mı diyorsunuz?

                Ama o öyle dememiş. Antalya’da Hastane Müdür Yardımcısı olarak çalışırken, “Uzaktan eğitim programı” ile Ahmet Yesevi Üniversitesi Sağlık Kurumları İşletmeciliğindeyüksek lisansı”nı da tamamlayıvermiş.

                Şimdi ne mi yapıyor, bu hanım kardeşimiz?

                Tamam, onu da söyleyelim:

                “Kasım 2012’den bu yana, Antalya – Muratpaşa İlçe Sağlık Müdürlüğü’nde araştırmacı olarak çalışıyor.

                “Yaklaşık dört yıldır ne araştırmış, ne bulmuş?” diye sorarsanız, buna cevap veremem işte.

                Niçin mi?

                Bilmiyorum da onun için…

                Sahi, bunu bilmek hakkımız değil mi bizim?

                Ne düşünüyorum şu anda, biliyor musunuz?

                Diyorum ki, bir gün Antalya’ya düşerse yolum, Muratpaşa İlçe Sağlık Müdürlüğü’ne gideyim.  Gerçek kimliğimi gizleyip bu hanım kardeşimi işyerinde göreyim. Mesleği ve görevi ile ilgili uyduruk bir sorunumdan söz edeyim.

                Hastalara karşı nasıl davranıyor, ne gerekirse yapıyor mu, yoksa ilgilenmeden hiç, başından mı savıyor?

                Güler yüzlü mü, asık suratlı mı?

                Kibar mı, yumuşak mı; sert ve kaba mı yoksa?

                Mutlaka güler yüzlü, nazik ve görevini en iyi yapmaya çalışan bir hanımdır Fatma kardeşim.

                Öyledir, öyledir de. Ne olur, ne olur sanki, O’nun öyle olduğunu kendi gözlerimle de görsem!

                Yakın bir zamanda böyle bir olanak görünmüyor ufukta. Fatma Kâhyaoğlu’nu yakından tanıyan bir dost yok mudur Antalya’da?

                Hiç değilse, o anlatsa da öğrensek.

                Ne dersiniz, çıkar mı öyle bir yiğit?

                “Yiğit” dedimse ille de “erkek” demek istemedim. Ben öyle yiğit, öyle cesur hanımlar tanırım ki, “benim” diyen yüz erkeğe değişmem.

                Çalışkan, bilgili, fedakâr…

                Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen; anamız, avradımız, yârimiz” olan “kadınlarımız”a saygı duymayan hiç kimseye, rütbesi ve makamı ne olursa olsun hiç kimseye, ben de saygı duymuyorum.       

                Önder gazetesi yazarı Sayın Arzu Kök’ün, 15 Nisan 2016 günü yayımlanan yazısında, “Devletimizin ve ilgili kurumların kadınlar ve çocuklara karşı işlenen suçlar konusunda görevini tam yapmadığı”nı pek güzel ifade ettiği görüşüne aynen katıldığımı belirtmek isterim. Bu yazıyı okurken:

                “Fatma Kâhyaoğlu, Hacettepe Sağlık İdaresi Yüksek Okulu yerine, Ankara Hukuk Fakültesi’ni tercih etseydi keşke!” diye geçti içimden. Niçin mi?

                Gerçekten inanıyorsak, “Adaletin bir ülkenin temeli” olduğuna, çok iyi hukukçulara ihtiyacımız var bizim de, onun için…

                Ve o güçlü hukukçuları yetiştirecek Enis Türköz, Musa Okay, Şenay Can, Rıfkı Can, Zeliha Karakapıcı, Himmet Şahin, Mustafa Şanlı, Kâzım Yedekçioğlu, Burhan Albayrak veİbrahim Ekmekçi gibi idealist öğretmenlere…

                Necati Cumalı’dan iki dize ile bitireyim; bu söyleşiyi:

                “Bütün kötülükler geçer

                Yaşar iyi ve güzel olan”              

                                                                                           Hüseyin Erkan

                                                                              huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..