Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Haziran '11

 
Kategori
Bilim
 

DOM-Eki-4-Mantık çarpıklığı nasıl oluşmaktadır?

DOM-Eki-4-Mantık çarpıklığı nasıl oluşmaktadır?
 

Enerjinin zaman (ilerleme veya oluşum yönünde) içinde yapıcı veya yıkıcı davranması


MANTIK ÇARPIKLIĞI NASIL OLUŞMAKTADIR? 


1- ENERJİNİN KÖKENİ VE KUANTUM KAVRAMININ ORTAYA ÇIKIŞI 

İnsanlar doğadaki kuvvetlerin nasıl oluştuğunu hep merak etmiştir. Güçlü bir rüzgarı ele alalım. Rüzgar, atmosferdeki moleküllerin, daha sıcak olanlarının, daha soğuk olan yönünde hareket etmesiyle oluşur. Doğadaki her varlık davranışını kendine en yakın komşularının enerji durumlarına bakarak ayarlar ve enerji-düzeyi en düşük olan yönünde hareket eder. Tüm kuvvetler bu şekilde oluşur, yani enerji dediğimiz en temel öğeler (kuantlar) hep “minimum amplitude principle” ilkesine uyarlar. Enerjinin akışı ise kuvvet dediğimiz sürükleyici - taşıyıcı-eylem-yapıcı faktörü oluşturur. 


Maddeler anizotropiktirler, yani belli yönlerde, enerji geçişlerini kolaylaştırıp, belli yönlerde zorlaştırırlar. “İzotrop olmayan” anlamına gelen anizotropi teriminin anlamak için şunu düşünün: Doğada her yer düz değildir, bazı yerler sarp, bazı yerler az eğimli, bazı yerler düzdür. Böyle bir arazideki bir noktadan her dört yöne doğru birer ekibin yola çıktığını düşünün. Aynı hızda olan bu ekiplerin 5 saat sonra ulaştıkları mesafeleri bir harita üzerine işaretleyecek olursak, bazı yöndeki ekiplerin çok uzun, bazılarının çok kısa, bazılarının orta değerde bir mesafe kat edebildikleri ortaya çıkar. Gerek mineral gibi bizlere çok homojen görünen küçük yapılar, gerek galaksi gibi devasa boyutlu yapılar, gerek dünyamız gibi orta boyutlu yapıların hepsinde böyle anizotropik özellikler vardır ve içlerinden geçen enerjiyi, radyasyonları, vs., değişik yönlerde değişik hızlarda ileterek, kutuplaşma oluşumlarına yol açarlar. Örneğin bir kuvars minerali içinde ilerleyen bir enerji dalgası, bir yönde çok hızlı, diğer yönde az hızda ilerler. Yani enerji aktarımında, varlıkları oluşturan atomların diziliş şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler oluştururlar. Bunun sonucu mineral içinde değişik yerlerde değişik oranda enerji depolanmış olur. Bu olay yerkabuğundaki tüm mineraller ve kayaçlarda gerçekleşir. Böyle olunca da, doğadaki tüm varlıklarda bir yönlenme, dolayısıyla değişik türlerde kuvvet oluşumunu tetikleyici bir yapısallaşma oluşmuş olur. 


Doğa ve dünya dinamik bir sistem olduğuna ve dinamik sistemler de “information & self-organisation” olarak özetlendiğine göre, “information = bilgi” varlıkların yapı ve dokusuna işlenmiş “iç-güdü” olur. Yani “bilgi” dediğimiz şey, doğadaki yapıcı (veya yıkıcı) olan kuantsal enerjinin gideceği yönü ve hızı belirleyen yapısallaşmalardır. 


Maddelerin yapı-ve-dokuları, onların davranışlarını belirleyen bilgiler içerir. Bu nedenle enerji (dalga vs. şekillerde) maddelerden geçerken, maddelerin depoladıkları bilgilere göre farklı yönlerde farklı hızlarla ve farklı oranlarda ilerlerler. Bunun sonucu olarak doğadaki enerji dağılımı çok farklılaşır ve maddelerde gerilimler ortaya çıkar. Ortaya çıkan gerilim türüne göre maddeler tekrar değişime uğrarlar, vs. Volkanik faaliyetler, depremler, faylanmalar hep bu şekilde oluşurlar. Yani kuvvet dediğimiz, enerjinin daha ekonomik konumlu bir yere akması olayı, varlıkların yapı ve dokularının değişimleri şeklinde yapısallaşmaya dönüştürülmüş bilgilere göre oluşmaktadırlar. Bu olgu, yani maddelerin anizotropik olmaları çok, ama çok önemlidir, çünkü doğa ve dünyadaki tüm oluşumlar, varlıkların yapısal-dokusal durumlarına işlenen bu kutuplaşmalara dayanılarak oluşturulmaktadır. 


Doğadaki enerji-madde etkileşimi, en ekonomik sistemler oluşturulması (maximum informatin principle + minimum amplitude principle) yönünde devam eder gider. En ekonomik sistem oluşturma yarışı, doğadaki tüm varlıklar arasında sürekli yaşanan yarışmaların-çatışmaların temel nedenidir. Bizler bir şey yapabilmek için gerekli şu kadar enerjiyi, besin kaynağımız olan bitki veya hayvanlardan alırız. Ancak kimi insan aynı kiloda bir bedenle ve aynı miktarda besinle 30-40 kglık bir ağırlığı kaldırabilmekte, kimi insan 100-150 kg kaldırabilmektedir. Bu nedenle canlılar arasında hep, en ekonomik şekilde daha fazla iş yapabilme yarışı vardır. 


Şimdi aşağıdaki linkte verilen makaleyi okumanız gerekiyor. Yazıyı kısa tutmak gerektiğinden burada tekrar yazmıyorum.
http://blog.milliyet.com.tr/DOM__2___Enerjinin_kokeni_ve_kuantum_kavraminin_ortaya_cikisi/Blog/?BlogNo=271369 

2- BİLİM ADAMLARINDA BİLE GÖRÜLEN MANTIKSIZ DAVRANIŞIN NEDENİ NEDİR? 

Her türlü iş veya eylem enerjiyle yapılır. Doğada enerjinin nasıl oluşup-geliştiği konusunda temel bir bilgisi olmayan atalarımız, doğadaki büyük kuvvetlere bakmışlardır; örneğin rüzgar, deniz dalgaları, volkan patlaması, deprem çok güçlü kuvvet göstergeleridir. Güneş ise, bitmez tükenmez bir enerji kaynağı, bir ısıtıcıdır. Dolayısıyla bu tür kuvvet veya enerji kaynaklarının her biri bir “tanrı” olarak tanımlanmıştır. Daha sonraki asırlarda, bu kuvvet ve enerji kaynaklarının birbirleriyle ilişkili ve bağlantılı olduğu, doğadaki olaylar ve oluşumlarda bir denge-düzen bulunduğu düşünülerek, tüm bu kuvvet ve enerjilerin tek bir kaynaktan kökenlendiği düşünülmüş ve “tek tanrılı dinsel görüşler” oluşturulmaya başlanmıştır. 


Tüm bu tasarımlarda, doğa ve dünya dinamik bir sistem olarak düşünülmemiştir. Yani bilgi oluşturarak ve çevresini algılayarak kendi-kendini yönlendiren bir sistem asla düşünülmemiştir. Tersine tepedeki görünmez bir varlığın her şeyi planladığı ve o plana göre işlerin oluşup-gerçekleştirildiği bir sistem düşünülmüştür. Tüm insanlık binlerce yıldır bu tür bir doğal sistem anlayışıyla davranmaya şartlandırılmıştır. Bu şartlanmışlığa bilim adamları dâhildir. 


Şimdi bilimsel verileriyle bilim adamlarındaki bu şartlanmışlığı gözler önüne sereceğim.
Şu adresteki bir video-filminde,
http://www.youtube.com/watch?v=IwicOvKvKUg
fizikte çift-yarık deneyi olarak bilinen deneyler anlatılmakta ve foton elektron gibi kuantsal öğelerin ya bir madde (parçacık) gibi, ya da dalgalanma gösteren bir öğe gibi davrandıkları belirtilmektedir. Ne zaman madde (parçacık), ne zaman dalga şeklinde davranacağının ise şu faktörlere bağlı olduğu gösterilmektedir: 


>1- Kuantsal öğelerin önünde tek bir seçenek varsa, öğe madde (parçacık) davranışı gösteriyor;
>2- Kuantsal öğeler takip edilmek-izlenmek-gözlenmek istendiklerinde, madde (parçacık) davranışı gösteriyorlar;
>3- Kuantsal öğelerin önünde fazla seçenek varsa, veyahut kendilerini gözlemek-izlemek isteyen yoksa, dalga özelliği gösteriyorlar. (Yani dalga-boyları ile çevre faktörlerini ölçüp-biçerek bir olasılık hesabı yapıyorlar ve çıkan sonuca göre davranıyorlar, ki buna fizikçiler girişim yapma = interference diyorlar.) 

Filmde belirtilmeyen bir noktayı burada özellikle vurgulamak gerekirse, o da şudur: Kuantsal öğeleri izlemeye-gözlemeye çalıştığınız detektör bozuksa, kuantsal öğe bu bozukluğu dahi çok hassas bir şekilde algılıyor ve o oranda bir dalga veya madde davranışı sergiliyor. Örneğin detektör %60 bozuksa, elektron %60 dalga, %40 madde (parçacık) davranışı sergiliyor. 

Sonuçta fizikçiler şu saptamayı yaparlar:
“Elektron sanki izlendiğinin farkındaydı. … Gözlemci yalnızca gözleyerek dalga fonksiyonunu çökertti” 

Şimdi su soruya yanıt vermeye çalışalım.
>- Elektronun dalga şeklinde veya parçacık şeklinde davranması olayını gerçekleştiren, biz insanların yaptığı bir (alet) detektör mü, yoksa elektronun kendisi mi? 

Bu soruyu yanıtlarken, detektörümüzün ne kadar sağlam veya bozuk olduğunu saptayanın da elektron olduğunu unutmayın! 

Sorunun cevabı basittir: Elektronun dalga veya parçacık şeklinde davranması olayını gerçekleştiren elektronun bizzat kendisidir! 

“Elektron sanki izlendiğinin farkındaydı.” Bu cümledeki “sanki” sözcüğü bir şartlanmışlık ürününden başka bir şey değildir. Elektron izlendiğinin farkındadır! 

Olaylar deneylerde gözlemlendiği şekilde gerçekleştiği halde, fizikçiler neden hala “Elektron sanki izlendiğinin farkındaydı. … Gözlemci yalnızca gözleyerek dalga fonksiyonunu çökertti” şeklinde bir yanıltıcı ifade kullanmaktadırlar? 

Bunun nedeni şudur: Doğadaki oluşturucu güç sisteminin en tabandaki kuantsal öğelerle başladığı gerçeğinin deneylerle ıspatlanmış olmasına rağmen, geleneksel tepeye bağımlılık şartlanmışlığı nedeniyle, insanlar bir türlü bu gerçeği kabul edemiyorlar. 

Peki, insan da doğal sistemin bir parçası ve doğal sistem kurallarına göre davranmak zorunda olduğuna göre, doğadaki bu sistem insanların neden bu kadar mantıksız ve şartlandırılmış olmasına olanak tanıyor? 

Doğa ve dünya dinamik bir sistemdir ve bu dinamik sistemde hiçbir şey sabit değildir, her şey sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Doğadaki bu dinamik sistemin nasıl işlediği, fizikçilerce son 15-20 yıldır açıklanabilir olmuş ve “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziğinin temelleri atılmıştır. 

Kuantum fiziği deneylerinin gösterdiği üzere, varlıkların en temel bileşenleri olan atom-altı-öğeler ölü-cansız varlıklar değil, tam tersine, cıvıl-cıvıl sürekli hareket halinde olan ve çevrelerini sürekli kolaçan edip, olasılık hesapları yaparak, neyin neye dönüştüğünü algılayıp, gelecekte hangi sisteme yatırım yapacaklarına karar veren varlıklarıdır. 

Kuantum fiziği deneyleri, atom-altı-öğelerin şu temel davranışlara sahip olduklarını göstermişlerdir:
>1- Her zaman en kestirme yolu seçerler;
>2- Her zaman en ekonomik konuma göçerler;
>3- Çevresindeki varlıkları algılayıp, kendisine bir hedef gösteriliyorsa, o hedefe giderler;
>4- Her zaman tüm olasılıkları hesaba katarlar;
>5- Pozitif-negatif değerleri arasında bir dalgalanma hareketi içindedirler. Bu hem yapıcı, hem yıkıcı işlev görebilme anlamını taşır. Ne oranda yapıcı veya yıkıcı davranacakları kendilerine gösterilen hedefe bağlı; hedef gösterilmiyorsa, yapacakları olasılık hesabı sonucuna bağlıdır. 

Kuantlar tüm yapıcı veya yıkıcı güçlerin kaynağıdır, gösterilen hedefe göre davranırlar. Hücreler kuantsal enerjiyle işlem yaparlar. Her hücrenin hedefi farklı olduğu için, kuantsal enerji paketçikleri, bir hücre tarafından yapıcı kullanılırken, bir başka hücre tarafından yıkıcı olarak kullanılır. Bu durum yukarı doğru tüm üst-sistemlerde (hayvanlarda, bitkilerde, vs) da aynen devam eder. Bu nedenle, her insan farklı davranır. Kimi yapıcı, kimi yıkıcı olur; kimi öldürür, kimi yardım eder. İnsanların bu davranışlarının bilançosu, uzun vadede çıkarılır ve doğal sistem uygun davranıp, “minimum amplitude principle” ilkesine uyanlar tercih ve teşvik edilirken, diğerleri elenirler, çünkü kuantsal öğeler hep en ekonomik yapısallaşmaları tercih edip, diğerlerini terk ederler. Doğadaki yaşamın bu şekilde ilerlediği, paleontolojik bulgularla doğrulanmaktadır (bak Gedik 2008). 

>6- Kuantsal öğelerin parçacık veyahut dalga şeklinde davranmaları arasında şu fark vardır: Parçacık şeklinde davranış içine giren bir kuantsal öğe, belli bir moment (enerji düzeyi) ile hedefe gider. Örn. Bu değer 2 eVolt olsun. Bu kuantsal öğe, serbest davranış halinde, yani dalga boyuyla çevre koşullarını değerlendirerek davranışını belirleyecek olduğunda sıfır ile 4 arasında değişen bir enerji düzeyiyle davranır. Yani çevre koşullarının uygun olduğu durumda, 2 eVolt yerine (2nin karesi) 4 eVolt değerinde bir katkı ortaya koyar!
>7- Süperpozisyon denilen bir özellikleri vardır ve hem-yapıcı hem-yıkıcı özelliği aynı anda sahipmiş gibi davranırlar.
>8- Spin denilen özel bir döngü sistemine sahiptirler. Bu döngü sistemi, onların elektromanyetik alanlar (yani yeni etkileşim sistemleri, yeni kuvvet türleri) oluşturabilmelerine yol açar. Spin yönlerinin değiştirilmesiyle elektromanyetik kuvvet alanları ve yönleri de değişir. (Bu olayı daha iyi anlayabilmek için elektrik elde edilen dinamoları düşünün!) 

Kuantum fiziğinin bu temel bilgilerinden sonra, doğada geçerli olan dinamik sistem ilkelerinden bazılarını görelim. 

Tüm kuvvet ve enerjiler kuantsal sistemden kökenlenirler. Bunun böyle olduğu nükleer enerji sistemlerinin hayatımızda yer almalarıyla, yani kuantum fiziğinin ortaya çıkışı ve Einstein’ın (E=mc2) ilişkisini keşfiyle anlaşılmaya başlanmıştır. 

Kuantsal enerji önce atom dediğimiz kimyasal elementlerin yapılarına aktarılmıştır. Biz bu gün H-He veyahut Uranyum gibi elementlerde depolanmış kuantsal enerji paketçiklerini ayrıştırarak nükleer enerjiden yararlanırız. 

Daha sonra canlılar aleminin gelişmesiyle, güneşten gelen kuantsal enerji paketçikleri (fotonlar), fotosentez yapan organizmalar tarafından şeker gibi büyük moleküller içinde depolanmaya başlanmışlardır. Fotosentezle oluşan bu şeker molekülleri başka organizmaların hedefi olmuş, onlar bu maddeyi başka şekillerde moleküllere dönüştürerek, yeni enerji depolanma türleri ortaya çıkarmışlardır (çeşitli böcekler, bitkiler, hayvanlar, vs ortaya çıkmıştır.) 

Ve bu şekilde, kuantsal enerji atomlar, moleküller, makromoleküller, vs şeklinde sürekli yeni tür yapısallaşmalara büründürülmüştür. Enerji sürekli olarak yeni yapısal modüllere bağlanmakta ve bu şekilde farklı şekillerde depolanmış olmaktadır. Bu nedenle, bir gün önce (A) tipi bir yapısallaşma içinde depolanan enerji, ertesi gün (B) tipi bir yapılanmaya aktarılmış olabilmektedir. Bu şekilde sürekli bir değişim-dönüşüm sistemi ortaya çıkmaktadır. En temeldeki canlılık birimi olan kuantsal öğeler ise, sürekli en ekonomik yapısallaşmalara göç ettiklerinden (tünelleme etkisi, http://blog.milliyet.com.tr/Dom__4___Kuantlarin_Temel_ozellikleri__2/Blog/?BlogNo=271715
dinamik bir doğal sistem ortaya çıkmaktadır. 


> Her şey enerjiyle yapılabildiğinden, dinamik sistemli doğada tüm varlıklar (özellikle canlılar) enerjinin nerde depolandığını ve onlardan nasıl yararlanacağını takip etmek zorundadırlar. 


>Her şey bilgi ile yapılabilindiğinden, tüm varlıklar hangi tür enerjinin hangi tür yöntemlerle en ekonomik şekilde yapılacağı bilgilerini toplayıp, bu bilgileri depolamak zorundadırlar. 


İşte bu şekilde information & self-organisation denilen dinamik sistemler ilkeleri oluşturulmaya başlanır. Dinamik sistemler teorisiyle uğraşan fizikçilerin saptadıkları temel ilkeler şunlardır: 

Atraktor (Çekici): Dinamik sistemlerde, bir öğenin gideceği hedef, veyahut kullanacağı enerji kaynağı türü.
Düzen-ölçütü (order parameter): Dinamik sistemlerde öğelerin, değişen çevre koşullarına daha iyi uyum sağlayabilmek (yeni bir attractor’a ulaşmak) için ne tür değişiklikler yapılması, daha az enerji harcayan bir duruma geçmeleri ve rahatlamaları için birbirleriyle anlaşarak oluşturdukları ortaklık ilkeleri.
Karşılıklı bağımlılık (circular causality): Kuvvet alanları birbirlerine eklenip-çıkarılabilir özellikli olduğundan, yeni oluşan bir varlığın oluşturduğu kuvvet alanı, diğer tüm varlıkların oluşum koşullarını da otomatik olarak etkiler. Bu nedenle tüm varlıklar karşılıklı olarak birbirlerinden etkilenirler. (Bu nedenle beynimizdeki her bir hücre en az on bin farklı faktörü dikkate alıp, bir olasılık hesabı yapar ve tek bir sonuça ulaşır.)
Kontrol parametreleri: Dinamik sistemlerde öğelerin dikkate almak zorunda oldukları çevre faktörleri dizinidir. (Doğadaki oluşumlarda, bir çok varlığın yaydığı sinyaller de etkilidirler, katalizör etkisi)
Maksimum Enformasyon Prensibi: Dinamik sistemlerde, değişen koşullara uyum sağlamak amacıyla varlıkların çevrelerini algılayıp, kendilerini bu koşullara uyumlu hale sokabilmeleri için gerekli bilgi oluşturma dürtüsü.
Simetri kırılması (symmetry breaking): Mikroskobik sistemlerden makroskobik sistemlere geçişlerde, yani alt-sistemlerden üst-sistemlerin oluşturulmalarında, üst-sistem içinde birleşmeyi sağlayacak yeni kavramların -kuvvet alanlarının veya değer yargılarının- oluşturulması.
Köleleşme prensibi (slaving principle): Dinamik sistemlerde öğelerin daha ekonomik bir duruma geçmek için oluşturdukları ortaklık ilkelerine uyulmaya zorlayan faktör.
Sabitleştirme (Solidifikasyon):
Üst-sistem içinde birleşmeyi sağlayacak yeni değer yargılarının kalıcı olmalarını sağlayacak şekilde sabitleştirici işlemler yapılması.
Bu “Simetri-Kırılması+Köleleştirme+Sabitleştirme” üçlü faktörünü, terimlerin ilk hecelerinin birleştirilmelerinden oluşturulan SimKırKölSab kısaltması ile gösterelim. 

Bu son üç ilke kuantsal sisteme ait olan yapma veya yıkm 

a yeteneğinin kullanılma amacına uygun olarak üst sistemlerce kullanılmasındaki işlevleri düzenlemek amacına yöneliktir.
Şimdi bu üçlü faktörü daha iyi anlayabilmek için canlıların davranışlarındaki rolünü görelim. 


Bir çocuk büyüdüğü çevrede konuşulan birkaç dili otomatik olarak hem de yöresel şive ve aksanıyla kolayca öğrenir. Tek bir dil ile yetişen bir çocuk, daha sonra başka bir yabancı dil öğrenebilir, ama asla orijinal aksanıyla öğrenemez. İşte bu olay SimKırKölSab üçlüsünün bir sonucudur. Çocukluk evresinde simetrisi kırılan ve ona göre köleleşip- sabitleştirilen hücreler arası bağlantılar, çocuk büyüdükten sonra değiştirilip, eski ilk şekline göre oluşturulamazlar. 


Bu durum, doğadaki değişim-dönüşümlü sisteme uyum için hücrelerin (varlıkların) oluşturdukları temel bir davranış ilkesidir. Sürekli değişim-dönüşüm içindeki doğal sisteme uyumlu olmak şartı var ve bu şartın koşullarının kabul edildiği an, canlının doğaya ilk adımını veya adımlarını attığı zaman olarak belirlenmiştir. Bu nedenle, bir civ-civ yumurtadan çıktığı anda çevresinde gördüğü ilk canlıyı, kendisine en yakın varlık kabul eder ve ömür boyu onun peşinden gider; bir karınca larvadan çıktığı anda algıladığı kokuyu, ait olacağı koloni olarak kabul eder, vs. 


Hücreler oluşturacakları bedenlerin davranışlarını belli amaç ve hedeflere yönelik olarak ve o şekilde davranmalarını sağlayacak şekilde sabitleştirme ve köleleştirme yapmak zorundadırlar. Bu sabitleştirme ve köleleştirme işlemleri büyümenin ilk evrelerinde (genel hatlarıyla çocuklukta) yapılmaktadır. Bir çocuğa, ‘doğadaki oluşturucu-yönlendirici kuvvet varlıkların dışındaki bir sistemden gelir’ şeklinde bir işletim devresi yerleştirildiyse, hücreler ona uygun sinirsel işletim devreleri oluştururlar ve bu şartlanmışlık hep devam eder. Fizikçi, biyolog, paleontolog, vs. gibi bilim adamlarının mantık dışı yorumlarda bulunmalarının temel nedeni bu SimKırKölSab faktörüdür. (Belli bir dinsel inançla yetiştirilirmiş kişiye, “başörtüsü” takılmayacak şeklinde bir yasaklama getirilmesi, doğadaki oluşum mekanizması konusunda hiçbir şey bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Siyasetçilerin DOM sistemi bilgilerine sahip olmaları bu nedenle şart ve gereklidir. Bu konunun ilgililere duyurulması yararlı olacaktır.) 


Dinamik sistemlerde her yeni oluşturulacak üst sistemde geçerli olacak düzen ölçütü (=order-parameter, ki buna insanların paradigması da denir) bileşenleri üzerinde köleleştirici etki yapar. İnsanlar geleneksel olarak bilinci ve bilinçli davranışı sadece insan ve insan-üstü varlıklara özgü bir özellik olarak kabul etmiş ve bunu insanlarda değişmez bir paradigma olarak yerleştirmiştir. Bu nedenle insanlar sadece atom-altı-öğeleri değil, hücreleri bile bilinçsiz ve bilgisiz davranış içinde görmeye şartlandırılmışlardır. 


Böyle bir şartlanmışlıkla sabitleştirilen nöronal devreler, bu şartlanmışlığı değiştirmeye yanaşmazlar ve hep yan yollar, kaçamaklar bularak, olayları açıklamaya çalışırlar. Bu bilim adamları için de geçerlidir. 


Bir astrofizikçi olan Halton Arp (1998) bilim adamlarının bu şartlanmışlığından o kadar çok çekmiştir ki, bir kitabının adını ‘her şeyi kızıl görme” anlamında “Seeing Red” koymuş ve bilimsel argümanlarla bilim adamlarının ne kadar mantıksız davrandığını sergilemiştir. Arp (1998, s. 228) “Biri doğru, diğeri yanlış olan iki seçenek arasında, yanlış seçenek geleneksel görüşe uygunsa, bilim adamlarının yanlış olanı seçeceklerini kesinlikle iddia edebilirim. Çünkü bu konuda önemli nokta, paradigma değişimidir ve geleneksel bilim dünyasında paradigma değiştirilmesi yasaklanmıştır” der. 


İşte insanların mantıksız davranışlarda ısrar etmelerinin nedeni budur. Yobazlık kavramı, geleneksel görgü ve bilgilerin etkisi altında kalarak, değişen doğa ve dünya koşullarına uygun davranmama anlamında kullanılan bir kavramdır. Yani yobazlık denilen kavram bilim adamları arasında (ve de “aydın insan” denilen grup içinde) tam manasıyla yaygındır. Ve bunun nedeni de, hücrelerin dinamik sistemler fiziğinin köleleştirme + soldifikasyon (sabitleştirme) ilkelerine uygun davranarak, oluşturdukları bedenlerin davranışlarını çocukluk evresindeki koşulları ön plana alarak sabitleştirmiş olmalarıdır. Bu nedenle gelenek ve göreneklerini sorgulamayı göze almayan toplumların kalkınmaları hep gecikmeli olmaktadır. 


3- VARLIKLARIN OLUŞUM SÜRESİ 


Atom, molekül gibi temel yapıtaşlarının nasıl bir araya geldikleri, dinamik sistemler fiziği adı verilen ve son çeyrek asır içinde gelişen bir bilim dalıyla aydınlatılmıştır. “Information & self-organisation = bilgi edinme ve bu bilgilere göre örgütlenme” olarak özetlenen bu fizik dalı, doğa ve dünyamızdaki değişim-dönüşümlerin tamamen bilgi edinilerek gerçekleştirildiğini ve varlıkların en temel yapı-taşlarının bilgi-oluşturan öğeler olduğunu ortaya koymuştur. 


Doğadaki bu dönüşümler ise milyarlarca yıllık süreçlerde ancak gerçekleşebilmişlerdir. Yaklaşık 14 milyar yıllık evrenimizde, Fe, Si, Cu, C, N gibi 92 temel elementin oluşması evrenimizin ömrünün yarısını almıştır. Dünyamız yaklaşık 4.6 milyar yıl önceleri oluşabilmiştir. Dünyamızdaki ilk canlı varlıklar (çekirdeksiz prokaryotik bakteriler) yaklaşık 3.5 milyar yıl önceleri; ilk çekirdekli tek hücreli canlılar yaklaşık 2 milyar yıl önceleri; ilk çok hücreli hayvanlar yaklaşık 700 milyon yıl (Ma) önceleri; ilk kabuklu-iskeletli hayvanlar 550 Ma, koloni şeklinde yaşayan hayvan toplulukları 500 Ma; sürüngenler yaklaşık 300 Ma, kuşlar yaklaşık 200 Ma, günümüz memeli hayvanları 50-60 Ma önceleri ancak oluşabilmişlerdir. İnsan dediğimiz “bilgi oluşturmaya en fazla önem veren bir memeli hayvan türünün” 1-2 miyon yıl önceleri oluşturulmasıyla günümüze gelinmiştir (bak DOM-dizini).
http://blog.milliyet.com.tr/Dom__10___Bilginin_Ussel_Olusumunun_Anlami_Ve_Sonuclari/Blog/?BlogNo=273157 

Görüldüğü üzere, atom-altı parçacıkları, atom-molekül-hücre gibi temel öğelerin birleşerek, daha ekonomik yeni varlık kombinasyonları şeklinde birleşebilmeleri çok uzun süreçlerde ancak gerçekleşebilmişlerdir. 


Yani doğada hariçten gelecek bir emir veya yönlendirmeyle anında bir oluşum yoktur; oluşumlar için kesinlikle varlıkların karşılıklı olarak birbirleriyle anlaşıp-uzlaşması, uyum içine girebilmesi şarttır. Bu nedenle doğadaki oluşumlar binlerce veya milyonlarca (bazen milyarlarca) yıl gerektirmektedir. 


Tüm varlıklar bileşenlerinden kökenlenen içsel bir hayat dürtüsüyle dinamik sistemler yasalarına uygun olarak tavuk-yumurta döngüsü içinde yönlendirilirler. Tavuklar yumurtalara bağımlıdırlar, yumurtalar moleküllere ve moleküller atomlarına bağımlıdırlar. En temeldeki atom-altı-parçacıkları ise çevrelerindeki her şeyi algılarlar ve ona göre davranırlar ve aynı zamanda da, evrensel ölçekte anında etkileşimlerle evrensel düzeyde bir dengeleme ve uyumluluk sağlarlar. Dinamik sistemlerin gelişimleri “Bilgi oluşturma ve bu bilgilere uygun örgütlenmeler” olarak özetlenmiştir. Bilgi ise üssel ve tümleşik tarzda gelişmektedir. Bu nedenle evrenimizin geleceği önceden belirlenmiş değil, tersine tamamen bizlerin ve diğer tüm varlıkların karşılıklı olarak oluşturacakları bilgilere göre şekillenmektedir. 


4- SONUÇ 


Biz insanlar doğadaki oluşturucu ve yapıcı güç sistemini varlıkların dışında, özel ekstra bir varlık olarak tasarlamaya alışmışız. Bu nedenle de, bedenlerimizin canlılığını, içimizdeki hücrelerimize değil, bedenimize dışarıdan girip-çıktığına inandığımız ve bedenlerimiz dışındaki “O” harici güç sisteminden kaynaklandığını düşündüğümüz “ruh” adlı hayali bir şeye bağlamışız. 

Yine bu temel hayat görüşünden giderek, yani bedenlerimizin sahipliğini hücrelerimize değil, harici güçten kaynaklanan ruh’a bağlamamız gibi, toplum denilen ortak yaşam sistemimizin sahipliğini de, onun yapıtaşları olan biz insanlara değil, doğadaki oluşturucu ve yapıcı güç sisteminden güç ve ilham aldığını düşündüğümüz lider, reis, kral, şeyh, vs. gibi kişilere bırakmışız. 

Doğa ve dünya sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü içindedir ve hayat dediğimiz olgu, doğadaki bu değişim-dönüşümleri algılama ve onlara uyumlu yapısal değişiklikleri gerçekleştirme eylemleridir. Algılanan veriler varlıkları oluşturan temel öğelerde depolanırlar ve o temel öğeler, çevrelerinden algıladıkları bu değişim-dönüşüm verilerine göre yapısal durumlarını değiştirip, çevrelerindeki değişim-dönüşümlere uyumlu hale gelmeye çalışırlar. Bizlerin tüm düşünce ve davranışları bu şekilde bedenimizdeki hücrelerde gerçekleşen amino-asit-reorganizasyonlarının birer sonucudurlar. 


Toplum dediğimiz ortak yaşam, biz insanların (ama belli bir iş-veya meslek dalında bir hizmet üreten insanların) karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşarak, en ekonomik yaşam koşullarını sağlayacak şekilde yapacağımız bir düzenlemeyle oluşturulması gereken bir sistemdir. Toplumun sahipliği kimsenin tekeline veya inisiyatifine bırakılamaz. Bir cam içindeki moleküllerin, çevreden kendilerine gelen enerjinin ne kadarını kendi içlerine alıp, ne kadarını çevreye geri yansıtacaklarında olasılık hesabı yaparak karar oluştururlar. Toplumun sahibi olan biz iş ve meslek sahibi insanlar da, hangi hizmet dalından ne kadar hizmet alacağımız, hangi doğal kaynaktan ne kadar yararlanacağız, ne kadarını doğaya geri vereceğimiz konusunda bizzat fikir oluşturarak, toplumsal düzenimizi kendimiz oluşturmak zorundayız. Toplumsal hayatta denge ve düzen ancak ve ancak bu yöntemle oluşturulabilinir. Günümüzdeki gibi, bir partinin veya liderinin kafasındaki senaryolara göre toplumsal denge asla oluşturulamaz. Bu nedenle meclis dediğimiz yasama organı, sadece ve sadece iş ve meslek dalları arası etkileşimlere göre oluşturulmak zorundadır. 


1- Bir insanın düşünce ve davranışını, beyindeki hücrelerine yerleştirilen veriler-bilgiler belirler. Bu nedenle, çocukluğunda kendisine “bir vatanı savunmak” bilgisi yerleştirilen bir insanla, “toplumsal bir ortak yaşam oluşturma” bilgisi yerleştirilen bir insanın düşünce tarzı birbirinden farklıdır. 


2- Doğada yanlış-doğru diye kesin bir kriter yoktur, çünkü zaman içinde her şey değişim-dönüşüme uğrar. Değişim-dönüşümlerin nasıl veya hangi yönde olacağı, varlıkların oluşturacakları bilgilere göre gerçekleşir. Bu nedenle doğada “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği kuralları geçerlidir. (Bu konu hakkında ayrıntılı bilgiler “Doğadaki Oluşum Mekanizması =DOM” dizini içinde bulunabilinir.) Dolayısıyla, bedenlerimizi oluşturan ve bizlerin düşünce ve davranışlarını belirleyen hücreler kararlarını, çevreden kendilerine aktarılan verilere göre düzenlerler, çünkü onlar için “doğru” olan, çevredeki değişim-dönüşümlere uygun davranmaktır. 


3-DOM-dizininde gösterildiği üzere hayatın bir anlamı ve amacı vardır: Doğadaki değişim-dönüşümleri algılamak ve onlara uyumlu yeni yapısallaşmalara gitmek. Bu tür bir davranışa zorlayıcı faktör ise ”Rahatlama dürtüsü” adı verilen, en ekonomik konuma geçme (yani tünelleme etkisi = tunneling effect) denilen ve varlıkların en temel bileşenleri olan atom-altı-parçacıklarından itibaren görülen bir dürtüdür. Dolayısıyla tüm canlıların temel amacı, doğada rahat bir yaşama kavuşmaktır. Bunun için her canlı “doğada neler, neye, nasıl, hangi aralıklarda dönüşür” gibi temel bilgileri toplar ve bu bilgileri kalıtsal (genetik) bilgiler olarak kayıt altına alır ve gelecek nesle aktarmaya çalışır. Aşk ve seks bu nedenle çok büyük zevklerle donatılmıştır (yine adı geçen esere (a.g.e.) bak). 


4- Yukarıdaki maddelerde belirtildiği üzere, hücreler çevreden aldıkları sinyallere uygun olarak bedenlerde geçerli olacak işletim sistemini oluştururlar. Bu nedenle, aynı yumurta ikizi olan iki kardeşin düşünce ve davranışı bile, yetiştikleri ortam farklılıkları nedeniyle, farklı olur. 


Kısaca: doğada her şey varlıkların bizzat kendilerince ve de karşılıklı etkileşimleri sonucuna göre oluşur. Bir şeyi oluşturacak olan, o şeyin bileşenleri olduklarından, bileşenler birbirleriyle uyum-ve-rezonans içine girerek yeni bir şey (bir üst-sistem yapı) oluşturabilmektedirler (DOM-dizini). 


Atalarımızdan aktarılan geleneksel düşünce ve davranış bilgilerine göreyse, bizleri yönlendiren, bize canlılık veren faktör ruh olarak tanımlanan ve bizim dışımızda olduğu sanılan bir güç sistemine atfedilir. Dolayısıyla bizlerin (ve de tüm doğanın) sahibi olarak harici bir güç-sistemi kabul edilir. Hâlbuki doğada varlıkların haricinde başka bir şey yoktur ve doğadaki her şeyin sahipliği doğadaki varlıkların kendilerine aittir. 


Görüldüğü üzere, geleneksel bilgilerle, çağımız doğa-bilimsel verileri arasında temelde bir çelişki söz konusudur. İnsanlık genelde geleneksel bilgiler etkisi altında bir düşünce ve davranışın etkisi altında yetiştirildiğinden, bilgi ve bilincin sadece insan ve insan-üstü sistemlerde olacağı, aşağıya doğru, yani hücre-molekül-atom- gibi öğelere doğru inildikçe, bilgili ve bilinçli davranışın olamayacağı önyargısı ile yetiştirilmektedir. Hâlbuki bizlerin bir şey yapması veya düşünmesi olayında, asıl düşünen ve iş görenler bedenimizdeki hücrelerimizdir. Beyindeki her bir hücremiz, 10.000 ile 70.000 arasında değişen farklı faktörü dikkate alarak tek bir karar alır ve bu kararını ilgili diğer hücrelere bildirerek, beden davranışı için ortak bir karar oluştururlar. Biz insanlar ise, hücrelerimizi bilinç sahibi olmayan pasif varlıklar olarak düşünürüz. Bu nedenledir ki, bilim adamları atom ve atom-altı-“parçacıklarla” yaptığı deneylerde çıkan olağan-üstü sonuçlar karşısında şaşkına dönmekte ve “kuantum fiziği” denilen bu alandaki olayları anlayamadıklarını ifade etmektedirler. 


DOM dizininde ıspatlandığı üzere, bilgi üssel (eksponansiyel) olarak gelişen bir sistemdir, dolayısıyla varlıkların en temel bileşenlerinden itibaren var olmak zorundadır. Bunun gerçeklere uygun olduğu, yani fizik deneyleriyle doğrulandığı yine a.g.e.de gösterilmiştir. 


Şimdi tüm bu yazılanları derleyip-toparlarsak, şu sonuca varırız: 


Doğadaki her şey sadece ve sadece varlıklar arasındaki karşılıklı etkileşimlerde oluşturulan “mutabakat”larla oluyor. Mutabakat, uyum ve rezonans olarak fizik-kimyada yer alır. Bir hayvan veya bitkinin oluşması için iki farklı bilgi sisteminin (erkek-dişi) birbirleriyle %99.99 oranında çakışabilmesi şart ve gereklidir. Yoksa döl tutmaz. 


Toplumlar biz insanların oluşturması gereken bir sistemdir, aynen bizlerin bedenlerinin hücrelerimiz tarafından milyarlarca yıllık bilgi birikimi sonucu oluşturulmuş olmaları gibi. Öyleyse biz insanların toplum gibi yeni bir üst-sistem hayat modeli oluşturabilmemiz, karşılıklı olarak birbirimizle anlaşıp-uzlaşabilmemize bağlıdır. Anlaşıp-uzlaşabilmenin ön koşulu ise, hiçbir dogmatik ön-bilgi ile donatılmamış olmaktır, zira dogmatik ön-bilgilerle masaya oturanlar, kafalarındaki dogmatik, yani değiştirilmesi mümkün olamayan bilgilere uygun davranmak zorundadırlar ve esneklik gösteremezler. Bu nedenle de insanlar arasında karşılıklı bir anlaşma ve uzlaşma sağlanamaz. 


Hücrelerimiz bizlerin gösterdiği hedeflere göre düşünce ve davranış sistemimizi düzenlemektedirler. Kitapta örnek olarak açıklandığı üzere (sayfa 222-230) bizler çocuklarımıza hedef olarak toplumsal bir sistem oluşturmayı değil, bir toprak parçasına sahip çıkmayı hedef gösteriyoruz. (Onun için günlük hayatımızda vatansever diye bir kavram yaygınken, toplumsever diye bir kavram yoktur.) Toprak parçası biz insanlara ait bir şey değildir, biz onun sahibi olamayız. Toprak parçası dediğimiz şey, milyarlarca yıllık bir süreçte, doğa ve dünyamızın sahipleri olan atom-altı-yavrucuklarının oluşturdukları bir sistemdir. Dolayısıyla onun sahibi, kuşundan karıncasına, suyundan çeşitli minerallerine kadar çeşitli varlıklar içinde yerleşik atom-altı-yavrucuklarıdır, çünkü onlar bu toprak parçalarını yapmışlardır ve sahipliği de onlara aittir. Biz insanların eserleri, evlerimiz, arabalarımız, kentlerimiz, köprülerimizdir, çünkü bizlerin yaptığı eserler onlardır. Ve şayet toplum diye bir üst-sistem hayatı oluşturursak, bu bizim eserimiz olacaktır. 


İnsanların “toplum” diye bir üst-sistem oluşturacak şekilde davranabilmesi içinse, hücrelerimize böyle bir hedef gösterecek temel bir eğitim seferberliği şart ve gereklidir. Bu durumda, onlar da, karşılıklı birbirleriyle savaşan-kavga eden bedenler değil, ortak bir yaşam sisteminin nasıl oluşturacağı konusunda karşılıklı anlaşıp-uzlaşma yöntemleri arayışı içinde insanlar tasarlayacaklardır. Malum ‘ne ekersek, onu biçmekteyiz’. Bu konuda daha ayrıntılı bilgili a.g.e.dedir. 

Dinamik sistemler fiziğinin temel ilkelerinden biri de, oluşturulacak yeni yapısallaşmalarda geçerli olacak kuralların saptanmasında,
1- simetri kırılması (önceki sisteme ait bilgilerde değişiklik yapılarak, yeni bir sisteme ait kuralların oluşturulması)
2- solidifikasyon (bu yeni sistem bilgilerini belirleyen yapı + dokunun sabitleştirilmesi)
3- ve bu yeni oluşum sisteminin kurallarına tüm katılımcıların uymalarını sağlayacak köleleştirme ilkesinin konulması
gibi çok bağlayıcı doğal sistem ilkelerinin bulunması gelir. Bu ilkeler olmasa, varlıkların değişen ve hangi yöne doğru değişeceği de önceden belli olamayan doğal sistem koşullarına uyacak yeni yapısallaşmalar yapmaları olanaksız olurdu. Dinamik sistemler fiziğinin bu temel ilkeleri insanlık kültüründe “Ağaç yaşken eğilir” ve “Ne ekersen onu biçersin” özdeyişleri olarak yer almıştır. 


İnsanlık açısından değerlendirildiğinde, bu temel ilkeler insanlık kültürünün gelişmesinde ve doğal sisteme uygun bir toplumsal yapısallaşmaya adım atmasında çok büyük bir engel oluşturmaktadır. Şöyle ki: insanlık çoğu geleneklerini “kutsallaştırarak” bu geleneksel bilgileri çocukluk evresinde aşılamaktadır. Çocuk yaşta bu geleneksel bilgilere göre simetri-kırılması + sabitleştirme + köleleştirmeye uğrayan insanlar, daha sonraları bunların etkisinden kurtulamadığından, değişen doğa ve dünya koşullarına uygun yeni sistem oluşumlarına uzak durmaktadır. Yeni oluşturulan fizik, kimya, biyoloji, jeoloji, vs. araştırma sonuçları insanlar tarafından geleneksel verilere uydurulacak şekilde çarpıtılarak yorumlanmakta ve insanlığın gelişmesi engellenmektedir. 


Allah kavramı bunlar arasında en ön sırada yer almaktadır. Fizik-kimya-biyoloji-jeoloji, vs gibi doğa bilimler doğadaki denge ve düzen oluşturucu güç sistemini yukarıda özetlendiği gibi ortaya koyarken, insanlık hala geleneksel tanımına uygun bir şekilde yorumlamaya devam etmektedir. 


Allah’ı yanlış yorumladığı içindir ki:
i- Bedenlerimizin sahipliğinin hücrelerimizde olduğunu anlayıp, korkusuz ve sağlam zihinsel yapılı bir hayat sürdüremiyoruz;
ii- Toplumun sahipliğinin bize ait olması gerekliliğinin farkında değiliz. Bu nedenle karşılıklı hizmet alışverişine dayalı bir toplumsal bütünlük oluşturacak şekilde birbirlerimizle anlaşıp-uzlaşma sistemi içine giremiyoruz. Toplumun sahipliğini ve yönetimini tepedeki bir kişiye veya zümreye havale ediyoruz. 


Yukarıdaki paragraflarda açıklandığı üzere, Allah 


- bedenlerimizin dışında değil, içindedir, hücrelerimiz, moleküllerimizle bizleri etkiler ve yönlendirir, yani kuantsal kökenlidir; 


- sürekli değişim-dönüşüm içinde olan canlı bir doğal sistemin oluşturucusudur; 


- bu nedenle hep daha ekonomik yapısallaşma bilgilerini depolayıp, bunları gelecek nesillere aktaran, daha güzel ve ekonomik bir yaşayan-doğa oluşturma çabası içinde olan bir bilgi sistemidir 

 

Tüm canlılar birbirlerine miras olarak sadece ve sadece “neyin nasıl yapılacağı, nelerin nelere bağlı olarak geliştiği gibi doğal sistem oluşumu bilgilerini” bırakmaktadırlar. Hücrelerin bu davranışı, doğadaki oluşturucu güç sisteminin, yukarıda yapılan tanıma tamı tamına uygun olduğunun en güzel ıspatını oluşturmaktadır. 

Geçmişle günümüz arasındaki fark, bilgi düzeyinde yatar. Örneğin 200 milyon yıl öncesinin dünyasında da aynı atom ve moleküller vardı, günümüzde de aynı atom ve moleküller var. Atom, molekül, hücre gibi öğelerin şu veya bu yöne gitmeleri veya belli şekillerde yapısallaşmalar oluşturmalarında etkili olan faktör kuvvet alanlarıdır. Kuvvet alanları ise, o sistem içindeki tüm varlıkların sahip oldukları bilgi ve diğer potansiyellerinin karşılıklı etkileşimleriyle ortaya çıkarlar. İşte 200 milyon yıl öncelerinin dünyasında dinozorlar oluşurken, günümüzde memelilerin oluşmasının arkasındaki gizem bu noktada yatar. Yani ikisi arasındaki fark atom, molekül ve hücrelerde depolanan information, yani bilgi potansiyelidir. 200 milyon yıl öncelerinin atom, molekül ve hücrelerindeki bilgiler dinozorlar gibi varlıklar oluşturacak bir düzeyde iken, günümüzdeki atomlarda memeliler gibi canlıları oluşturacak bilgiler bulunmaktadır. Tüm bilgiler kuant dediğimiz atom – altı öğelerde depolanıp-aktarıldıklarından, zaman içinde gelişen bilgi düzeylerine göre, atom ve moleküller farklı şekillerde yapısallaşırlar ve bunun sonucu farklı görüntüler ortaya çıkarlar. 


Atmosfer veya hidrosferdeki bir su molekülüne, şu veya bu yönde gitmesi emredilemez, o su molekülünün kendisi yapısallaşmasına işlenmiş (kalıtsal-içgüdüsel) bilgilere göre gideceği yönü bulur, çünkü doğadaki tüm varlıklarda kendilerini ilgilendiren faktörleri algılayacak bir yapı-doku vardır. Bu nedenle o sistemdeki diğer varlıklarla (moleküllerle) karşılıklı olarak etkileşerek çeşitli türlerde akıntı-döngü sistemleri oluştururlar. Toplumdaki insanlar için de durum aynı olmalıdır. Her insan, toplumsal hayatta kedine ne görev düştüğünü bilip, kendi davranışını, çevresindeki diğer iş-ve-meslek dallarına uyduracak şekilde davranmalıdır. Hâlbuki geleneksel tüm toplum modellerinde insanlara neyi yapıp-neyi yapmayacakları, nasıl davranacakları, tepedekilerce belirlenir, yani insanlar toplum hayatında dış-güdüsel olarak davranmak zorundadır. İşte bu durum doğal sisteme tamamen terstir. Bu nedenle asırlardır insanlık gerçek bir toplumsal birlik oluşturamamaktadır. Bunun tek sorumlusu da, bilim adamları başta olmak üzere, doğadaki güç sistemini tamamen yanlış yorumlamış olan ve hala da bu yanlışlıkta direnen-ısrar eden liderler, şahlar, şıhlar, imamlar gibi yönetici ve yönlendiricilerdedir. 


Bir insanın toplumsal hayatta nasıl davranmasını istiyorsanız, onun hücrelerinin “simetri kırılması + solidifikasyon + köleleştirilme” işlemlerini çocukluk evresinde ona uygun şekilde gerçekleştirebilirsiniz. Toplum hayatı insanların oluşturması gereken yeni bir üst-sistem hayat tarzıdır. Dinamik sistemli doğada her şey bilgi edinme ve o bilgilere uygun şekilde örgütlenme (information & self-organisation) kuralı uyarınca yapılabilindiğinden, oluşturulacak toplumsal sistemin kalitesi tamamen insanların oluşturacakları bilgilere göre belirlenecektir. Bilgi hücrelerde depolanıp-işlendiğinden, hücreselliğe dayalı olmayan hiçbir model başarılı olamaz. Önceden tasarlanmış bir toplumsal hayat sistemi modeli yoktur. Doğa ve dünyamız, gittikçe daha rahat yaşam sistemlerinin oluşturulması çabalarının sürdürüldüğü milyarlarca yıllık bir süreçte oluşturulabilinen bilgilerin bir ürünüdür. 


İçyapısallaşmanızda değişiklik yapmadığımız sürece düşünce ve davranışlarımızda bir değişiklik olması mümkün değildir. Çünkü bedendeki kuvvet alanı sisteminde hiçbir değişim olmamıştır. Bu nedenle, karşısındakinin söylediklerini dinlemeyen, söylenenleri değerlendirmeden konuşan insanların anlaşıp-uzlaşmaları olanaksızdır. 


Tüm bireysel, toplumsal ve çevresel-ekolojik sorunlarımızın nedeni, paradigma dediğimiz beyin-programlanmasının doğadaki gerçeklere uygun olmamasından kaynaklanır. Doğadaki tüm yapıcı veya yıkıcı güçler kuantsal öğelerle başlar. Kuantsal öğeler canlıdırlar ve olasılık hesapları yaparak, doğadaki en iyi yapısallaşmaları tercih edip, kötüleri terk ederek, doğa ve dünyada belli bir denge ve düzen oluşturacak şekilde davranmaktadırlar. Dolayısıyla doğadaki denge ve düzen oluşturulması, çok genel olarak ele alındığında, bu kuantsal sistemin denetimi altındadır. Dünyamız yaklaşık 4.6 milyar yıl yaşında, evrenimiz ise çok daha yaşlıdır. Ve doğadaki kuantsal güç sistemi milyarlarca yıllık bir süreç içinde, önce atom dediğimiz doksan-küsur kimyasal elementi oluşturacak bilgi-sistemini oluşturabilmiş (yaklaşık 7-8 milyar yıl önceleri), sonra kuantsal sistem ve bu atomlar karşılıklı etkileşimlerle (bilgi oluşturarak) 2-3 bin tane farklı mineral türünü oluşturabilmiştir (yaklaşık 5 milyar yıl önce). 

Tüm oluşum ve gelişimler, tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleri (bilgi oluşturmaları, o bilgiyi yapılarına-dokularına kayıt etmeleri ve gelecek nesile aktarmaları) sayesinde olmuştur. Dolayısıyla doğadaki denge ve düzenden onlar sorumludurlar. İnsan dediğimiz canlı, böyle bir sistemin içinde oluşmuştur; hem de en fazla bilgi oluşturacak bir beyin yapısallaşmasıyla! Dolayısıyla, her insan her yaptığıyla doğadaki denge ve düzen oluşturulmasına dahildir. Ama maalesef bunun bilincinde olmadığından, “ben ne yapsam boş, doğa bizlerin dışında olağan-üstü bir güç sistemi tarafından yönlendiriliyor” yanlışlığı nedeniyle, hem kendi sağlığına, hem toplumsal hayat sistemine, hem de doğadaki ekolojik sisteme zarar veren bir yaratık durumundadır. 


Bu yanlış paradigma, gelenek ve göreneklerimize işlenmiş olduğundan, bulaşıcı bir sosyal hastalığa dönüşmüştür ve otomatik olarak nesilden nesile aktarılmaktadır. Yani mantık çarpıtılması geleneklerle bulaştırılan bir sosyal hastalıktır. 

 

 
Toplam blog
: 45
: 973
Kayıt tarihi
: 14.08.10
 
 

K.T.Ü.de paleontoloji ve tarihsel jeoloji öğretim üyesiyim (Prof. Dr.). Yeryuvarında hayatın oluşum ..