Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Şubat '09

 
Kategori
İlişkiler
 

Dokuz günlük aşk, neden anlatmalıyım?

Zaman çok çabuk geçiyor ve bunu anlayabilmem için 70 yaşına gelmem gerekiyormuş. Beni tanıyanlar her zaman inatçı olduğumu dile getirirlerdi, ancak haklı olduklarını şimdi, 70 yılın ardından kabullenebiliyorum.

Bu sabah can sıkıntısından ellerimi incelemeye koyuldum. Bilirsiniz insan yaşlandıkça daha az yapacak işi oluyor ve kendisiyle daha çok vakit geçirebiliyor. Tüm günümü resimlerimi, kitaplarımı, mektuplarımı ve anılarımı gözden geçirerek harcama lüksüne sahibim. Her gün aynı törenle aynı şeyleri yapmak canımı sıkmaya başladı. Ben de kendi kendime bir oyun yarattım. Her gün vücudumun bir yerini konu edinip, ve iyice inceledikten sonra onunla ilgili anılarımı hatırlamaya çalışacağım. Bakalım neler var onlara dair hatırlayabileceğim. İşin ilginç yanı; bu yaşıma geldim hala içimde muzurluk peşinde koşan genç bir kız yaşıyor.

Hafızam gidip geliyor dolayısıyla da konudan konuya atlama gibi bir huy edindim, umarım çok fazla unutkanlık yapmam da anlatmak istediklerimi doğru zaman dilimleri içerisinde anlatmayı başarırım.
Artık koltuğumdan tek başıma kalkamıyorum, sağ elim her zaman güçlüydü ancak son birkaç senedir titremeye başladı ve tek başıma zar zor yemek yiyebiliyorum.Yaşlı gözlerime gelince; onlar hayatım boyunca en iyi dostlarım olmuşlardır. Benim gibi çok okumayı seven birini asla yarı yolda bırakmadılar. Ancak artık onlar da zamana karşı koyamıyorlar ve gözlükler de fayda etmiyor. Ameliyat diyorlar fakat bu yaştan sonra maddi anlamda kimseye yük olmaya niyetim yok. Az da olsa okuyabilen bir çift göze sahip olabilmek için neleri feda etmezdim ki…

Sizlere yazma sebebimi açıklamaya niyetlendim, fakat bu aralar sıkça yaptığım gibi, konuyu dallandırıp budaklandırdım. Anlatmam lazım çünkü böylece huzura kavuşabileceğime inanıyorum. Yaşadıklarım belki çok önemli, fark yaratan ve mutlaka bilinmesi gereken şeyler değil, ancak paylaşmam gerekiyor. Bayramdan bayrama beni görmeye gelen torunlarım belki bu yaşlı bunak kadının anılarını okumak isterler, ve eğer isteyecek olurlarsa onlara bir şeyler bırakabilmeliyim.

Bu kadın ki bir zamanlar genç ve çok güzeldi. Bunu ben söylemiyorum, herkes tarafından söylenirdi. Ve ne yazık ki bu kadın ki, aşkı tadacak kadar şanslı, acıyı kırk üç yıl kalbinde taşıyacak kadar şansızdır. Benim hikayem burada başlıyor ve bitirmek için vaktim olacak mı inanın hiç bilmiyorum.

Her şeyden önce;

Geçmişe yolculuğumuza başlamadan önce hayatımla ilgili çıkardığım bir sonucu sizlerle paylaşmak istiyorum: Onu tanıyacağımı, o’na aşık olacağımı, ve yetmiş yıl onun acısıyla yaşayacağımı bilseydim eğer, ondan önce yaşadığım ve acı çektiğim tüm aşklarım için acı çekmezdim.

I. İlk Yolculuk – Ellerim

Parmaklarım hala ince ve uzunlar, tırnaklarım hala biçimli ve manikürsüz. Hatırlıyorum da ilk gençlik yıllarımda manikür yaptırmıyor olmamla övünür, tüm kız arkadaşlarıma güzel tırnaklarımı gösterirdim. İnsanlar gençliğinde hain olurlar, ben de öyleydim. Kızların hayranlıkla karışık kıskançlıklarını seyretmek garip bir haz veriyordu o zamanlarda. Şimdiyse ellerimdeki deri incelmiş, üzerlerinde lekeler çıkmış ve damarlarım çok belirginler. Hatta dikkatli bakınca damarlarımdan kanımın aktığını bile görebiliyorum. Zamanın bu kadar acımasız olduğunu görmek, bunu yaşamak inanın bana çok zor ve zor olduğu kadar kaçınılmaz da.

Ellerimi ilk ne zaman fark etmiştim? Oldukça küçüktüm sanırım, 12-13 yaşlarındaydım belkide ve bu keşifim, sağ avucumun en sağ köşesinde bulunan belirli belirsiz bir benle başlamıştı. O beni saatler boyu inceler, hayatımda ne gibi bir anlamı olduğunu keşfetmeye çalışırdım. Çocuk aklımla özel olduğumu ve bu benin de bunun kanıtı olduğunu düşünürdüm. Düşünüyorum da, ben, her zaman özel olmaya meraklıydım. Fakat şu an yetmiş yaşındayım ve iz bırakacak herhangi bir başarım oldu sayılmaz. Tabi mesleki kariyerim, yazdığım birkaç makale, çocuklarım ve torunlarımı saymazsak. Kaldık ki tüm bu saydıklarım, ciddi bir iz bırakmak için yeterli değildir. Bunca yılı özel olmadan yaşadığımı anlamak, ve öldükten sonra unutulacağımı bilmek içimi acıttı ama bu sonu yaşayacak olan tek insan ben değilim.

On beş yaşındayken, büyümenin de etkisiyle karşı cinse ilgi duymaya başlamıştım. Ancak benim ilgim romantik bir aşk hikayesinden ibaretti ve ellerimin burada rolü büyüktü. Her gece ellerim birbirini sımsıkı kavrar, iki sevgilinin elleriymiş gibi tutardım onları. Fakat bunu yaparken o his eksikti. Sevdiğiniz, aşık olduğunu adamın ellerini tutarken kalbinizim çılgınca çarpması lazımdır ve kendi ellerim bu etkiyi yaratamıyorlardı.

Üniversitede okumayı aklıma koymuştum. Başka türlü özgür olamayacağımı o zamanlarda kavramıştım. Özgürlüğümü elde edebilmek için, aşkı tadabilmek için okumam gerekiyordu. Bunun için de çok çalışmayı göze almıştım. Okursam eğer, ellerim aşık olduğum adamın ellerine kavuşacaktı bunu biliyordum…

İnatçı olduğum kadar sabırsızım da ben. Hatırlıyorum da ellerimin onun elerine kavuşması için, kalbimin o kanat çırpışını duyabilmek için can atıyordum. Artık üniversite öğrencisiydim ve geride sadece onun ellerini tutmak vardı. İngiliz Edebiyatı okuyordum ve Shakespeare’in duygu yüklü şiirleri beni benden alır, uzaklara, çok uzaklara götürürdü. Üzerimde ki çekingenliği henüz atamamış, karşı cinsle yakınlaşamıyordum ama ellerim onun ellerine kavuşmalıydı. O aklımdaydı hep ve açıkçası hiç onun kim olması gerektiğini düşünmemiştim. O olacaktı nasılsa, ve ben onu bulduğumda bunu anlayacaktım. Hep böyle olmuyor muydu zaten?

Okulda ki ilk yılımızın son günlerinde bir eğlence düzenlenmişti. Torunlarıma bakılırsa onlarda da bu gelenek sürüyormuş , tabi eğlence anlayışlarımız eminim çok farklı şimdi. Her neyse, bu eğlenceye kızlar sevgilileriyle katılacaklardı ve ben hala yalnızdım. Okulumuzun bahçesi büyüktü, çok büyüktü, çimleri vardı ve akşamları serindi. Eğlencenin heyecanından hırkamı almayı unutmuştum ve içkiyle aram olmadığından biz kızlara yakışan ufak bir likör içmiştim sadece. Anlayacağınız üşüyordum, ilk senemin son günleriydi ve hala flörtüm yoktu, ayrıca yaz okulunda kalmam gerekiyordu ancak param yoktu. Herkes deli gibi eğlenirken ben aslında mutsuzdum. O an onun beni bulması lazımdı çünkü ona ihtiyacım vardı.

Hayatım boyunca tüm dileklerim olmuştur diyebilirim.Eğlence gecesi de o anlardan biriydi bana sorarsanız. O zamanlar da dokuz ay sürecek olan bir ilişki beni bekliyordu ve bana göre dileğim gerçekleşmişti işte…

O arkamdaydı, haberim olmasa da beni seyrediyordu ve ensemde nefesini hissedebiliyordum. Üşüyordum, beni sevgilisi için yalnız bırakan kız arkadaşıma kızgındım ve en önemlisi diğer çiftleri seyrederek iyice umutsuzluğa kapılıyordum. Özgürlüğümün böyle olacağını düşünmemiştim ve hayal kırıklığına uğramak, on yedi yaşında ki bir kız için cidden zordur.

“Gördüğüm kadarıyla üşüyorsunuz ve eğer kabul ederseniz ceketimi seve seve size verebilirim?”

Arkamdaki erkeğin sesiydi bu ve bu güzel teklifi eden kişiyi görmek üzere döndüm.İşte o an onun olduğunu anlamıştım. Arkama döndüm ve sadece gülümseyebildim. Düşünüyorum da şapşal bir kız çocuğundan başa bir şey değildim. Ceketini aldım ve o an parmaklarım parmaklarına dokundu. Kalbim çarpmıştı, ancak o beklediğim şimşekler yoktu. Yoktu fakat bunu şimdi anlayabiliyorum, o zamanlar da bunu anlayabilecek olgunlukta değildim ki…

Her şey o ceketle başladı ve dokuz ay boyunca mutlu olduğumu düşündüm. O kadar mutluydum ki, tereddütsüz onun olmuştum. Kafam karışıktı, derslerim kötü gidiyordu ve sık sık kavga ediyorduk. Ama bunların önemi yoktu çünkü büyük aşkları büyük gel gitler beslerdi. Hem beni sevmese bana balık almazdı değil mi? İlişkimizin meyvesi o minik, turuncu Japon balığıydı ve o balığa da çok başlanmıştım. Ta ki bir gece beni terk edene kadar, gözüm dönmüştü, ellerim titriyordu ve hırsımı o minnacık Japon balığından çıkarmıştım. Madem aşkımız bitmişti, balığını da almalıydı. İlk aşkımla ilgili son hatırladığım sahne, elinde balığımızın olduğu kavanozla okulun giriş kapısında dikilmiş şaşkın gözlerle bana bakışıydı. O bakışta bir şey daha vardı, uzun yıllar sonra kavrayacağım bir şeydi bu: sonunda benden ayrılabilmiş olmanın verdiği rahatlama…Kolay değildi, bizim zamanımızda ilişkiler böyle kolay olmazdı ve ne olursa olsun onunla birlikte olmuştum, kendini bana karşı sorumlu hissediyordu. İlişkinin bu boyutu ayrılığımızı zorlaştırmıştı ama kurtulmuştu işte…

İnanması zor belki ancak tam tamına üç yıl onun arkasından ağladım. Ayrılığı kabullenemedim, bana geri döneceği günü bekledim ve sürekli ona ulaşmaya çalıştım. Ayrılığımızdan dolayı sürekli kendimi suçluyordum ve her gece ellerimi kenetleyerek uyumaya başlamıştım. O geri gelene kadar öyle uyuyacaktım. Ancak görüyorsunuz işte, ilk aşkım birkaç sayfadan ibaret şimdi.

Bunalımlı, fena halde aşık ve acı çeken genç bir kadın olan ben, yine de onu aramaya devam etti. Artık ilk aşkımın geri dönmeyeceğini kavramaya başlamıştım ve ikinci son aşkımı aramaya karar vermiştim. Aşka inancım sonsuzdu ve elbet beni bulacağından emindim…

Biliyorum ki tüm insanlar ilk aşkını hiçbir zaman unutmazlar. Bende unutmadım ve iyi ki yaşamışım diyebiliyorum. Hatta onu affettiğimi bile söyleyebilirim. Sonuçta aşkımızın bitmesi sadece onun suçu değildi. O zamanlarda deli gibi Onu arıyordum ve doğru kişi olup olmadığına emin olmadan kendimi teslim etmiştim.

Bizim zamanımızda aşk kolay değildi, bulunması da zordu yaşanması da. Aşkın yüreğinizde bıraktığı bir tat vardı ki anlatılmaz. Emin değilim ama gözlemlediğim kadarıyla bugünlerde aşk sadeleştirilmiş gibi. İnsanlar çabuk aşık oluyorlar, ve çabuk tüketiyorlar. Ayrıca sanki daha az acı çekiyor gibiler. Yetmiş yıldır aşktan dolayı içimde yaşanan fırtınayı düşünüyorum da, sanırım torunlarım ve diğerleri deli olduğumu düşüneceklerdir. Varsın düşünsünler, yine de aşkımı onlarla paylaşmaya kararlıyım. Ömrümün kalan yetmiş yılını götüren bu aşk, ben öldükten sonra da kalsın, kimse okumasa da yazılı kalsın.

.... Yalnızlığın yaşlılar için çekilmez olduğunu belirtmek zorundayım. Her ne kadar kulaklarımız duymasa, gözlerimiz görmese de yanımızda bir canlının varlığı zor geçen hayatımızı daha çekilir kılıyor. Ben şanslıyım çünkü benimle aynı yaşlarda olan arkadaşlarımla güzel bir huzurevinde yaşıyorum. Buna rağmen bazı sabahlar uyandığımızda arkadaşlarımızdan birinin daha öldüğünü görmek üzücü. Her ne kadar hepimiz kendimizi bu sona alıştırmış olsak da yine de insan buraya kazık çakacakmış gibi hissediyor. Hayatımız boyunca kim bilir kaç defa bu hayata lanet ettik ancak ayrılma zamanı yaklaşınca hüzünleniyoruz. Çocuklarımı ve torunlarımı seviyorum ve onlardan ayrılmak istemiyorum. Beni en çok üzen ise, kalbimde bunca yıldır taşıdığım bu aşk acıısyla göçüp gitmek olacaktır. Tek dileğim gelip benden özür dilemesidir. Beni aslında her zaman çok sevdiğini söylemesi ve ellerimi tutmasıdır son arzum. Uzun süredir ondan haber alamıyorum, belki çoktan öldü, ama kalbim dayanamıyor işte.

 
Toplam blog
: 125
: 1808
Kayıt tarihi
: 24.05.07
 
 

Bir gün elle tutulabilen, mürekkep kokusu içine çekilebilen GERÇEK bir gazetede köşe yazıları yaz..