Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Temmuz '20

 
Kategori
İlişkiler
 

Dolunayın Gümüş Gözyaşları

Güneş Helios ile Şafak Theia’nın kardeşi Ay, nam-ı diğer Selene, her zaman ki gibi, iki atla kuşanmış ışıl ışıl parlayan gümüş tekerlekli arabasıyla turlarken gökyüzünü, aşağılardan gelen bir kaval sesi duyar. Dağ başında; tek başına, ordan oraya zıplayan kara keçilerini otlatan çoook yakışıklı bir çoban görür. Gün boyu dağların tepelerinde mis gibi çayırlarda otlattığı sürüyü, gece kaval senfonisiyle dinlenmeye alan bu çoban, kendini de salar o mis gibi çayıra sere serpe.  Selene için bu görüş her gece, her gece tekrarlanınca, aşık olur gözlerini kamaştıran çoban Endymiona’a. Gece olunca da uzanır üzerine gümüş ışığıyla, sarmalar sevdiceğini. Ne zaman doğarsa doğsun, ilk sevdiğine gider koşa koşa ona ışıltılarıyla sarılmak için. Fakat hava şartları malum, bazı geceler zifir olunca hasretlenir yürekler.  Aşk bu tabi, sayılırken dakikalar, gün olunca geçen süre huzursuzluk başlar. Fakat bu korkulu bekleyiş geçiverir, ay görünür görünmez gökyüzünde. Hal böyle olunca her kavuşma bir öncekinden daha çok parlar, ışıl ışıl eder dağ tepelerini. Her ikisi için de sevgi, bu ışığın gücünde, ışıltısındadır. Elbette bu aşk kıskanılır ve sıradan bir insanın bu kadar güçlü bir varlıkla olan böylesi güzel sevgi bağı hazmedilemez. Ancak Jüpiter yani Zeus bu durumu uzaktan hoşnutlukla izler. Bu yüzden de çoban Endymion’a “dile benden ne dilersen” deyiverir,  aşık çoban da “bu muhteşem gecelerin ölümsüz bir uykuyla devamını dilerim” diye söyler dileğini. İşte o yüzden Selene, fırsatını bulduğu anda, o gümüş ışığıyla, yeryüzüne serilir, sevdiğine kavuşmak için.

Bu tutulma, Yunan ve Roma mitolojisindeki Selene ve Luna için bir aşk hikayesi olsa da, bugün ay yüzeyindeki bir kraterin sahibi olan, insan sağlığı için yeminler etmiş Hipokrat “gece boyunca terör, korku ve delilikle ele geçirilen kişi, Ay Tanrıçası tarafından ziyaret ediliyor” gibi kasvetli bir teşhisi koyabilmişti, ayda arsası yokken.

Yine de aşk dünyanın her yerinde olunca, İnka mitolojisinde Güneş İnti ile evli olan Ay Mama Quilla’ya bir tilkinin aşık olup yanına gittiğini söylerler mitolojilerinde. Elbette bu aşk da iz bırakır. Ancak bu kez ayın yüzeyindedir bu iz. Çünkü; sevdiceğiyle arasındaki mesafaye dayanamayan bu sevdalı tilki, aya gidince. Buna çok sevinen Ay Mama Quilla, sarılırken biraz fazlaca sıktığı tilkinin üzerine yapışan izini taşımak zorunda kalır. Ve gece karanlığındaki ışıl ışıl aydınlığın kaynağı, buna kahrolan Mama Quilla’nın gümüş gözyaşlarıdır. Belki bütün bu olanlara kızgınlıklarından, belki tilkiye olan özlemlerinden; her dolunayda uluyan ve bağıran hayvanları susturmak ve uzaklaştırmak için gürültü yapan inka halkının asıl korkusu, bu kızgın hayvanlardan biri ayı yutarsa o ışıl ışıl aydınlığın yok olup karanlıkta kalacak olmalarıdır, tıpkı zaman zaman bir hayvanı saldırına uğradığında karanlığa mahkum oldukları tutulmalarda olduğu gibi. Zaten karısının ışığını kıskanan Güneş Inti’nin onun üzerine bir avuç kül atmasına üzgün olan Inka halkı için ay; özellikle kadınların evliliklerini ve doğurganlıklarını koruyan şefkatli bir annedir.

Inka mitolojisinde içinde kıskançlık barındıran bu evlilikte, güneşin teri altının, bir avuç külle, ayı gümüş gözyaşlarına boğmasıyla, gökyüzündeki erkek egemenliği ışıklar arasında göz kırpsa da, biz hiçbir huzursuzluklarına tanık olmadık dercesine Afrika’nın batısında bambaşka bir hikaye anlatılıyor Güneş ile Ay’ın evlilikleri ile ilgili. En azından evliliklerinin ilk yıllarında yeryüzünde kurdukları çok güzel bir yuvaları olduğuyla başlayan bir hikaye. Bu yuva kurma süresince çok meşgul ve yoğun oldukları için görüşemedikleri en iyi arkadaşları Su ile tekrar bir araya gelmek için haber verirler;  “bize gel hem yuvamızı gör hem de hasret giderelim, çok özledik seni” diyerek. Bunu seve seve kabul eden Su, arkadaşlarını da getirip getiremeyeceğini ve sayıca fazla oldukları için yeterli yerleri olup olmadığını da sorar. Bunu hiç dert etmemesini, gerekirse arkadaşları için yeni köyler bile kurabilecek durumda oldukları söyler, Güneş. Gelmesi konusunda ısrarını özlemle dile getirerek.

Ve Su yola çıkar tüm arkadaşlarıyla. En küçük istiridyeden en büyük balinaya, en minik balıktan en büyük ahtapota kadar ne kadar arkadaşı varsa hepsi birlikte Güneş ile Ay’ın evine gürül gürül varırlar. Su, inşa ettikleri bu güzel köyün ne kadar etkileyici ve güzel olduğunu söylerken güneşe, köyün tamamı ve içindeki her şey yüzmeye başlar. Etrafa saçılan tüm deniz mahsullerinin işgali yetmezmiş gibi bir de su aygırının ezdiklerine artık tahammül edemeyen Ay çığlık atarak göğe doğru sıçrar. Etraftaki bu çılgın kargaşanın gürül gürül gürültüsünden Güneş, sesini bile duyuramadığı Su’yu olduğu gibi burada bırakarak karısın arkasından gökyüzüne çıkar. Bu olanlardan sonra artık sadece yukardan bakarlar, aşağıdaki her yeri göle, nehire ve denize çeviren Su’ya. Her şeye rağmen yine de Nazikçe bakan Ay’ın aksine, kızgın bir Güneş olarak.

Su ile gelenler arasında olması muhtemel bir Su samurunun arkadaşları ile yaşadıkları ise bambaşka bir Ay anlatıyor Hint mitolojisinde. Bu Su Samuru arkadaşları Maymun, Çakal ve Tavşan ile her gece, gün boyu yaşadıklarını birbirlerine aktarıp üzerinde tartışırlarken, insanların ne kadar duyarlı olduklarından bahsederler. Tavşan “biz de böyle olmalıyız” der ve aya bakarak “ayın tam da ortasındayız, o yüzden yarın insanlara yemek vermeliyiz” diye ekler.  Sabah Su samuru nehirden yakaladığı balığı söz verdiği için yemez, güneş batana kadar beklemek için eve götürür ve uykuya dalar. Çakal bulduğu bütün et parçalarını tıpkı Su Samuru gibi eve götürüp uykuya dalar. Maymun da devasa bir mango demetiyle diğerlerinin yaptığını yapıp, huzurlu hayallere dalar, yaptıklarının çok güzel olduğunu düşünüp. Hem zaten bu güzel düşüncelerle açlığa daha da kolay dayanılıyor diyerek.

Fakat Tavşan onlar kadar kolay bulamayınca ikram edecek yiyecek ya da verecek para.  Kara kara düşünmeye başlar. Ve “insanlara  benim yediğim gibi ot vermek yerine en iyisi kendimi yemek olarak vereyim” kararına varır. Bir bulut arkasına saklanarak tavşanı yakından takip eden göklerin Tanrısı Sakka (Indra), yaşlı adam kılığına girerek test etmek için Tavşanın karşısına çıkar. Bana yiyecek bir şey verir misin?” diye sorarak. Tavşanın “sadece kendim varım, benden bir yemek yapabilirsin” cevabı karşısında “böyle kutsal bir günde hayvan öldüremem der” yaşlı adam. “siz ateş yakın ben atlarım içine” diyen tavşanın bu cesaretini sınamak için teste devam eden yaşlı adam, bir takım sözler fısıldayarak bir ateş yakar. Ateş yanar yanmaz içine atlayan tavşan yanmadığını görünce şaşkınlıkla bakar yaşlı adama. Ve gerçek kılığına dönen Sakka, ateşi söndürür, bir dağın kovuğundan bulamaç yapıp ayın yüzeyine bir tavşan çizer. “Böylesi bir cesaret ve aşk tanrıların daha önce gördüğünün ötesindedir. Bu senin ödülün. Sonsuza kadar ayın yüzeyinde yaşayacaksın ve insanlar senin sayende “Başkalarına ver ki Tanrılar da sana versinler” diye hep hatırlayacak.

Her ne kadar Hint Mitolojisinde anlatılsa da, Ay yüzeyindeki tavşan, Amerika kıtasının ortasında Aztekler de, zamanla sayısı azalan Güneşlerden biri, kızdırınca tanrıları, suratına, terlik yerine tavşan fırlatılır. Bu yüzden gökte kalan iki güneşten birinin ışığı az ve yüzünde tavşan lekesi vardır.

Ancak buna rağmen 1969 da aya doğru yola çıkan Apollo 13 mürettebatına, meşhur Houston, ‘aya vardıklarında, 4bin yıldır çinli bir kız ile birlikte ayda yaşayan büyük bir tavşanı da aramalarını’ söyler. Kendi kıtalarındaki hikayeler yerine çin mitolojisindeki Chang’e hikayesini seçmiş olmaları belki yine bir aşk hikayesi yüzündendirbelki de kendileri aya giderden, çinin aya sadece tavşan göndermiş olmasıyla eğlendiklerindendir.

Kendisiyle dalga geçmek yerine bir söz hakkı tanınsa o tavşana belki de “gittim elbet ama sor bi niye gittim” diye anlatmaya başlar: Henüz dünyanın genç olduğu yıllarda gökyüzünde tam on güneş olduğunu ve bunun yeryüzündeki hayatı ne kadar kavurduğunu ve aşırı sıcaklıktan tüm canlıların nasıl zorlandığını. İşte tam o sıralar Hou Yi adlı yetenekli bir okçu çıkar ortaya ve yayını güneşlere doğru çevirip dokuz güneşi tam isabetle vurup uzaklaştırır göklerden. Artık kalan tek güneş ile rahatlar dünya. Elbette bunun da bir ödülü olur. Ve bu ödülü bahçesinde yetiştirdiği şeftalilerden ölümsüzlük iksiri yapan kraliçe anne  Xiwangmu verir. İksiri alan Hou Yi, sevgili eşinden ayrı kalmasına sebep olacak bu tek başına ölümsüzlüğü kabullenemez ve iksiri yatağının altına saklar. Fakat karısı Chang’e durumun farkında ve bir plan hazırlamaktadır. Bir gece sessizce iksiri alır son damlasına kadar afiyetle içerek ölümsüzlüğe doğru gökyüzüne uçar, arkasından koşan beyaz tavşanıyla birlikte.  Karısının yatakta olmadığını fark eden Hou Yi; gökyüzüne doğru uzaklaştığını görünce iksiri içtiğini anlar ve öfkeyle okunu fırlatır. Fakat öfke dengesini bozar ve hiçbir ok vuramaz Chang’e yi.  Zamanla öfkesi hasrete yenik düşen Hou Yi, ölene kadar her gece gökyüzünde görünen karısı Chang’e olan sevgisini göstermek için en sevdiği yiyecekleri çıkartır ışığının altına.

Çin mitolojisinde de olduğu gibi büyük bir çoğunluk için Ay hep kadın, Sümerlerde erkek olan Nanna haricinde. Duyguları, kadınlığı, doğurganlığı temsil ettiğini ve su burcu olan Yengeç’in de yöneticisi olduğunu boşuna söylemiyor Astroloji.

Her ne kadar Güneş ile Ay arasına girip, bir şekilde sevenleri birbirinden ayırsak da, kısacık süren bu ayrılık sonrasında kavuşmanın getireceği ışıltılardan da nasılsa yine biz sebepleniriz. Güzel olmasını dileyerek, tüm bu sebeplerin.

Birol Boyacıoğlu
Alfa-Bionerji Terapisti
brlbo.com
 
Toplam blog
: 56
: 123
Kayıt tarihi
: 14.01.17
 
 

Reklam ve Halkla İlişkiler ile başlayan profesyonel yaşama, değerli markaların hayat bulduğu iç m..