Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Eylül '11

 
Kategori
Bilim
 

Dom eki-7a- Atalarımızın doğa anlayışı-1

Dom eki-7a- Atalarımızın doğa anlayışı-1
 

logaritmik bir zaman cetveli üzerinde insanlarda bilgi gelişim grafiği


Değişim-dönüşüm içindeki dinamik bir doğal sistemde yaşıyoruz. Doğadaki bu değişim dönüşümler bilgi dediğimiz enerjinin akış güzergâhını belirleyen bir faktöre bağlı olarak gelişiyor. Bilgi oluşumunun ise hem insanlık genelinde hem de tüm doğa genelinde eksponansiyel bir artış gösterdiği  

http://blog.milliyet.com.tr/DOM__9___Insanlar_neden_diger_canlilardan_daha_farklidir_/Blog/?BlogNo=272935

blogunda gösterilmişti.

 Arkeolojik, antropolojik ve jeolojik verilere göre oluşturulan insanlığın bilgi oluşturma düzeyi, daha önceki bölümlerde bir-kaç kez verilmişti. “İnsanlarda bilgi gelişim grafiği” logaritmik bir zaman cetveli üzerinde gösterilirse, bilgi olumunun ne zaman daha hızlı, ne zaman daha yavaş geliştiği ortaya çıkar. Bunu yaptığımızda, yandaki şekil ortaya çıkar.

İlk hızlı bilgi oluşturma evresi yaklaşık 30 bin ile 3-4 bin yılları arasında görülmektedir. İkinci hızlı bilgi oluşturma evresi ise, son iki asır içinde gerçekleşmiştir ve halen devam etmektedir. Çağımızda geçirdiğimiz bu hızlı bilgi oluşumu nedeniyle, düşünce ve davranışlarımız da, hızla değişiyor. Bu nedenle, 2-3 asır önceleri atalarımızın yaptığı bir çok şey bu gün bize çok saçma gelebiliyor.

Halbuki 4 bin yıl önceleriyle başlayan ve iki asır öncesine kadar devam eden süreçte insanlık oldukça monoton bir hayat sistemi içinde yaşıyordu. Bu süreç içinde barut-top-tüfek gibi birkaç savaş aleti haricinde, insanlık yaşamını etkileyen pek önemli bir gelişme olmamıştır. İnsanlık 5-10 bin yıl önceleri edindiği ziraat bilgilerine göre, aynı tip mutfaklar kullanarak, aynı tür ayinler, törenler yaparak yaşamıştır. Bu nedenle, 2 asır öncesine kadar insanlığın yaptığı törenler, 3-4 bin yıl önceleri yapılan törenlere çok benzerler ve insanlığın doğa ve hayat hakkındaki görüşlerini yansıtırlar.

Bu tür eski töreler, etnografik araştırmacılar tarafından 1600-1800’lü yıllarda dünya genelinde taranmış ve bizlere miras bırakılmıştır. Bu belgelerden yararlanarak atalarımızın doğa ve dünyaya bakış açısını bugünün bilgileri ışığında değerlendirmemiz mümkün olmaktadır.

Bu çalışmaların en önemlileri arasında şunlar bulunur:

Mannhardt, W., 1875: Wald- und Feldkulte. Der Baumkultus der Germanen und ihrer Nachbarstaemme. Berlin, Gebrüder Borntraeger, 617 s.

Mannhardt, W., 1884: Mythologische Forschungen. Strassburg, Karl J. Trübner, 374 s.

Matthews, W. 1887: Ethnology and Philology of the Hidatsa Indians. Washington, Government Printing Office, 232 s.

Bastian, A. 1884: Völkerstaemme am Brahmaputra und verwandschaftliche Nachbarn. Berlin, Ferd. Dümmlers Verlagsbuchhandlung, 130 s.

Dr. M. Perlbach (Ed.), 1875: Simon Grunau’s Preussische Chronik. Leipzig, Duncker  & Humblot, 272 s.

Turner, G., 1884: Samoa, A Hundred years ago and long before. London, Missionary Society.

Dawson, G.M. "On the Haida Indians of fne Queen Charlotte Islands," Geological Survey of Canada, Report of Progress for 1878-1879, s. 123 B, 139 b.

Wilken, G.A. "Het animisme bij de Votken van den Indischen Archipel", De Indische Gids, Haziran 1884, s. 944.

Gerard, Emily (1888). The Land Beyond the Forest: Facts, Figures, and Fancies from Transylvania. Harper & Brothers.

Adair, James,  1775: , History of the American Indians, London: Edward & Charles Dilly, 449s.

Wellhausen, J., 1897: Reste Arabischen Heidentumes, W.T. Gruyter,  217 s.

Cross, E. B., 1854:  "On the Karens", Journal of the American Oriental Society.

Wiedemann, F. J., 1876: Aus dem inneren und äusseren Leben der Ehsten (St.Petersburg,), s. 446, 478.

Hamilton, Alex, 1727:  'A new Account of the East Indies" Pinkerton, Voyages and Travels, 474 s.

Dos Santos, 1684: "History of Eastern Ethiopia" (Paris), Pinkerton, Voyages and Travels, xvi. 684.

Felkin, R. W., "Notes on the Waganda Tribe of Central Africa", Proceedingsofthe Royal Society of Edinburgh, xiii. (1884-1886) s. 711.

 

Bu gibi binlerce araştırmayı topluca değerlendirip bir sonuca bağlayan ise, bir İngiliz antropolog ve sosyal bilim profesörü olan James George Frazer olmuştur. Frazer (1890): The Golden Bough: A study of magic and religion.

Şimdi bu eserlerden yaralanılarak, atalarımızın doğa ve dünyaya bakışını ve hayat anlayışını anlamamızı sağlayacak bazı önemli bilgiler aşağıda bilgilerinize sunulacaktır.

Töreler toplumlarda yaygın hayat görüşünü yansıtırlar. Şimdi çeşitli toplumlarda görülen törelerden örnekler vererek onların doğaya bakış açısını tasarlamaya çalışalım.

1)- Eski Çağlardaki Gelenekler

1a)- Önce eski çağlarda yaşayan insanların hayat dediğimiz canlılık belirtisini nasıl yorumladığını gösteren örnekleri görelim.

 

 “Güney Celebes'te, çocuk doğururken bir kadı­nın ruhunun kaçmasını önlemek için, ebe, gebe kadının vücuduna sımsıkı bir bant sarar. Bir bedenin ruhu, doğar doğmaz kaçıp da kaybolmasın diye, Celebes'li Alfoer'ler, doğum olmak üzereyken, evdeki her açıklığı, hatta anahtar deliklerini bile dikkatle tıkarlar; duvarlardaki her yangı ve çatlağı kapatırlar. Aynı zamanda, evin içindeki ve dışındaki bütün hayvanların ağızlarını bağlarlar, içlerin­den biri çocuğun ruhunu yutmasın diye. Aynı nedenle, evdeki her­kes, hatta annenin kendisi bile doğumun başından sonuna kadar ağzını kapalı tutmak zorundadır. Burunlarını da neden tutmadıkları sorusu ortaya atılınca —çocuğun ruhu bunlardan birine girebileceği­ne göre— yanıt şu oldu: burun denklerinden soluk alındığı gibi verildiği için ruh daha bir yere yerleşemeden soluk vermeyle dışarı atılır da ondan.” (Frazer 1890, s. 123)

“Ruh genellikle uçup kaçmaya hazır bir kuş olarak kabul edilir. Bu düşüncenin belki de çoğu dillerde izleri vardır, şiirde de eğreti­leme olarak sürmektedir. Fakat bugün modern Avrupalı şair için eğretileme olan şey, yabanıl atası bir şair için çok ciddi bir şeydi, birçok kimse için hâlâ da öyledir. Malayalılar söz konusu düşünceyi pratik sonuçlarına kadar götürürler. Eğer ruh, kanatları olan bir kuş ise, pirinçle cezbedilebilir, böylece korkulan kaçışı önlenmiş olur. Bu yüzden Java'da bir çocuk ilk kez yere konduğunda (uygar olmayan insanların özellikle tehlikeli gördüğü bir andır bu), bir tavuk kafesine konur ve annesi civcivleri çağırıyormuş gibi bir ses çıkarır. Sumatra'lı Battalar arasında, bir erkek tehlikeli bir işten döndüğünde, başına pirinç taneleri konur, bu tanelere padiruma tondi, yani "ruhu (tondi) evde tutacak şey" denir. Java'da da büyük bir tehlikeden kurtulmuş ya da kendilerinden umut/kesilmişken bek­lenmeyen bir zamanda eve dönmüş kişilerin başlarına pirinç konur. Celebes'te bir güveyin ruhunun evlenme sırasında uçup git­me eğiliminde olduğu düşünüldüğünden onu kalmaya kandırabilmek için üzerine renkli pirinç taneleri serpilir. Ve genellikle Celebes'teki şenliklerde, onuruna şenlik yapılan kimsenin başına pirinç saçılır, bundan amaç, bu gibi zamanlarda kıskanç cinler tarafından kandırılıp götürülmek gibi özel bir tehlike içinde olan ruhu durdur­maktır.(Frazer 1890, s. 123- 124)

“Uyuyan bir insanın ruhunun vücuttan çıkıp gerçekte düşünde gördüğü yerleri ziyaret ettiği varsayılır. Fakat ruhun bu yokluğunun birtakım tehlikeleri vardır, çünkü herhangi bir nedenle vücudun dışında alıkonursa, kişi, ruhtan yoksun olduğu için ölecektir. Bir­çok şey, uyuyan kimsenin ruhunu alıkoyabilir. Örneğin onun ruhu, uyuyan başka bir kimsenin ruhuyla karşılaşıp iki ruh kavgaya tutuşa­bilir; Gineli bir zenci sabahleyin kemikleri sızlayarak uyanırsa, ruhunun uykuda bir başka ruh tarafından dövüldüğünü düşünür.Ya da henüz ölmüş bir kimsenin ruhuyla karşılaşabilir ve onun tara­fından kaçırılmış olabilir; bundan dolayı, Aru Adalarında ev halkı ölümden sonraki gece evde yatmaz, çünkü ölen kimsenin ruhunun hâlâ evde olduğu' varsayıldığından düşte onunla karşılaşmaktan kor­karlar.” Frazer 1890, s. 124)

 

“Santallar (Hindistanın doğusunda yaşayan bir halk), bir insanın uyuya kaldığını, ruhunun çok susadığı için bir kertenkele şeklinde bedenini terk ettiğini ve su içmek için bir su testisi­ne girdiğini anlatır. Tam o sırada testinin sahibi testinin ağzını kapatır ve ruh bedene denemediği için adam ölür. Adamın arkadaş­ları cesedi yakmaya hazırlanırlarken "birisi su almak için testinin tıpasını, açar. Kertenkele böylece kaçar ve bedene döner, adam da hemen canlanır, ayağa kalkar ve arkadaşlarına neden ağladıklarını sorar. Arkadaşları kendisini öldü sandıklarını ve cesedini yakmak üzere olduklarını söylerler. Adam su almak için bir kuyuya indiğini, fakat çıkmakta zorluk çektiğini, henüz döndüğünü söyler onlara. Böylece hepsi görmüşlerdir bunu. (Bastian 1884, s.127)”

Buna benzer bir öykü Transilvanya'da şöyle anlatılmaktadır: Geçen yüzyıl Mühlbach'ta bir cadı­nın yargılanması şurasında, bir kadının bağında çalıştırmak üzere iki adam tuttuğu anlatılıyor. Öğle üzeri her zamanki gibi dinlenmek üzere yere uzanırlar. Bir saat sonra adamlar kalkarlar ve kadını uyandırmaya çalışırlar, fakat uyandıramazlar. Kadın, ağzı açık, kımıldamadan yatmaktadır. Güneş batarken gelip bakarlar, hâlâ bir ceset gibi yerde uzanmaktadır. Tam o sırada büyük bir sinek vızıldayarak geçer yanlarından, adamlardan biri yakalar ve deriden torbasına hapseder sineği. Sonra yine kadını uyandırmaya çakşırlar, ama uyandıramazlar. Daha sonra sineği bırakırlar; sinek uçarak doğru kadının ağzının içine girer ve kadın uyanır. Adamlar bunu görür görmez kadının bir cadı olduğundan kuşkulan kalmaz artık. (Frazer 1890, s 125’e göre, Gerard 1888, s. 27)”

“Uyuyan bir kimseyi uyandırmamak ilkel insanlarda genel bir kuraldır, çünkü ruhu dışardadır ve geriye dönmek için zaman bula­mayabilir; bu yüzden insan, ruhu olmadan uyandırılacak olursa has­talanır. Uyuyanı uyandırmak mutlaka gerekiyorsa, ruhun dönmesi­ne zaman bırakmak için çok yavaş yapılmalıdır bu (Frazer 1890, s.126).”

“Bombay'da, uyuyan bir kimsenin yüzünü acayip renklerle boyayarak ya da bir kadına bıyık, takarak görünümünü değiştirmek onu öldürmekle bir tutulur. Çünkü ruh döndüğünde bedenini tanıyamayacak ve kişi öle­cektir (Frazer 1890, s.126).”

“Sırplar uyuyan bir cadının ruhunun, bedeni çoğu kez bir kelebek biçiminde terk ettiğine inanırlar. Ruhun yokluğu sırasında cadının vücudu, ayakları başının bulunduğu yere gelecek şekilde döndürülürse, ruh geri döndüğünde vücuda girmek için ağzı bula­mayacağından cadı ölecektir (Frazer 1890, s.126).”

“Fakat bir insanın ruhunun vücudunu/terk etmesi için onun uykuda olması gerekmez. Uyanık olduğu saatlerde de onu terk ede­bilir, sonunda insan hastalanır ya da (yokluk uzarsa) ölür. Bu yüz­den Moğollar hastalığı bazan hastanın ruhunun yokluğuyla açıklar­lar, ruh ya bedenine dönmek istemiyordur ya da dönüş yolunu bula­mamıştır. Bu nedenle ruhun vücuda dönüşünü sağlamak için bir yandan vücudu olabildiğince çekici yapmak, öte yandansa ona dönüş yolunu göstermek gerekir. Vücudu çekici bir görünüme getir­mek için hasta insanın bütün en iyi giysileri ve en değerli eşyaları yanına konur; yıkanır, tütsüler yakılır ve olabildiğince çekici duru­ma getirilir; bütün arkadaşları, hastanın adını seslenerek ve ruhunu dönmeye çağırarak kulübenin çevresinde üç kez dönerler. Ruhun yolunu bulmasına yardım etmek için hastanın başından kulübenin kapısına kadar renkli bir ip gerilir. Rahip, özel giysileri içinde bir sürü korkutucu şeyler okur, ruhların uğrayabileceği ve onları beden­lerinden uzaklaştırabilecek tehlikeleri sıralar. Sonra hastaya ve çev­resinde toplanmış olan arkadaşlarına dönerek "Geldi mi?" diye sorar. Herkes Evet diye yanıt verir ve geri dönen ruhun önünde eği­lerek hasta adamın üzerine tohum serperler. Bundan sonra, ruha yolunu gösteren ip toplanır ve hastanın boynuna sarılır, hasta yedi gün hiç çıkarmaksızın takacaktır bunu. Vücuduna henüz alışmamış olan ruhu tekrar kaçmasın diye hiç kimse hastayı korkutamaz ya da incitemez (Bastian 1884).”

“Bir Hint Öyküsünde bir kral, ruhunu bir Brahman'ın ölü bedenine geçirir, bir kambursa ruhunu kralın terk edilmiş bede­nine geçirir. Şimdi kambur bir kral, kral ise bir Brahman'dır, Bununla birlikte, kambur, ruhunu bir papağanın ölü bedenine akta­rarak ustalığını göstermeye kandırılır, böylece kral kendi bedenine yeniden sahip olma fırsatını yakalar. Bir başka Hint öyküsünde bir Brahman bir kralın ölü bedenini kendi ruhunu ona geçirerek canlandırır. Bu arada Brahman'ın vücudu yakılmıştır, ruhu ise kra­lın bedeninde kalmak zorundadır artık (Frazer 1890, s. 127)”.

“Ruhun gidişi her zaman isteyerek olmaz. Hayaletler, cinler ya da büyücüler tarafından kendi isteği dışında bedenden ayrılabilir. Bundan dolayı, Burma'lı Karenler, evin önünden bir cenaze alayı geçerken, çocuklarını özel bir iple evin belli bir yerine bağlarlar, çocukların ruhları bedenlerini terk edip geçmekte olan cesede gir­mesin diye. Cenaze gözden kayboluncaya kadar çocuklar bağlı ola­rak tutulur (Frazer 1890, s. 127’ye göre, Cross 1854, s 311).”

“Örneğin, Bazı Estonyalılar kanı ağızlarına değdirmezler, çünkü kanın hayvanın ruhunu taşıdığına ve bu ruhun kanı tatmış olan insanın bedenine gireceğine inanırlar (Frazer 1890, s. 176’ya göre, Wiedemann 1876, s. 446)”

“Kuzey Amerika'da bazı Kızılderili kabileleri, "güçlü bir dinsel ilkeden dolayı, bir hayva­nın kanını içmekten titizlikle kaçınırlar, çünkü kanda hayvanın yaşa­mı ve ruhu bulunmaktadır (Frazer 1890, s. 176’ya göre, Adair, 1775, s. 134).  Bu Kızılderililer "yeni vurdukları bir geyiğin etini (yemek için hazırlamadan önce) genellikle ateşin dumanı ve alevleri içinden birçok kez geçirirler, hem bir kurban etme yoludur bu, hem de hayvanın kanının, yaşamının ve içindeki hayvan ruhlarının yok edilmesidir, çünkü eti bunlarla birlikte yemek çok kötü bir şeydir. Slave, Hare ve Dogrib Kızılderililerinin çoğu, av hayvanlarının kanını tatmak istemez; bu kabilenin avcıları, kanı hayvanın işkembesi içine toplayıp kara gömer. Yahudi avcı­lar vurdukları av hayvanının kanını yere akıtıp üzerini toprakla örterler. Hayvanın ruhunun ya da yaşamının kanda olduğuna, ya da aslında kan olduğuna inandıkları için kanı tatmazlardı (Frazer 1890, s.177). Aynı inanç Romalılar, Araplar tarafından da paylaşılıyordu (Frazer 1890, s. 177’ye göre,  Wellhausen 1897, s. 217)”.

1b)- Şimdi rüzgar, güneş gibi diğer hareketli öğelerin de bir ruhu olduğuna inanıldığını gösteren töreleri sıralayalım:

 

  “Fiji'de küçük bir tepenin doruğunda ufacık bir alanda kamış yetişirdi, geç kalmaktan korkan yolcular, güneşin batmasını önle­mek için birkaç kamışın tepesini bir araya getirip bağlardı. Amaç belki de güneşi kamışlara dolaştırmaktı, tıpkı Peruluların onu ağ ile yakalamaya çalışmaları gibi. Güneşi bir tuzağa düşürüp yakalamış olan adamlara ait öyküler çok yaygındır (Frazer 1890, s.26)”.

“On beşinci yüzyıl başlarında puta tapan Litvanyalılar arasında dolaşan Prague’lı Jerome güneşe tapan ve iri bir demir çekici kut­sal sayan bir kabileye rastladı. Rahipler ona bir zamanlar güneşin aylarca görülmediğini, çünkü güçlü bir kralın onu sağlam bir kuleye kapatmış olduğunu anlattılar; fakat on iki burç işte bu çekiçle kule­nin kapılarını kırıp açmış ve güneşi serbest bırakmıştı. Çekici bu yüzden kutsal sayıyorlardı. Bir Avustralya yerlisi, kendisi eve varın­caya kadar güneşin batmasını önlemek istediğinde, bir ağaç çatalı­na bir çim parçası yerleştirir ve yüzünü tam batmakta olan güneşe çevirir. Aynı amaçla, bir Yucatan Kızılderilisi batıya doğru gider­ken bir ağaca bir taş yerleştirir ya da kirpiklerinden bazılarını kopa­rır ve güneşe doğru üfürür. Güney Afrika yerlileri, dolaşırlarken bir ağaç dalına bir taş koyarlar ya da yolun üzerine bir parça ot yer­leştirip onun üzerine de bir taş koyarlar: bunun, kendileri dönünceye kadar arkadaşlarının yemeği bekletmesini sağlayacağına inanır­lar. Bütün bunlarda, daha önceki örneklerde de olduğu gibi, ama­cın güneşi ertelemek olduğu apaçıktır. Ama bir ağaca bir taşın ya da bir çim parçacığının konmasının bu etkiyi doğuracağına niçin inanılıyor? Bir başka Avustralya töresi buna kısmen bir açıklama getiriyor. Yerliler, gezilerinde, yerden farklı yükseklikteki ağaçlara taşlar koymayı alışkanlık edinmişlerdir, bundan amaçlan, belli bir ağacın yanından geçtikleri anda güneşin gökteki yüksekliğini işaret­lemektir. Arkalarından gelenler böylece öndeki arkadaşlarının ne zaman o noktadan geçtiğini bilebilirler. Güneşin ilerleyişini bu şekilde işaretlemeye alışmış olan yerliler, giderek, güneşin hareketi­ni işaretlemenin onu belirlenen, noktada tutmak olduğunu hayal edecek bir yanılgıya düşmüş olabilirler. Öte yandan, Avustralyalı­lar, güneşi daha çabuk batırmak için havaya taş atarlar ve ağızlarıy­la güneşe doğru üflerler." (Frazer 1890, s.26-27)”.

“Bir kez daha yineleyelim: yabanıl, rüzgârı estirebileceğini ya da dindirebileceğini sanır. Bir Yakut, gün çok sıcaksa ve gideceği daha uzun bir yol varsa, rastlantıyla bir hayvanın ya da bir balığın içinde bulduğu bir taşı alır, üzerine bir at kılını birçok defa dolar ve onu bir sopanın ucuna bağlar. Sonra da bir büyü söyleyerek sopayı havada sallar. Az sonra serin bir yel esmeye başlar. Omaha'da Rüzgâr klanı sivrisinekleri kovacak bir rüzgârı başlatmak için batta­niyelerini havada sallarlar. Bir Haida Kızdderilisi serin bir rüzgâr istediğinde, oruç tutar, bir kuzgun vurur, ateşin üzerinde üter ve deniz kenarına giderek yanık tüyleri, rüzgârın esmesini istediği yön­de denizin yüzeyine dört kez süpürür. Sonra da kuzgunu arkasına fırlatır, fakat daha sonra tekrar yerden alır ve bir ladin ağacının dibine, yüzü istenen rüzgara dönük oturur durumda yerleştirir. Bir sopa ile gagasını açık durumda tutarak, birkaç günlüğüne serin bir rüzgar ister (Frazer 1890, s.27)”.

“Shetland denizcileri, rüzgârları yönettikleri savında olan yaş­lı kadınlardan hâlâ rüzgâr satın alırlar. Bugün Lenvick'te rüzgâr satarak geçinen kadınlar var hâlâ (Frazer 1890, s.29)”.

 

Rüzgarı kontrol edebilen insanlar olduğu inancı Shakespeare zamanına kadar sürmüş olmalıdır, çünkü Macbeth’de şöyle bir sahne vardır:

 

SAHNE III

Fundalık.
Gök gürler. Üç cadı girer.

BİRİNCİ CADI - Neredeydin kardeş?

İKİNCİ CADI - Domuz öldürüyordum.

ÜÇÜNCÜ CADI -Ya sen kardeş?

BİRİNCİ CADI - Bir gemici karısının kucağında kestaneler vardı, ağzını şapırdata şapırdata yiyip duruyordu. "Bana da ver" dedim. Çöplük yosması, "Hadi oradan cadı!" diye haykırdı. Kocası Kaplan gemisinin süvarisi, Halep'e gitmiş; ama ben de bir eleğe binip arkasından gideceğim. Hem de kuyruksuz fareler gibi. Yapacağım bu işi, yapacağım da yapacağım.

İKİNCİ CADI -Sana bir rüzgâr vereyim.
BİRİNCİ CADI - Sağ olasın.
ÜÇÜNCÜ CADI - Ben de bir tane daha.

BİRİNCİ CADI - Başka ne gerekirse hepsi bende var; estikleri bütün limanlar, gemici haritasında raslanan bütün yönler. Onu saman gibi kupkuru kurutacağım. İnik göz kapaklarına uyku, ne gece girecek, ne gündüz. Yaşamını ilençlenmiş insanlar gibi geçirecek. Dokuz kez dokuz hafta geçerken o süzülecek, eriyip canı çekilecek. Gemisi batmasa bile fırtınadan fırtınaya düşecek. Bak, bende ne var!

İKİNCİ CADI - Göster bakayım, göster bakayım!

BİRİNCİ CADI - Ülkesine dönerken batan bir kaptanın baş parmağı.
(İçerden davul çalar.)

“Hotanto'lar rüzgârın yavaşla­masını istediklerinde, en kalın derilerinden birini alıp bir kazığın ucuna asarlar, rüzgârın eserek deriyi aşağı indirmeye çalışırken bütün gücünü yitireceğine ve dineceğine inanırlar. Avusturya'nın bazı bölgelerinde büyük bir fırtına sırasında pencereyi açıp dışarıya avuç dolusu yiyecek, saman ya da tüy atarak rüzgâra "Al, bütün bunlar senin, dur artık!" demek töredendir. Kuzey-Batı rüzgârla­rı, buzları" kıyıda fazla uzun tuttuğu, yiyeceklerin giderek azaldığı zamanlarda Alaska Eskimoları rüzgârı yatıştırmak için bir tören yaparlardı. Sahilde bir ateş yakılır, erkekler çevresinde toplanır ve şarkı söylerlerdi. Daha sonra yaşlı bir adam ateşe doğru yürür ve tatlı, yumuşak bir sesle rüzgâr şeytanını ateşin altına girip kendini ısıtmaya çağırırdı. Şeytanın gelmiş olduğu varsayıldığı bir zamanda, yaşlı bir adam, orada bulunanların hepsinin elbirliğiyle doldurduğu bir kova suyu ateşin üzerine dökerdi ve hemen arkasından ateşin bulunduğu noktaya bir ok yaylım atışı yapılırdı. Şeytanın, kendisine bu kadar kötü davranıldığı bir yerde kalmayacağını düşünürlerdi. Etkiyi daha da artırmak için tüfeklerle çeşitli yönlere ateş edilirdi. (Frazer 1890, s.29)”.

1c)- Ruhun kana bağlı olduğu inancı

 

“Kral kanının yere dökülmemesi yaygın bir kuraldır. Bundan dolayı, bir kral ya da onun ailesinden biri öldürülecek olduğunda, kral kanının toprağa dökülmesini önleyecek bir idam tana bulun­muştur. 1688 dolaylarında, ordu başkomutanı, Siyam Kralına baş-kaldırmış ve onu "ölüm cezasına çarpılmış krallara ya da aynı kan­dan gelen prenslere uygulanan tarza" uygun olarak idam etmişti; buna göre, bu tür suçlular büyük bir demir kazana konuyor, odun tokmaklarla vurula vurula parçalanıyordu, çünkü kral kanının bir damlasının bile yere dökülmemesi gerekiyordu, dinlerine göre, kut­sal kanı toprakla karıştırıp kirletmek büyük bir günahtı."243 Siyamh-ların kral soyundan bir kişiyi idam etme yollarından bazdan da açlıktan öldürme, boğma, onu kırmızı bir kumaş üzerinde gererek miğdesine hoş kokulu bir odun çubuk saplama244 ya da sonuncusu, onu iri bir taşla birlikte deriden bir torba içine dikip nehire atma gibi yollardır; bazan suya atılmadan önce idam mahkûmunun boy­nu sandal ağacından bir sopayla kırdır.245 Kubilay Han, kendisine başkaldırmış olan amcası Nayan'ı yenip ele geçirdiğinde, bir halıya sardırıp ölünceye kadar oraya buraya çarptırarak öldürtmüştür, "çünkü kendi imparatorluk soyundan selen bir kişinin kanını yere akıtamaz ya da Tanrının gözleri önünde, Güneşin önünde meydan­da bırakamazdı”.246 (Frazer 1890, s. 177)”

Ruhun kanla bağlantılı olması nedeniyledir ki, ergenlik çağına giren kızlarda ilk kanama çok tehlikeli sayılır. Bu durumdaki kızların güneş ışığına maruz kalmaları veyahut yere basmaları yasaktır. Bu konuda birkaç örnek aşağıdadır.

“Güney Afrika Zuluları ve akraba kabileler arasında, "bir kız yürürken, odun topluyorken ya da tarlada çalışıyorken" ergenliğin ilk belirtileri kendini gösterince "kız nehre doğru koşar ve erkekler tarafından görülmesin diye bütün gün kamışlar arasında gizlenir. Başına güneş gelip de kendini kupkuru bir iskelete döndürmesin diye —güneş ışınlarına maruz kalmanın sonucu mutlaka budur— battaniyesiyle başını dikkatlice örter. Karanlık çöktükten sonra evine döner ve bir kulübede bir süre başkalarından ayrılır."(Frazer, 1890, 2- s.211)

“New Ireland'de kızlar (bir süreliğine ki bu süre kızın sosyal statüsüne göre 2 haftadan beş yıla kadar değişir)küçük kafeslere kapatılır, karanlıkta tutulur ve ayaklarını yere basmalarına izin verilmez. Bu töreyi, gözleriyle görmüş olan birisi şöyle anlatıyor. "Buradaki genç kızlara ilişkin garip bir töreye değgin bir şeyler işittim bir öğretmenden, bunun için de başkandan beni bu kızların bulunduğu eve götür­mesini rica ettim. Ev, 8-9 metre uzunluğundaydı, kamış ve bambularla çevrilmişti etrafı, girişin hemen karşısına, kesinlikle 'tabu' olduğunu göstermek için bir demet kuru ot asılmıştı. Evin içinde 2-3 metre yüksekliğinde, tabanı 3-3,5 metre, yerden yaklaşık 1,5 metre yüksek­liğinde konik yapılar vardı, yerden tepeye göre giderek sivriliyorlardı. Bu kafesler pandanus-ağaçının geniş yapraklarından yapılmıştı, yapraklar birbirine öyle yakın dikilmişti ki, ne ışık ne de birazcık hava girebilirdi içeri. Her birinin bir yanında, Hindistan cevizi ye Pandanus-ağacı yapraklarından örülmüş ikili bir kapıyla kapatılmış bir açık­lık vardı. Yerden yaklaşık bir metre yüksekliğinde, tabanı oluşturan bambudan bir yükselti vardı. Bize söylendiğine göre, bu kafeslerin her birine bir genç kadın kapatılmıştı, en azından dört ya da beş yıl orada kalacaklar, evin dışına çıkmalarına bile izin verilmeyecekti. Duy­duğumda inanamadım bu öyküye; bütün bunlar gerçek olamayacak kadar korkunçtu. Başkanla konuştum ve ona kafeslerin içini görmek istediğimi söyledim, kızları da görmek, onlara boncuktan bir iki hediye vermek istediğimi ekledim. O bunun 'tabu' olduğunu, kendi akrabalarından başka herhangi bir erkeğin onlara bakmasının yasak­lanmış olduğunu söyledi; fakat sanırım söz verilen boncuklar yatıştı­rıcı bir etki yaptı ki, yaşlı bir kadın görevliyi çağırttı, kapılan ancak o açabilirdi... Başkan emir verince kadın kapıyı açmak zorunda kaldı, o zaman kızlar aralıktan bize baktılar, kendilerine ellerini uzatmaları söylenince ellerini uzattılar ve boncuklan aldılar. Fakat ben, bilerek biraz uzakta durdum ve boncukları şöyle bir uzattım, kafeslerin içini görebileyim diye onları biraz dışarı çekmek istiyordum çünkü. Benim bu isteğim başka bir güçlüğe yol açtı, bu kızların, burada kapalı tutul­dukları sürece ayaklarının yere dokunmasına izin verilmiyordu. Fakat boncukları da almak istiyorlardı, bu yüzden yaşlı kadının dışarı çıkıp bir sürü odun ve bambu toplaması gerekti, onları yere serdi ve sonra kızlardan birine giderek onun aşağı inmesine yardım etti, kızın elinden tutarak, uzattığım boncukları alacak yakınlığa gelinceye kadar odunla­rın üzerinde adım adım yürümesine yardım etti. O zaman kızın çıktığı kulübenin içini görmek için yaklaştım, ama başımı içeriye sokama­dım, içersinin havası o denli sıcak ve boğucuydu. Temizdi içersi, su koyacak birkaç kısa bambudan başka bir şey yoktu. Kızın ancak otu­racağı ya da bükülüp uzanacağı büyüklükteydi, kapılar kapatılınca içersi oldukça karanlıklaşıyor olmalıydı. Kızların, her kafesin yakı­nına konmuş bir kapta ya da ağaçtan yarılmış bir leğende yıkanmaları için ancak günde bir kez dışarı çıkmalarına izin veriliyordu. Çok terle­diklerini söylüyorlardı. Bu boğucu kafesler içine çok gençken koyu­luyorlar, genç kadın oluncaya kadar orada kalmaları gerekiyordu; o zaman dışarı çıkarılıyorlar, her birine büyük bir evlilik şöleni verili­yordu”.13(Frazer 1890, c.2-s.212-213)

“Yeni Gine'nin bazı bölgelerinde "başkanların kızları on üç, on dört yaşına geldiklerinde, iki ya da üç yıl evin içinde tutulur, hiçbir vesi­leyle evden çıkmalarına izin verilmez, ev ise güneş onların üzerine düşmeyecek biçimde güneşten korunur."14 Borneo’lu Ot Danomlar arasında, kızlar sekiz, dokuz yaşına gelince evin küçük bir odasına ya da hücresine kapatılır ve uzun bir süre bütün dünyayla her türlü ilişki­leri kesilir. Evin geri kalan bölümleri gibi bu hücre de kazıklarla yerden yüksekte kurulmuştur, kız hemen tam bir karanlık içinde olsun diye uzak bir köşede açılan bir tek küçük pencereyle aydınlatılır. Kız, hiçbir bahaneyle, hatta en gerekli amaçlar için bile odadan ayrılamaz. Kapatıldığı sürece ailesinden hiç kimse onu göremez, yalnızca, ona hizmet etmek üzere bir tek köle kadın ayrılır. Çoğu kez yedi yıl süren bu kapanış süresince kız hasır örmekle ya da başka el işleriyle uğraşır.” (Frazer 1890, c.2-s.213-214)

“Vancouver Adası'ndan Ant Kızılderililerinde kızlar ergenlik çağına geldiklerinde evin içinde koridor gibi bir yere konur, "orada ne güne­şin ne de herhangi bir ateşin görülemeyeceği şekilde hasırlarla sarılır. Bu kafeste günlerce kalırlar. Kendilerine su verilir fakat yiyecek veril­mez. Kız bu inzivada ne kadar uzun süre kalırsa, ailesi için o kadar büyük onurdur bu; fakat bu erginleme sınavı sırasında ateşi ya da güneşi gördüğü anlaşılırsa yaşamı boyunca saygınlığını yitirmiş olur."17 Alaskalı Thlinkeet ya da Kolosh Kızılderililerinde, bir kız kadınlık belirtileri gösterince küçük bir kulübeye ya da kafes içine kapatılır, küçük bir hava deliği dışında her yeri kapalıdır bunun. Bu karanlık ve pis yerde, eskiden bir yıl sureyle, ateş yüzü görmeden, ha­reketsiz, yapayalnız kalmak zorundaydı. Yiyeceği küçük bir pence­reye konurdu; suyunu beyaz başlı bir kartalın kanat kemiğinden içmek zorundaydı. Bugün bu süre hiç olmazsa bazı yerlerde altı aya indiril­miştir. Kız, bakışlarıyla gökyüzünü kirletmesin diye, uzun kulakları olan bir tur şapka giymek zorundadır.18(Frazer 1890, c.2. s.214)

“İngiliz Guyanası'ndan Macusi’ler arasında, bir kız ergenliğin ilk belirtilerim gösterince, bir hamak içinde kulübenin en yüksek noktasıma asılır, îlk birkaç gün gündüzleri hamaktan ayrılamaz, fakat gece­leyin aşağı inmek, ateş yakmak ve geceyi ateşin yanında geçirmek zorundadır, yoksa boynunda, boğazında vb. yaralar çıkacaktır. Belir­tiler devam ettiği sürece sıkı perhiz yapmak zorundadır. Belirtiler geçince aşağı inip, kulübenin en karanlık köşesinde kendisi için yapıl­mış olan küçük bir bölmedeki yerini alabilir. Sabahleyin kendi yemeğini pişirebilir, fakat bunun ayrı bir ateşte, kendine ayrılmış bir tencerede yapılması gerekir. Yaklaşık on gün içinde büyücü gelir ve kızın üzerinde, dokunduğu değerli şeylerin üzerine okuyup üfleyerek büyüyü bozar. Kullanmış olduğu kaplar ve bardaklar kırılır ve parça­lar gömülür, ilk banyosundan sonra kızın, annesi tarafından ince çubuklarla dövülmeye katlanması, bu sırada çığlık atmaması gerekir, ikinci dönemin sonunda tekrar dövülür, ama bundan sonra dövülmez. Artık "temiz"dir, yeniden halkın arasına katılabilir.23(Frazer 1890, c.2, s.216)

 

“Avrupa'nın uygarlaşmış ulusları arasında, bu konuda geçerli olan boşinanlar daha az abartılı değildir. Var olan en eski ansiklopedide —Pliny'nin Doğal Tarih'i— âdetten gelebilecek tehlikelerin listesi, yabanıllarınkinden uzundur. Pliny'ye göre, adetli bir kadına dokun­mak, şarabı sirkeye döndürür, ürünleri yakar, fideleri öldürür, bahçe­leri kurutur, yemişleri döker, aynaların ışığını soldurur, usturaları körletir, demiri ve pirinci paslandırır (özellikle de ayın küçülme döne­minde), arılan öldürür, ya da en azından kovanlarından dışan sürer, kısraklara yavrulannı düşünürdü... vb.45 Aynı şekilde, Avrupa'nın çeşitli bölgelerinde, bir kadın, âdet dönemlerinde bira yapım yerine girerse, biranın ekşiyeceğine hâlâ inanılmaktadır,  Biraya, şaraba, sir­keye ya da süte dokunursa, bunlar bozulur; reçel yapsa, koyulaşmaz; bir kısrağa binse, hayvan yavrusunu düşürür; tomurcuklara dokunsa, tomurcuklar solar; bir kiraz ağacına çıksa, ağaç ölür.46” (Frazer 1890, c.2, s.222)

1d)- Bedenin her parçasının o bedene ait ruhla bağlantılı olduğu ve beden-parçasına uygulanacak bir işlemin, ana-bedende de etkili olacağı inancı

 

“Sumatra'nın iç bölgelerinde, bir insanla saçı ya da tırnağı gibi onun bedeninden kesilmiş, koparılmış bir şey arasında büyülü bir yakınlığın bulunduğuna inanılır; o kadar ki, bu saçı ya da tırnağı eline geçiren kişi, bunların kesildiği kişi üzerinde, ne kadar uzakta olursa olsun, iradesini kullanabilir. Bu boşinan bütün dünyada yay­gındır. (Frazer 1890, s.13)

 “Yabanıl, kendisiyle bedeninin her parçası arasında var olan duygu­sal ilişkinin, bu fiziksel ilişki koptuktan sonra bile devam ettiğine ve bu yüzden de kırpılmış saçlar ya da kesilmiş tırnaklar gibi bedenin­den ayrılmış parçaların başına gelebilecek herhangi bir zarardan kendisinin de zarar göreceğine inanır. Bu nedenle de kendisinden ayrılmış parçaların, kazayla zarar görebileceği ya da kendisine kötü­lük yapmak, kendisini öldürmek için bunları bir büyü olarak kulla­nabilecek kötü niyetli kimselerin eline geçebileceği yerlere bırakma­maya dikkat eder. Bu gibi tehlikeler herkes için vardır, ama kutsal kişiler sıradan kişilerden daha çok korkmalıdır bunlardan, bunun için de bunların aldığı önlemler nispeten daha sıkıdır. Tehlikeden kaçınmanın en basit yolu, elbette, saçı hiç kesmemektir; tehlikenin her zamankinden daha büyük olduğu yerde tutulan yol da budur. Frank krallarının saçlarının kesilmesine izin verilmezdi. Bir Haida büyücü-hekimi saçlarını ne kesebilir ne tarayabilir, bunun için de saç­ları hep uzun ve karmakarışıktır. Celebes'li Alfoerler arasında Leleen ya da pirinç tarlalarının koruyucusu olan rahip, özel işlevleri­ni yerine getirdiği zaman içinde, yani pirinç ekilmeden bir ay önce­sinden hasat ambara alınıncaya kadar, saçlarını kesemez.Ceram'da erkekler saçlarını kesmezler: evli erkekler saçlarını kese­cek olursa karılarını kaybederler; delikanlılar saçlarını kesecek olur­sa zayıflarlar ve güçten düşerler. Timourlat'ta evli erkekler Ceram'daki nedenle saçlarını kesemezler, ama dul erkekler ya da yolculukta olan erkekler bir kümes hayvanı ya da bir domuz kurban ettikten sonra bunu yapabilirler (Frazer 1890, s.191)”

“Amboina yerlileri, güçlerinin saçlarında olduğunu, eğer kesilecek olursa güçlerinin de kendilerini terk edeceğini düşünürlerdi. Bu adada bir Hollanda Mahkemesince işkenceye tutulan bir suçlu saçları kesilinceye kadar suçlu olduğunu inkar etmiş, saçları kesilir kesilmez suçunu itiraf etmiştir. Cinayetten yargılanan bir adam, işkencecilerinin bütün ustalıklarına karşın işkencelere dayanmış, ama cerrahı elinde makasla kendine doğru gelir görünce çözülmüştür. Bu makasla ne yapacak­larını sorduğunda ve saçlarının kesileceği yanıtını aldığında bunu yapmamaları için yalvarmış ve bütün bildiklerini anlatmıştır. Bundan sonraki davalarda, işkenceyle bir mahkûmdan itiraf alınamadığında, Hollandalı yetkililer mahkûmun saçlarını kesme uygulamasına baş­vurur oldular.66  Ceram'da gençlerin saçlarını kestirince zayıflayacak­larına ve bu yolla cesaretlerini yitireceklerine hâlâ inanılmaktadır.67 Zacynthus'ta halk eski Yunanlıların bütün gücünün göğüslerindeki üç kılda bulunduğuna, bu kıllar kesildiğinde güçlerinin kaybolduğuna, fakat kılların yeniden büyümesine izin verilirse güçlerinin yerine geldiğine inanır.68 (Frazer 1890, c.2. s.296)

1e)- Doğa-üstü güçlerin (ruhların) bazı insan bedenlerine girebildiği inancı:

 

“İnsan-tanrı ya da tanrısal veya doğaüstü güçlerle donanmış bir insani varlık kavramı, temelde dinler tarihinin daha erken bir döne­mine: tanrılara ve insanlara henüz aynı türden varlıklar olarak bakıl­dığı ve aralarında açılan aşılmaz uçurumla henüz birbirlerinden ayrılmadıkları bir döneme aittir. Bu yüzden, insan şeklinde bedenleşmiş bir tanrı fikri bize garip görünebilirse de, ilk insan için çok irkiltici bir şey değildir: o, insan-tanrıda ya da tanrı-insanda, tam bir inançla kendisinde de olduğunu ileri sürdüğü aynı doğaüstü güç­lerin daha yüksek bir derecesinden başka şey görmemektedir. Bu tür bedenleşmiş tanrılar yabanıl toplumda yaygındır. Bedenleşme geçici ya da devamlı olabilir. Geçiciyse, bedenleşme — genellikle esin ya da cin tutma olarak bilinir — kendini doğaüstü bir güç şek­linde olmaktan çok doğaüstü bir bilgi şeklinde gösterir. Diğer bir deyişle, genel belirtileri tansıklardan çok bilicilik ve yalvaçlıktır. Öte yandan, bedenleşme geçici olmakla kalmayıp, kutsal ruh bir insan bedenine yerleşmişse, tanrı-insanın tansıklar göstererek bu özelliğini kanıtlaması beklenir kendisinden. Ancak, düşüncenin bu döneminde, insanların tansıklara doğa yasasını kırma olarak bakma­dığını anımsamamız gerekir. Doğa yasasının varlığını kavrayama­yan ilkel insan onun bozulması, kırılması diye bir şeyi de kavrayamaz. Ona göre bir tansık, ortak bir gücün alışılmamış, çarpıcı bir belirtisidir. (Frazer 1890, s.35)”.

“Geçici bedenleşmeye ya da esinlenmeye inanış bütün dünyada yaygındır. Bazı kişilerin zaman zaman bir ruh ya da tanrı tarafın­dan ele geçirildiği varsayılır; bu ele geçirilme devam ettiği sürece onların kendi kişilikleri askıdadır, ruhun varlığı, insanın bütün bede­ninin çırpınarak titremesi ve sarsılmasıyla, çılgınca hareketler ve delice bakışlarda gösterir kendini: bütün bunlar o insanın kendine değil, onun içine girmiş olan ruha bağlanır; ve bu anormal durum­da ağzından çıkan her şey onun içine yerleşmiş, onun ağzından konuşan tanrının sesi olarak kabul edilir. Mangaia'da, içlerine zaman zaman tanrılar giren rahiplere "tann-evleri" ya da kısaca "tanrılar" denirdi. Bunlar, tanrılar gibi kehanetlerde bulunmadan önce sarhoş edici bir içki içer ve böylece yaratılan vecit halinde söy­lediği çılgınca sözler tanrının sesi olarak kabul edilirdi. Fakat bu tür geçici esinlenme örnekleri dünyanın her tarafında o kadar yay­gın, budunbilim kitaplarında o kadar sık rastlanan şeylerdir ki, genel ilkeye ilişkin açıklamaları burada vermek gereksizdir.Bununla birlikte, geçici esinlenme yaratan iki özel tarza gönderme­de bulunmak yerinde olacaktır, çünkü bunlar belki ötekilerden daha az bilinen ve ilerde başvurma fırsatı bulacağımız şeyler. Bu esinlenme yaratma yollarından biri, kurban edilen şeyin kanını içmektir. Argos'ta, Apollo Diradiotes tapınağında ayda bir kez geceleyin bir kuzu kurban edilirdi; bir iffet kuralına uymak zorunda kalmış bir kadın, kuzunun kanını tadardı, tanrı tarafından böylece esinlenerek kehanetlerde bulunur ya da geleceği haber verirdi.Achaea'daki Aegira'da Yeryüzü rahibesi kehanette bulunmak için mağaraya girmeden önce taze boğa kanı içerdi.(Frazer 1890, s.36)”.

“Loango kralı, halkı tarafından "bir tanrıymış gibi yüce tutulur; ve tanrı anlamına gelen Sambee ve Pan-go adıyla çağrılır. Canı istediği zaman kendilerine yağmur göndere­bileceğine inanırlar; ve yılda bir kez, Aralık ayında, ki yağmur iste--dikleri bir zamandır bu, halk yağmur bağışlaması için gelip ona baş­vurur." O zaman, tahtında ayakta duran kral gökyüzüne, yağmur getireceği varsayılan bir ok fırlatır. Mombaza kralı için de buna çok benzer şeyler anlatılıyor. Doğu Afrika'da Oiteva Kralı, tanrılar arasında sıralanır; "gerçekten de, Caffre'lar kendi monarklarından başka tanrı tanımazlar ve öteki kabilelerin göklere yöneltmeyi yeğledikleri dualarını onlar krallarına ederler... Dolayısıyla bu talih­siz varlıklar, krallarının bir tanrı olduğu inancı içinde, gereksinimle­ri olan şeyi daha kolaylıkla elde etmek için ellerindekini avuçlarındakini tüketirler, hediye diye perişan olurlar. Böylece, bitkin bir halde onun ayaklarına kapanır, hava uzun süre kurak gitmişse, tan­rılara aracılık edip yağmur göndermelerini, gereğinden fazla yağ­mur düşmüşse, güzel havalar vermelerini sağlaması için yalvarırlar ona; böylece, rüzgâr, fırtına ve buna benzer her durumda ya hoş­nutsuzluklarını belli ederler ya da yalvarırlar." (Frazer 1890, s.47’ye göre, Dos Santos 1684, s. 687).

“Yukarı Zambesi'de bir kabile olan Barotse'ler arasında, "kabile başkanının bir yarı tanrı olduğuna ilişkin bir inanç vardı ve şiddetli fırtınalarda Barotse'­ler yıldırımdan korunmak için kabile başkanının bahçesine yığılırlar. Onların başkanın önünde diz çöküp göklerdeki su depolarını açması­nı ve bahçelerine yağmur göndermesini yalvarırken görmek büyük acı verdi bana... Kralın hizmetkârları, Tanrı'nın (yani kral'm) hizmet­kârları oldukları için yenilmez olduklarını ileri sürer." Yeni Gine'de Mowat Başkanının ürünün yetişmesini iyi ya da kötü yön­de etkileme gücüne, dugonglan ve kaplumbağaları dört bir taraftan oraya gelip kendilerini yakalatmaya kandırma gücüne sahip olduğu­na inanılır.” Frazer 1890, s.47)

“Madagaskar Antaymour'ları  arasında kral ürünün yetişmesin­den ve halkın başına gelecek her türlü kötülükten sorumludur.167 Birçok yerde, yağmur yağmazsa ya da ürün iyi yetişmezse kral ceza­landırılır, Böylece, Batı Afrika'nın bazı bölgelerinde, krala edilen dualar, verilen hediyeler yağmur yağdıramayınca, kabile adamları onu iplerle bağlar ve zorla atalarının mezarına götürürler, gereksin­dikleri yağmuru oradan elde edebilir diye belki.168 işkillerde de yiye­cek kıt olduğunda krallarını bağlama gibi bir töre var gibi görünü­yor. Batı Afrika'da Banjar'lar, krallarında yağmur ya da güzel hava yaratma gücü varsayarlar. Havalar iyi gittiği sürece onu tahıl ve sığır hediyelerine boğarlar. Fakat uzun kuraklık ya .da yağmur ürünü bozma tehlikesi gösterince, hava koşulları değişinceye kadar, onu aşağılarlar, döverler. Loango halkı, hasat başarısızsa ya da kıyıda balığa çıkılamayacak kadar dalga varsa, krallarını "kötü yüreklilikle suçlar, azlederler. Pepper Coast'ta, yüce rahip ya da Bodio topluluğun sağlığından, toprağın bereketinden ve ırmaklarla denizlerdeki balığın bolluğundan sorumludur; ülke bu konulardan herhangi birinde sıkıntıya düşerse Bodio görevinden alınır. Burgundi'liler de ürün kötü olduğunda krallarını azlederlerdi. Bazı halklar daha da ileri gider ve kıtlık zamanlarında krallarını öldürür­lerdi, İsveç Kralı Domalde zamanında, yıllarca süren şiddetli bir kıt­lık olmuştu, ne hayvan ne de insan kanıyla durdurulamıyordu. Bu yüzden Upsala’da büyük bir halk meclisi toplandı, kabile başkanları bu kıtlığın nedeninin Kral Domalde olduğuna ve mevsimlerin düzelebilmesi için onun kurban edilmesi gerektiğine karar verdiler. Böylece onu öldürdüler ve kanını tanrıların altarlarına sürdüler.” Frazer 1890, s.47-48) (Domalde 10-11. asırda yaşamış bir İsveç kralıdır.)

1f)- Doğadaki ruhların bazı insan bedenlerine girebildiği (tanrı-insan oluşumu) ve bedenlerin yaşlanması nedeniyle, ruhların genç bedenlere aktarılması gerektiği inancı

 

“Yaba­nıl ya da barbar toplumda çoğu kez kabile arkadaşlarının, kendisin­de doğanın genel gidişini kontrol etme yetisi olduğunu varsaydığı insanlar vardır. Bu yüzden bu tür kişilere tapınılır ve tanrı davranışı gösterilir. Bu insan tanrıların aynı zamanda, kabile arkadaşlarının yaşamları ve yazgıları üzerinde geçici etkiye sahip olup olmadıkları, ya da işlevlerinin yalnızca tinsel ve doğaüstü olup olmadığı, başka bir deyişle tanrı oldukları kadar kral mı yoksa yalnızca tanrı mı oldukları bizi burada pek ilgilendirmeyen bir ayrımdır. Onların var­sayılan kutsallıkları bizim üzerinde durmamız gereken temel şey­dir. Bu bakımdan, onlar, insanlığın varlığını sürdürmek için bağlı olduğu fiziksel görüngülerin devamı ve düzenli bir biçimde yinelen­mesi yönünden, kendilerine tapanlara karşı kutsal bir özveri ve garantidirler. Bu yüzden, doğallıkla, bu tür bir tanrı-insânın yaşamı ve sağlığı, mutluluklarını ve hatta varlıklarını kendisine bağlamış olan insanların büyük ilgi konusudur; doğal olarak, en son kötü durum olan ölüm de içinde insan bedeninin açık olduğu belalardan sakınmak için ilk insanın aklının bulduğu bu tür kurallara uymaya zorlanır onlar tarafından. Bu kurallar, incelememizin de gösterdiği gibi, ilkel görüşe göre, yeryüzünde, uzun süre yaşamak istiyorsa azı­cık aklı olan her insanın uymak zorunda olduğu genel ilkelerden başka şeyler değildir. Ama sıradan insanlar ele alındığında bu kural­lara uyulması kişinin kendi seçimine bırakıldığı halde, sıra tanrı-insana geldiğinde, bu yüksek görevinden alınma hatta ölüm gibi ceza­lar altında kendisine zorla uygulanır bunlar. Çünkü ona tapınanlar, ona bu yasaklar konusunda hile yapmasına izin veremeyecek kadar çok şeyler bağlamışlardır onun yaşamına. Bu yüzden de, yabanıl filozofların zekâsının çok uzun zaman önce geliştirmiş olduğu ve kocakarıların kış akşamları ocak başında ateşin çevresinde toplan­mış torunlarına paha biçilmez hazineler olarak hâlâ aktardığı bütün bu garip boşinanlar, eski-dünya atasözleri, saygın deyişler — evet bütün bu eskil hayaller, kuruntular üst üste yığılmıştır, beynin bütün bu örümcek ağları, eski kralın, o insan tanrının izi çevresinde örül­müştür; tıpkı bir örümceğin tuzağına düşmüş bir sinek gibi bunlara yakalanmış olan bu kral, bu insan-tanrı elini ayağını oynatamaz durumdadır, çünkü sonsuz bir labirent içinde birbirine tekrar tek­rar geçmiş olan, "hava kadar hafif ama demir halkalar kadar sağ­lam" törenin iplikleri, bir kurallar ağı içine sımsıkı bağlar onu, ora­dan ancak ölüm ya da görevden alma kurtarabilir  onu. (Frazer 1890, s. 206-207)”

 “Mangaianlar (Pasifikte bir ada halkı) “doğal bir ölümle ölenlerin ruhlarının, bedenleri çözülme halinde olduğu için, zayıf ve güçsüz olduğunu; oysa savaşta ölenlerin ruhlarının, bedenle­ri hastalıkla güçten düşmemiş olduğu için, güçlü Ve sağlam olduğu­nu" düşünürler. Bundan dolayı insanlar bazan zayıf düşmeden ken­dilerini öldürmeyi ya da öldürülmeyi yeğlerler; böylece, gelecek yaşamda ruhtan, yaşlılıktan ve hastalıktan zayıflamış ve yıpranmış olacağına bedenlerinden ayrıldığı andaki gibi taptaze ve güçlü kuv­vetli başlayacaktır yaşamaya. Örneğin Fiji'de "kendini kurban etme hiç de ender bir şey değildir ve bu yaşamı terk ederlerken sonsuza kadar hep böyle kalacaklarına inanırlar. Bu da, yaşlılığın zayıflığın­dan ya da kötürüm bit duruma düşmekten gönüllü bir ölümle kaç­mak için güçlü bir neden oluşturur." Ya da Fijilileri gözlemleyen bir başka kişinin daha doğru olarak ileri sürdüğü gibi "yaşlı erkekle­rin gönüllü olarak kendilerini öldürme töresi -en olağanüstü usul­leri arasındadır bu— aynı zamanda gelecek yaşamla ilgili boşinanlarıyla bağlantılıdır. Kişilerin cennet hazlarına ölüm anındaki zihinsel ve bedensel yetenekleriyle kavuştuklarına, kısacası, tinsel yaşamın, bedensel varlığın son bulduğu yerde başladığına inanırlar. Bu görüş­te olunca, yaşlandıkça zihinsel ve bedensel güçleri onları zevk alma yeteneklerinden yoksun bırakacak derecede zayıflamadan bu deği­şiklikten geçmeyi arzulamaları doğaldır. Bu nedene, savaşçı bir top­luluk içinde bedensel zayıflıktan nefreti, artık kendilerini koruya­maz durumda olardan bekleyen haksızlıkları ve aşağılanmaları da eklemek gerekir. Bu yüzden, bir kişi, yaşının ilerlemesiyle birlikte gücünün azalmakta olduğunu anlayınca ve çok geçmeden bu yaşam­daki görevlerini yerine getiremeyeceğini, gelecekteki zevkleri payla­şamayacağım hissedince, yakınlarını yanına toplar ve onlara kendisi­nin artık tükendiğini ve yararsız duruma geldiğini, herkesin kendi­sinden utanır hale geldiğini gördüğünü, yerin altına girmeye karar verdiğini söyler." Böylece kararlaştırılan bir günde buluşurlar ve o kişiyi canlı canlı gömerler. Vaté’'de (Yeni Hebridler), yaşlılar ken­di istekleriyle canlı canlı gömülürlerdi. Yaşlanmış bir aile reisi canlı olarak gömülmemişse, aile için bir yüz karası olarak kabul edilirdi bu. Habeşistan'da bir Yahudi kabilesi olan Kamantların "kişiyi hiç­bir zaman doğal ölümle ölmeye bırakmadıkları, yakınlarından biri ölmeye yakın bir yaşa gelmişse boğazını kesmesi için köyün rahibi­nin çağrıldığı, eğer bu iş yapılmamışsa, giden ruhun kutsanmış kişi­lerin sarayına giremeyeceğine inandıktan" bildiriliyor. (Frazer 1890, s.214-215)”

“Daha önce de- görmüş olduğumuz gibi, Kongo halkı, papaları Chitomé doğal bir ölümle ölecek olursa dünyanın yok olacağına, sadece onun gücü ve ustalığıyla ayakta tut­tuğu yeryüzünün ortadan kalkacağına inanırdı. Bunun için de, papa hastalanıp ölmeye yüz tutunca onun ardılı olacak olan insan elinde bir ip ve bir sopayla papanın evine girerek onu boğar ya da ölünce­ye kadar sopayla döverdi. Meroe'li Etiyopya krallarına tanrı gibi tapınılırdı, fakat rahipleri ne zaman istese, krala bir haberci gönde­rirler, ölmesini emrederlerdi ona, emre yetke olarak da tanrıların bir kehanetini gösterirlerdi. Krallar, Mısır Kralı II. Ptolemaios'un çağdaşı olan Ergamenes'ın saltanatına kadar bu emre hep boyun eğmişlerdi. Ergamenes, kendisini yurttaşlarının boşinanlarından kurtaran Yunan eğitimi gördüğü için, rahiplerin emirlerini dikkate almama cesaretini gösterdi, bir grup askerle Altın Tapınağa girerek rahipleri kılıçtan geçirdi. (Frazer 1890, s. 215)”

“Etiyopya krallarını ölüme yargılamanın nedeninin, Zulu ve Sofala krallarının durumunda olduğu gibi, bedensel herhangi bir kusurun ya da çökme belirtisinin kişiliklerin­de ortaya çıkışı olduğunu varsayabiliriz; rahiplerin, kralın öldürül­mesine yetki veren kehanetiyse, bedeninde herhangi bir kusur olan kralın yönetiminden büyük felaketlerin doğacağı anlamına geliyor­du; tıpkı "topal bir saltanata" yani topal bir kralın saltanatına karşı Spartalıları uyaran kehanet gibi. Etiyopya krallarının, bu öldürme yasası kaldırılmadan çok önce bedence irilikleri, güçleri ve güzellik­lerine göre seçiliyor olması da bu varsayımı doğruluyor. Bugün bile Wadâi Sultanının gözle görünür bedensel bir kusuru olmaması gerekir; bir Angoy kralı, kırık ya da doldurulmuş bir diş ya da eski bir yara izi gibi bir tek kusuru varsa tahta çıkamaz. Dolayısıyla, özellikle önümüzde öteki Afrika örnekleri dururken, Etiyopya kralı­nın kişiliğinde görülen herhangi bir bedensel kusurun ya da yaşlılık belirtisinin onun öldürülmesi için bir işaret olduğunu varsaymak doğal bir şey olmaktadır. 'Daha ileri bir tarihte, Etiyopya Kralının bedeninin herhangi bir yerinde bir sakatlanma olursa, sarayındaki herkesin de aynı şekilde sakatlandığı kaydediliyor. Ama bu kural, herhangi bir kişisel kusurdan dolayı kralın öldürülmesi yasası kaldı­rıldıktan sonra bir tarihte konmuş olabilir; örneğin bir dişini kaybet­tiği için kralı ölüme zorlamak yerine, bütün adamları bir dişlerini kaybetmek zorunda kalıyor, böylece adamlarının krala karşı herhan­gi bir haksız üstünlüğü ortadan kaldırılmış oluyordu. Böyle bir kural aynı bölgede Darfur Sultanlarının sarayında hâlâ uygulanmak­tadır. Sultan öksürdüğünde, herkes dilini damağına vurarak ts ts sesi çıkarır; hapşırdığında, bütün cemaat ağlayışa benzer bir ses çıkarır; attan düşse, peşindeki herkesin de onun gibi attan düşmesi gerekir; bir tanesi eyer üzerinde kalırsa, rütbesi ne olursa olsun yere yatırdır ve dövülür. Orta Afrika'da Uganda Kralının sarayın­da, 'kral güldüğünde herkes güler; hapşırsa herkes hapşırır; üşütse herkes üşütmüş gibi yapar; saçını kestirse herkes saçını kestirir. Celebes'te Boni'nin sarayında, kral ne yaparsa bütün saraylıların da aynı şeyi yapması bir kuraldır. Ayaktaysa onlar da ayaktadır; otu­rursa onlar da oturur; atından düşerse onlar da atlarından düşer; yıkanırsa onlar da yıkanır, oradan geçenlerin, iyi ya da kötü, üzerle­rinde ne varsa öylece suya girmeleri zorunludur. Ama biz kutsal insanın ölümüne dönelim. Eski Prusyalılar, tanrılar adına kendileri­ni yöneten bir yöneticiyi yüce efendileri olarak kabul ederlerdi ve bu kişi Tanrı'nm Sözcüsü (Kirvaido) olarak bilinirdi. Kendini zayıf ve hasta hissettiğinde, arkasında iyi bir ad bırakmak istiyorsa, diken­li çalı-çırpıdan büyük bir yığın yaptırır, üzerine çıkar ve halka uzun bir söylev çekerdi, tanrılara yararlı işler yapmalarını öğütler, tanrıla­ra gideceğine ve halk adına onlarla konuşacağına söz verirdi. Sonra kutsal meşe ağacının Bönünde yanmakta olan sonsuz ateşten bir par­ça alır Ve çalı yığınını tutuşturarak ateşte kendini yakar. (Frazer 1890, s. 218-219)”

“Yukarda anlatılan durumlarda halk, kutsal kral ya da rahibi, sağlığının bozulduğuna ya da yaşının ilerlediğine değgin herhangi bir görünür belirti kendilerini uyarıncaya kadar görevde bırakır, bundan sonra artık kutsal görevlerini yerine getirmeye uygun değil­dir; fakat bu tür belirtiler görününceye kadar öldürülmez. Bununla birlikte bazı halklar en küçük bir belirtinin ortaya çıkmasını bekle­menin güvensiz olduğunu düşünüp, kralı henüz yaşamının en canlı dönemkideyken öldürmeyi yeğlemektedir. Buna göre de, artık hal­kını yönetemeyeceği bir süre saptamakta, bu dönemin bitiminde onu öldürmektedir; bu dönem, arada fiziksel bakımdan çöküş olası­lığını ortadan kaldıracak kadar kısa olmaktadır. Güney Hindis­tan'ın bazı bölgelerinde bu süre on iki yıldı. Örneğin, eski bir gezgi­ne göre Ouilacare eyaletinde "Bir Pagan Dua Evi vardır, burada çok önem verdikleri bir put vardır, her on iki yılda bir onun onuru­na büyük bir şölen verirler, bütün Paganlar bir bayrama katılır gibi katılır bu şölene. Bu tapınağın birçok toprağı ve bir hayli geliri var­dır; büyük bir iştir bu. Bu eyaletin bir kralı vardır; jübileden jübile­ye on iki yıl hüküm sürer. Yaşam tarzı şöyledir: on iki yıl tamamlan­dığında, şölen günü sayısız insan toplanır oraya, Brahmanlara -yiye­cek vermek için bol para harcanır. Kral ağaçtan bir iskele yaptırır, üzerine ipek kumaşlar yayar; o gün büyük törenler ve müzik eşliğin­de bir gölde yıkanmaya gider, bundan sonra putun yanına gider ve ona yalvarır, iskelenin üzerine çıkar, orada bütün halkın önünde çok keskin bıçaklar alır eline ve önce burnunu, sonra kulaklarını, dudaklarını ve bütün organlarını kesmeye başlar, yapabildiğince faz­la et kesmeye çalışır vücudundan; ve bunları aceleyle etrafa saçar, o kadar kan akar ki vücudundan, bayılmaya yüz tutar, en sonunda da gırtlağım keser. Bu kurban töreni puta adanmıştır; on iki yıl hüküm sürmek ve put aşkına böyle kurban olmak isteyen kişi orada bulunmak ve bunları seyretmek zorundadır; bulunduğu yerden onu alıp kral olarak iskeleye çıkarırlar." (Frazer 1890, s. 220)”

“Eski günlerde Samorin ya da Malabar Sahilinde Calicut Kralı da on iki yıllık krallığının sonunda halkın önünde gırtlağını kesmek, zorundaydı. Ama on yedinci yüzyılın sonuna doğru bu kural şöyle değiştirildi: "Çağdaş Samorinler yeni bir töre. izliyorlar, on iki yılın sonunda, jübile yapılacağı bütün ülkede duyuruluyor, geniş bir ova­da kral için bir çadır kuruluyor, on-on iki gün süreyle büyük bir şölen veriliyor, herkes sevinç ve neşe içinde eğleniyor, gece gündüz tüfekler patlıyor havada, şölenin sonunda, tehlikeli bir eylem sonun­da bir taç kazanmak isteyen dört konuk kralın muhafızlarıyla dövü­şe dövüşe çadıra yanaşıp Samorini çadırında' öldürmeye çalışıyor, bunu yapan kişi onun yerine geçiyor. 1695 yılında bu jübilelerden biri yapıldı ve çadır, Calicut'un on beş fersah güneyinde bir liman olan Pennany yakınında kuruldu. Bu tehlikeli işe girişecek üç adam çıktı, kılıçları ve kalkanlarıyla muhafızların arasına düştüler, birçok kişiyi öldürdükten ve yaraladıktan sonra kendileri de öldürüldüler.. Bu gözü dönmüş kişilerden birinin on beş, on altı yaşında bir yeğe­ni vardı, muhafızlara saldırırken amcasının yanından ayrılmıyordu, an^rayını^ düştüğünü görünce delikanlı muhafızların arasından çadı­ra daldı ve Majestelerinin başına bir darbe indirdi, başının üzerin­de yanan koca bir pirinç lamba darbeyi boşa çıkarmasaydı, kesin işi­ni bitirmişti kralın; ama bir ikinci darbeye girişemeden muhafızlar tarafından öldürüldü; ve sanırım, hâlâ aynı Samorin hüküm sürü­yor. Şans eseri sahile o zamanlarda gelmiştim, üç gün üç gece ardı arası kesilmeden tüfek sesleri duydum." (Frazer 1890, s.221’e göre, Hamilton 1727, s. 374)”

1g)- Tahıl-ruhu dedikleri ürün oluşturucu gücün, sonbaharda öldürülüp, ilkbaharda tekrar canlandırılmasına yönelik törenler:

 

Bir insana canlılık veren ruhun çocukluk-gençlik-yaşlılık dönemleri geçirmesi gibi, bitkilere canlılık veren ruhun da gelişim evreleri olduğuna inanılır. Bu nedenle, ilkbaharda tahıl-ruhunun güçlenmesi ve bol ürün vermesi bahar şenlikleri, sonbaharda ise öldürülerek, yeniden doğabilmesi olanağının oluşturulması için hasat törenleri yapılması yaygın bir gelenektir. Tahıl ruhunun tarlada ürün (bitki) içinde olduğu düşünülmüştür. Hasat yapılıp, ürün biçildikçe, bu ruhun tarladaki henüz biçilmemiş tarafa doğru göç ettiği tasarlanmıştır. Bu nedenle biçme işinin sonuna yaklaşıldığında, bir mola verilir. Kalan tarla, biçici sayısı kadar eşit parçaya bölünür ve bir yarış başlatılır. Hiç kimse en son demeti kesen olmayı istemez; çünkü yaşlanmış tahıl-ruhunun en son demeti bağlayan kişiye geçtiğine inanılır. Bu yaşlanmış tahıl-ruhu “yaşlı kadın, yaşlı adam, (köpek, kurt, tavuk, domuz) vs.” olarak adlandırılır ve en son demeti bağlayana “yaşlı kadını sen aldın” denir.

 

“Çoğu kez de son demete Yaşlı kadın ya da Yaşlı Adam denir. Almanya’da, bir kadın şekli verilir ve kadın giysileri giydirilir, onu biçen ya da bağlayan kişinin “Yaşlı Kadını aldığı” söylenir. Schwaben- Altesheim’da bir çiftliğin bir şerit dışında bütün ürünü biçildiğinde, bütün orakçılar bu şeritin önünde bir sıraya dizilirler; her biri kendi payına düşeni hızla biçer, son ekini biçen “Yaşlı Kadını alır”. (Mannhardt 1884, s. 321)”

“Mannhardt'ın da belirttiği gibi, bu törenler de son demetin adıyla çağrılan ve son arabada onun yanında oturan kişi besbelli onunla özdeşleştirilmektedir; erkek ya da kadın, son demet içinde yakalanan tahıl-ruhu temsil etmektedir; başka bir deyişle, tahıl-ru­hu ikili olarak temsil edilmektedir, bir insanla ve bir demetle." Kişi­nin demetle özdeşleştirilmesi, son demeti biçen ya da bağlayan kişi­nin onun içine sarılması töresiyle daha da açık hale gelmektedir. Örneğin Silezya, Hermsdorf ta, son demeti bağlayan kadını deme­tin içine bağlamak bir zamanlar bilinen bir töreydi97. Bavaria, Weiden'de, son demetin içine bağlanan kişi onu bağ yapan değil biçen kişidir.98 Burada ürünün içine sarılan kimse tahıl-ruhu temsil edi­yor, tıpkı dallara ya da, yapraklara sarılan kişinin ağaç-ruhu temsil edişi gibi. (Frazer1890, s. 332, Mannhardt 1884, s.324)”

“Adonis törenleri en başlangıçta, bitkilerin büyümesi ve canlanması için büyü olma ama­cını taşıyordu; bu etkiyi meydana getirecekleri ilkesi de duygusal büyüye dayanıyordu. Birinci bölümde açıklandığı gibi, ilkel halklar, oluşturmak istedikleri etkiyi temsil ederek ya da taklit ederek onu gerçekten meydana getireceklerini varsayarlar; örneğin su serperek yağmur yağdırırlar, ateş yakarak güneş ışığını çıkarırlar... vb. Buna benzer bir biçimde, ürünün büyümesini taklit ederek iyi bir hasatalmayı -umarlar. Adonis' bahçelerinde buğdayın ve arpanın hızla büyümesi ürünün hemen çıkmasına yönelikti; bu bahçelerin ve tas­virlerin suya atılmasıysa bereketli yağmur gereksinimini sağlamak için bir büyüydü. (Frazer1890, s. 276)”

Yaprakla kaplı bir adamın (hiç kuşkusuz bitkileri temsil ediyordu) suyla ıslatılması töresine, besbelli yağmur yağdırma amacıyla bugün Avrupa'da hâlâ başvurulduğunu görmüş­tük. Buna benzer bir biçimde, hasatta biçilen son ürünün ya da onu eve getiren kişinin üzerine su atma töresinin (Almanya ve Fran­sa'da, son zamanlara kadar da ingiltere'de ve İskoçya'da uygulanan bir töre), bazı yerlerde gelecek yılın ürünü için yağmur sağlamak amacıyla yerine getirildiği açıkça itiraf ediliyor. Bunun için, Transilvanya Saksonları arasında biçilen son üründen yapılma çelenk giyen içişi (bazan son ürünü biçen orakçı da giyer bu çelengi) sırılsıklam ıslatılır; çünkü ne kadar ısla­nırsa, gelecek yılın ürünü de o kadar iyi olacak, o kadar fazla ürün harmanlanacaktır (Frazer 1890, s. 276-277).

Örneğin, Wallachia'da ve Transilvanya'daki Romanyalılar arasında, bir kız hasatta biçilen ürünün son başaklarından yapılma bîr taç getirdiğinde, karşı­sına çıkan herkes aceleyle üzerine su atar, bu amaçla iki ırgat bekle­tilir; çünkü bu yapılmazsa gelecek yıl ürünün susuzluktan yok olaca­ğına inandır (Mannhardt 1875, s. 214).”

“Prusya'da baharda çift sürülürken, çift süren­ler ve tohum ekenler akşamleyin tarladaki işlerinden eve döndükle­rinde, çiftçinin karısı ve uşaklar üzerlerine su serperlerdi. Sabancı­lar ve tohum ekenler de unlan teker teker, yakalayarak havuza atar, başlarını suya daldırırlardı. Çiftçinin karısı ceza ödeyerek kurtulabi­lirdi bundan; fakat geri kalan herkesin suya daldırılması zorunluy­du. Bu töreyi yerine getirerek tohum için gerekli yağmuru sağlama­yı umarlardı. Prusya'da da hasattan sonra biçilen son üründen yapılmış bir çelenk giyen kişi suyla ıslatılırdı, bu sırada bir duacı "bu ürün su gücüyle nasıl çıkıp çoğaldıysa, ahırda ve ambarda da öyle çıksın ve çoğalsın" sözlerini söylerdi. Bir Babil söylencesin­de, tanrıça Istar (Astarte, Aphrodite), ölmüş, olan Tammuz'u yeni­den hayata kavuşturacak yaşam suyunu bulup getirmek için Hades'e iner; öyle görünüyor ki, su onun üzerine, erkeklerin ve kadınların Tammuz'un yakılacağı odun yığını çevresinde ağlayarak durduğu büyük bir yas töreninde atılıyordu. Mannhardt'ın belirttiği gibi bu söylence, Suriye'deki Adonis şenliğine benzeyen bir Babil şenliğinin mitsel bir açıklamasıdır. 'Kuşkusuz, Tammuz ayında (haziran-temmuz) dolayısıyla yaz dönümünde yapılan bu şen­likte ölü Tammuz belki de tasvirle temsil ediliyor, üzerine su dökü­lüyor, o da yeniden yaşama kavuşuyordu. Dolayısıyla bu Babil söy­lencesi önemlidir, çünkü Adonis tasvirlerinin ye bahçelerinin suya atılma amacının tanrıyı diriltmek, yani bitkilerin canlanmasını sağlamaktır (Frazer 1890, s.277).”

“Eski Meksika­lılar, mısırın, ekim zamanıyla hasat arasında tüm bir yaşam sürecin­den geçtiğini düşünerek, mısır dikildiğinde yeni doğmuş bebekleri, filiz verdiğinde biraz daha büyük çocukları kurban ederlerdi, yaşlı erkekleri kurban ettikleri mısırın tam yetişme zamanına kadar böy­le sürerdi bu (Frazer 1890, s.295).”

“Şenlik ateşlerinin en çok yakıldığı mevsimler, ilkbahar - yaz dönümüdür. … Eifel Dağları, Ren Prusya'sında Lent’te (ilkbahar) ilk Pazar gençler ev ev dolaşarak saman ve budanmış çalı dallan toplardı. Bunları yüksekçe bir yere, tepeye götürür, uzun, ince bir kayın ağacı çevresine yığarlardı. Bir odun parçası bir haç oluşturacak biçimde dik açıyla ağaca bağlanırdı. Bu yapı "kulübe" ya da "kale" diye biliniyor. Bu yığın ateşe verilir ve gençler baş açık, her biri elinde yanmış bir dal taşıyarak ve yüksek sesle dua ederek "kale"nin çevresinde yürürdü. Bazan da "kulübe"nin içinde samandan bir adam yakılırdı, insanlar dumanın ateşten estiği yönü gözlerdi. Eğer ekin tar­lalarına doğru estiyse, haşatın bol olacağının bir işaretiydi bu. Aynı gün, Eifel'in bazı yerlerinde saman saplarından büyük bir teker yapılır ve bir tepenin doruğuna üç at tarafından çekilirdi. Köydeki oğlan çocukları akşam karanlığında oraya yürür, tekeri ateşe verir ve bayır aşağı yuyarlarlardı. İki delikanlı, onu bir engele rastladığı yerde tekrar harekete geçirmek için ellerinde sopalarla arkasından giderdi teke­rin.53 Echtemach yöresinde aynı törene "cadıyı yakma" adı veriliyor.54 Tirol'deki Voralberg'te Lent'in ilk Pazar günü ince uzun genç bir kök­nar ağacı bir saman yığını ve odunlarla çevrilir. Ağacın tepesine "cadı" adı verilen bir insan figürü bağlanır, eski kumaşlardan yapılır bu figür ve içi barutla doldurulur. Geceleyin hepsi birden ateşe verilir, oğlan ve kız çocukları ellerinde meşaleler, içinde "ürün kalburda, saban toprağın içinde" sözcüklerinin geçtiği uyaklı şiirler söyleyerek ateşin çevresinde dans ederler.55 Svvabia'da Lent'in ilk Pazar günü eski kumaşlardan "cadı" ya da "yaşlı karı" veya "kışın ninesi" adı verilen bir figür yapılır ve bir direğe bağlanır. Bu direk bir odun yığınının ortasına saplanır, sonra da ateşe verilir. "Cadı" yanarken gençler yanar diskler atarlar havaya. Bu diskler birkaç santimetre çapında, yuvarlak, ince tahta parçalandır, kenarları güneşe ya da yıldızlara benzeyecek biçimde çentilmiştir. Ortalarında bir delik vardır, buradan bir sopanın ucuna geçirilir. Disk atılmadan önce ateşlenir, sopa ileri geri sallanır böylece diske iletilmiş olan hız, çubuğun meyilli bir tahtaya şiddetle çarpılmasıyla artırılır. Yanan disk böylece fırlatılır ve yükseldikçe, yere düşmeden önce uzun bir eğri çizer havada. … Yanan "cadı"nın ve disklerin kömür­leşmiş parçalan eve getirilir ve zararlı böcekleri tarlalardan uzak tuta­cağı inancıyla aynı gece keten tarlalarına dikilir.56 (Frazer 1890, c.2. s228)

“Lent’in ilk pazar günü yakılan bu şenlik ateşlerini, aşağı yukarı aynı mevsimde "ölümü dışarı sürme" töreninin bir parçası olarak ölüm adı verilen tasvirin yakıldığı ateşlerden ayırmak olanaksız görünüyor. Avusturya Silezya'sında Spachwbdorf ta Rupert Günü'nün (Büyük perhizin salı günü) sabahında, kürk palto ve kürk başlık giy­dirilmiş bir saptan adamın köyün dışında bir çukura yatırıldığını ve orada yakıldığını, o alevlerle yanarken herkesin ondan bir parka koparmaya çalıştığını, ve kopardığı parçayı, ürünlerinin büyümesini etkileyeceği inancıyla, bahçesindeki en yüksek ağaca bağladığım ya da tarlasına gömdüğünü görmüştük. Bu tören, "ölümün gömülmesi" diye bilinir.58 Saptan-adam ölüm olarak yapılmadığı zamanlarda bile, törenin anlamı yine de aynıdır; çünkü Ölüm adı, göstermeye çalış­tığım gibi, törenin yapılışındaki ilk amacı dile getirmemektedir. Eifel Dağlarında Cobern'de delikanlılar büyük perhizin arifesinde saptan bir adam yaparlar. Tasvir resmen yargılanır ve bütün yıl boyunca çevrede işlenen bütün hırsızlıkları işlemekle suçlanır, ölüme mahkûm edilen saptan-adam köyün içinde dolaştırılır, kurşuna dizilir ve bir odun yığını üzerinde yakılır. Alev alev yanan yığın çevresinde dans edilir ve son gelinin alevlerin üzerinden atlaması gerekir.59 Büyük perhizin arife günü gecesi Oldenburg'ta halk uzun saplardan demet yapar, bun­ları yakarak tarlaların çevresinde sallaya sallaya koşarlar, bağırarak, delice şarkılar söylerlerdi. En sonunda tarlada bir saptan-adam yakar­lardı.60 Düsseldorf yöresinde büyük perhizin arifesinde yakılan sap­tan-adam ürünün henüz dövülmemiş destesinden yapılırdı.61 ilkbahar ılımından sonraki ilk pazartesi günü Zürih’li çocuklar bir saptan-adamı küçük bir araba içinde sokaklarda dolaştırır, kızlarsa aynı zamanda bir Mayıs-direği taşırlar. Akşam duası çanları çalmaya başladığında, sap­tan-adam yakılır.62 Aachen yöresinde Ash Wednesday'de [Paskalya­dan önceki perhizin ilk çarşambası] bir adam nohut saplarına sarılır, ve daha önceden saptanan bir yere götürülürdü. Burada saplar üzerinden sessizlik içinde soyulur, daha sonra bunlar yakılırdı, çocuk­lar yanan şeyin adam olduğunu sanırdı.63 Val di Ledro'da (Tirol) Kar­navalın son günü, saplardan ve çalılardan bir figür yapılır ve yakılır. Figüre Yaşlı Kadın, töreneyse "Yaşlı Kadını yakma" töreni denir”.64 (Frazer 1890, c.2. s.230)

“Bu ateş şenliklerinin yapıldığı bir başka gün Easter Eve Easter Sunday'dan önceki cumartesidir. O gün Katolik ülkelerde kiliselerde bütün ateşlerin söndürülmesi ve bazan çakmak taşı ve çelikle, bazan da bir büyüteçle yeni bir ateş yakılması bir töre gereğidir. Paskalya mumu bu ateşle tutuşturulur ve daha sonra kilisede söndürülmüş olan ışıklar bu mumla yakılır. Almanya'nın birçok bölgesinde, kilisenin yakınındaki bir açık alanda bu yeni ateşle bir şenlik ateşi yakılır. Bu ateş kutsanır, halk meşe, ceviz ve kayın dallan getirip bu ateşte yakar, daha sonra da bunları eve götürür. Bu yanmış sopalardan bazısı evde yeni tutuşturulmuş bir ateşte yakılır, Tanrıya, çiftlik ve eklentilerini ateşten, yıldırımdan ve doludan koruması için dua edilir. Böylece her ev "yeni ateş" almış olur. Dallardan bazıları tarlalara, bahçelere ve çayırlara konur, bunları sam veya don gibi felaketlerden koruması için dua edilir. Bazı tarla ve bahçelerin diğerlerinden daha iyi ürün verdiğine inanılır; bu tarlalarda yetişen ürün ve bitkileri don vurmaz, fareler ve böcekler yemez, cadı­lar zarar vermez, böylece başaklar iri ve dolgun olur. Yanmış dallar sabana da uygulanır. Paskalya şenlik ateşinin külleri, kutsal hurma dallarının külleriyle birlikte ekilecek tohuma karıştırılır.” (Frazer 1890, c.2. s.231)

“Swabia'nın bazı bölgelerinde Paskalya ateşleri, demir, çakmaktaşı ya da çelikle değil de, iki odunun birbirine sürtülmesiyle yakılabilir.73   … İskoçya'nın orta Yaylalarında, Beltane ateşleri diye bilinen şenlik ateşleri önceleri l Mayıs günü büyük bir törenle yakılırdı, bu tören­lerde insan kurbanlarının izleri özellikle açık ve tartışmasızdı. Perthshire'da Callander yöresinde bu töre geçen yüzyılın sonuna kadar sürmüştü. Ateşler her ufak köyün halkınca, çevresinde sığırlarının otladığı bir tepe ya da tepeciğin üzerinde yakılırdı. Bundan dolayı da Yaylalardaki çeşitli yükseltiler "ateş tepeleri" diye bilinir, tıpkı Almanya'da bazı dağların adlarını, üzerlerinde yakılan Paskalya ateş­lerinden alışı gibi. l Mayıs günü sabahleyin insanlar bir tepe ya da tepeciğe yürür, yeşil çimenlikte yuvarlak bir çukur açar, bunun orta­sında herkesi alabilecek büyüklükte yeşil bir yükselti bırakırlardı. Bu çimden yükselti üzerine yerleşirler, tam ortaya bir yığın odun ya da yakacak başka şey korlar ve bunu tein-eigin'le ateşlerlerdi — yani zorunlu ateş ya da ihtiyaç ateşi. … İhtiyaç ateşi şöyle yakılırdı: "Bir gece önce, köydeki bütün ateşler dikkatle söndürülür, ertesi sabah bu kutsal ateşi uyandırmak için gerekli malzemeler hazırlanırdı. İyice kurumuş, meşe ağacından bir kütük bulunur, ortasına bir delik delinirdi. Daha sonra aynı ağaçtan bir lobut yapılır, ucu deliğe uydurulurdu. … Şiddetli sürtünme yoluyla kıvılcımlar çık­maya başlar başlamaz, yaşlı huş ağaçlarından çıkan ve parlayıcı olan bir tur kav atılırdı üzerine. Bu ateşin hemen göklerden gelmiş bir görünümü olurdu, ona atfedilen özellikler çok çeşitliydi. Bunların büyücülüğe karşı bir koruyucu, hem insan türlerine hem de hayvan­larda rastlanacak kötü hastalıklara karşı baş ilaç olduğu düşünülürdü; en güçlü zehirler bile onun aracılığıyla yapısını değiştirirdi." Bununla birlikte geçen yüzyılın bitişinden önce yıllar yılı Beltane ateşleri alışıl­mış biçimde yakılmıştır. Ateş yakıldıktan sonra, grup yumurta ve sütle bir krema pişirip yerdi. Bundan sonra ateşin çevresinde şarkı söyleye­rek ve dans ederek bir süre eğlenirlerdi.”(Frazer 1890, c.2. s.233-234)          

“Beltane şenliği üzerine geçen yüzyılın ikinci yansında yazılmış bir öykü şöyle: "l Mayıs günü her köyün çobanları kendi Beltien'lerini yaparlar, kırsal bir törendir bu. Yerde kare şeklinde bir çukur açarlar, ortasında çimenlik bir yer bırakırlar. Bunun üzerinde bir odun ateşi yakarlar ve yumurta, tereyağı, yulaf ezmesi ve sütten bol miktarda sıcak bir içecek hazırlarlar, bu içeceğin ana maddelerinden başka yan­larında bol miktarda bira ve viski de getirirler; gruptan herkes getiri­len bu şeylere katkıda bulunmak zorundadır.  Törenler bu içeceğin bir kısmının tanrıların payı olarak yere dökülmesiyle başlar; bunun üzerine her biri bir yulaf ezmesi pastası alır, bunların üzerinde, her biri, sürülerinin ve hayvanlarının koruyucusunu temsil eden bir özel varlığa ya da onların gerçek yok edicisi belli bir hayvana adanmış kare şeklinde dokuz kabart vardır.  Bundan sonra her kişi yüzünü ateşe döner ve bir kabartıyı koparıp omuzunun üzerinden fırlatır ve şöyle der, 'Bunu sana veriyorum ben, sen de atlarımı koru; bu da sana, koyunlarımı koru filan.' Bundan sonra aynı töreni zararlı hayvanlara karşı yaparlar: 'Ben bunu sana veriyorum, Ey tilki! kuzularımı bağışla; bu da sana, Ey tepeli karga! bu da sana, Ey kartal!' Bu tören •de bitince hazırladıkları içeceği içerler; şölen bittikten sonra geriye kalan şeyler bu iş için seçilmiş olan iki kişi tarafından saklanır; fakat ertesi pazar yeniden toplanırlar ve ilk eğlenceden geriye kalanları bitirirler."77  l Mayıs, İsveç’in merkezi ve güneydeki birçok bölge­sinde büyük bir halk şenliğidir. Bir akşam önce, iki çakmak taşının birbirine vurulmasıyla tutuşturulması gereken büyük şenlik ateşleri bütün dağlarda ve tepelerde parlar. Büyükçe her köyün kendi ateşi vardır, gençler çevresinde halka olur, dans eder. Yaşlılar alevlerin kuzeye mi yoksa güneye mi eğilim gösterdiğine dikkat eder. Kuzeye dönerse ilkbahar soğuk ve sert olacaktır, güneye dönerse ılık ve hoş geçecektir.78(Frazer 1890, c.2. s.238)

 

 

Ateş üzerinden atlamanın iki amacı vardır:

1-.Ateşin üzerinde ne kadar yükseğe sıç­rarlarsa o yıl ketenin o kadar boy atacağına, ateşten yanmış bir odun parçası alıp da bir keten tarlasına saplanırsa bunun ketenin büyümesini hızlandıracağına inanırlar.81 (Frazer 1890, c.2. s.238)

2- Ateş kutsal olduğundan, üzerinden atlayan insanları kötü ruhlardan (hastalıklardan, vs) arındıracaklarına inanılır. Yunanistan'da kadınlar Aziz John Arifesinde ateşler yakarlar ve "Günahlarımı arkamda bırakıyorum," diyerek ateşin üzerinden atlar­lar.111 (Frazer 1890, c.2. s.244)

 

“Geçen yüzyılın ilk çeyreğindeki İrlanda'yı anlatan bir yazar şöyle söylüyor. "Vaftizci Aziz John'un doğum günü gecesinde şenlik ateşleri yakarlar, sokaklar boyunca, tar­lalarda havayı temizlemek için uzun direklerin üzerinde yanan demet demet saplar taşırlar, çünkü o gece bütün şeytanların, cinlerin, hayalet­lerin ve gulyabanilerin insanlara kötülük etmek için havada uçuştukla­rına inanırlar."98 Bir başka yazar 1872'de İrlanda’da şenliğe tanıklık ettiğini söylüyor: "Tam gece yansı ateşler görünmeye başladı, çok geniş bir görünüme sahip evin çatısına çıktığım için, otuz mil yarıça­pında çepeçevre alanda ne kadar tepe varsa hepsinin üzerinde yanar ateşler gördüm. Kuşku duyulamayacak bir yetkiliden halkın ateşler çevresinde dans ettiğini, sonuna doğru bu ateşlerin içinde yürüdükle­rini, hayvanlarıyla birlikte oğullarını ve kızlarını da ateşin içinden geçirdiklerini öğrenince daha da mutlu oldum; bütün bunlar dinsel bir tören şeklinde yapılıyordu."99 Törenin 1867 gibi geç bir tarihe kadar bütün canlılığıyla sürdüğünü, 29 Haziran 1867 tarihli Liverpool Mercury'deki bir nottan öğreniyoruz: "Eski Pagan ateşe-tapınma töresi sözde Aziz John'un onuruna da olsa irlanda'da hâlâ yaşıyor. Pazar gecesi Leinster bölgesinde hemen hemen her ilçede şenlik ateşleri gözlendi. Kilkenny'de bir millik aralarla her tepenin eteğinde ateşler yanıyordu. Queen ilçesinde, Kildare'de ve Wexford'da da birçok ateş vardı. (Frazer 1890, c.2. s.242)

“Mannhardt'a göre bunlar, insanlar, hayvanlar ve bitkiler için uygun bir gün ışığı kaynağını sağlama alma amacına yönelik güneş-büyülleri ya da büyü törenleridir. Yabanılların güneş ışığını çıkarmak için büyülere başvurduklarını görmüştük,123 Avru­pa'da da ilkel insanın aynı şeyi yapmış olmasına şaşmamak gerekir. Gerçekten de, yılın önemli bir bölümünde soğuk ve bulutlu olan Avrupa iklimini düşünürsek, güneş-büyülerinin, Avrupa halklarının boşinansal uygulamalarında, ekvatora daha yakın yaşayan yabanıllarınkinden çok daha önemli bir rol oynamış olması doğaldır. Söz konusu şenliklerle ilgili bu görüş, kısmen dini törenlerin kendisinden, kısmen de iklim ve bitki dünyası üzerinde gösterdiğine inanılan etki­lerden çıkarılan çeşitli düşüncelerle destekleniyor. Örneğin, bu olay­larda sık sık görülen, bir tepenin yamacından yanar bir tekerleğin yuvarlanması töresi, güneşin gökyüzündeki seyir yolunun çok doğal bir takliti gibi görünüyor; bu taklit, güneşin yıllık alçalmasının başla­dığı Yazdönümü Gününde özellikle uygun düşüyor. Onun gözle görülür dönüşünün, bir direğin çevresinde yanar bir katran bidonunun döndürülmesiyle takliti daha az resimsel değildir.124 Havaya güneş şekli verilmiş yanar diskler atma töresi belki de taklit büyüsünün bir parçasıdır... Birçok olguda olduğu gibi bunlarda da büyü gücünün tak­lit ya da duygu yakınlaşması yoluyla etki yaptığı varsayılıyor, istenen sonucu taklit ederek onu gerçekten de yaratıyorsunuz; güneşin gökler­deki ilerleyişini taklit etmek yoluyla güneşin semavi gezisini tam za­manında ve hızda yapmasına gerçekten yardım ediyorsunuzdur. Yazdönümü ateşinin bazan halk arasında bilinen adı olan "gök ateşi",125 dünyevi ve semavi alev arasındaki ilişkinin bilincinde olunduğunu açıkça gösteriyor.” ((Frazer 1890, c.2. s.245)

Yine, bu törenlerde başlangıçta ateşin tutuşturulma tarzı da yalancı bir güneş yapma amacı güdüldüğü görüşünü destekliyor. Çünkü, çeşitli araştırmacıların da gördüğü gibi,126 başlangıçta dünyanın her tarafında bu şenliklerde ateşin iki odun parçasının birbirine sürtülmesiyle elde ediliyor olması son derece olasıdır. Bunun hem Paskalya hem de yazdönümü ateşlerinde bazı yerlerde durumun hâlâ böyle olduğunu, Beltane ateşlerindeyse önceleri böyle olduğunun açıkça belirtildiğini görmüştük.127 Fakat bunun, vaktiyle bu zamanlı şenlik­lerde ateşi tutuşturmanın değişmez bir şekli olduğunu nerdeyse kesinleştiren şey, ihtiyaç-ateşleriyle olan benzerliğidir. İhtiyaç-ateşleri, önceden saptanmış dönemlerde değil, özel felaket anlarında, özellikle de hayvanlar arasında salgın hastalık belirdiğinde yakılır, hayvanlar ihtiyaç-ateşinin içinden sürülür, tıpkı bazan yazdönumü ateşlerinin içinden sürüldükleri gibi.128 İmdi, ihtiyaç-ateşi her zaman odunların birbirine sürtülmesi, bazan da bir tekerleğin döndürülmesiyle elde edi­lir; örneğin Mull'da, meşeden bir tekerleğin dokuz tane meşeden mil üzerinde doğudan batıya, yani güneş yönünde döndürülmesiyle yakı­lırdı, ihtiyaç-ateşini elde etmek için kullanılan tekerleğin güneşi temsil ediyor olması akla yatkın bir varsayımdır,129 ve eğer ilkbahar, yaz-dönümü ateşleri başlangıçta aynı şekilde elde ediliyor idiyse, bunla­rın, en başında güneş-büyüleri olduktan görüşünün bir doğrulanmasıdır bu. (Frazer 1890, c.2. s.247)

Bir kez daha yineleyelim: bu şenlik ateşlerinin iklim ve bitki dünyası üzerinde yaptığı varsayılan etki bunların güneş-büyüleri olduğunu gösteriyor, çünkü onlara atfedilen etkiler, güneş ışığınınkilerle özdeştir, örneğin, İsveç’te gelecek mevsimin soğuk mu yoksa sıcak mı olacağı, şenlik ateşi alevlerinin estiği yönden çıkarsanır. Güneye esiyorsa, havalar sıcak olacaktır, kuzeye esiyorsa soğuk ola­caktır. Hiç kuşkusuz, bugün alevlerin yönüne, bir etkileme tarzı ola­rak değil de hava koşullarının bir önbilisi (kehanet) olarak bakılıyor. (Frazer 1890, c.2. s.247)

“Şimdi, ağaç-ruhunun çoğu kez insan şek­linde temsil edildiği düşünülürse, bu ateşlerde bazan bir ağaç, bazan da bir tasvir yakıldığında tasvire ve ağaca birbirinin eşdeğeri olarak bakıldığını, her ikisinin de ağaç-ruhunun bir temsilcisi olduğunu var­saymak hiç de acelecilik olmaz. Bu, yine şu gözlemlerce doğrulan­maktadır: önce, yakılacak tasvir bazan bir Mayıs-dalıyla hemen hemen aynı zamanda dolaştırılıyor, ilkini oğlan çocuklar, ikincisiniyse kız çocuklar taşıyor. 139 ikinci olarak da, tasvir bazan canlı bir ağaca bağlanıyor ve onunla birlikte yakılıyor,140 Bu olgularda, ağaç-ruhunun, daha önce de gördüğümüz gibi, hem ağaçla, hem de tasvirle ikili olarak temsil edildiğinden pek kuşkulanamayız. Tasvirin bitkile­rin yararlı ruhunun bir temsilcisi olarak gerçek karakterinin bazan unutuluyor olması doğaldır. Yararlı bir tanrıyı yakma töresi, daha son­raki düşünce tarzları için, yanlış yorumlamalardan kurtulamayacak kadar yabancıdır. Bitki ruhunun tasvirim yakmaya devam eden insan­lar, çok doğal olarak, onu zamanla, çeşitli nedenlerle Judas Iscariot, Luther ve bir büyücü kan gibi kötü ve çirkin saydıktan kişilerin tas­viriyle eşdeğer tutar olmuşlardır.” (Frazer 1890, c.2, s. 251)

“Bir tanrıyı ya da onun temsilcisini öldürme genel nedenleri bundan önceki bölümde incelenmiştir. Ama tanrı bir bitki ilahı olunca, ateşle yakılması için özel nedenler çıkar ortaya. Çünkü ışık ve ısı bitkileri büyütmek için gereklidir, ve duygusal büyü ilkesine göre, bitkinin ki­şisel temsilcisini onun etkisine maruz kılmakla, ağaçlara ve bitkilere bu gerekli şeyler kaynağını sağlamış oluyorsunuz. Bir başka deyişle, bitki-ruhunu güneşi temsil eden bir ateş içinde yakmakla, en azından bir süre için bitkinin bol güneş almasını sağlama almış oluyorsunuz. Eğer amaç yalnızca bitkiler için yeterli güneşi sağlamak ise, bu amaca, duygusal büyü ilkesine göre bitki dünyasının temsilcisini yak­mak yerine sadece ateşten geçirmekle daha kolaylıkla varılabileceği söylenerek karşı çıkılabilir yukarıdaki düşüncelere. Gerçekten de bazan böyle yapılmaktadır. Daha önce gördüğümüz gibi, Rusya'da Kupalo'nun saptan yapılan figürü yazdönümü ateşinde yakılmaz, yal­nızca onun üzerinde ileri geri götürülür.141 Fakat sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı tanrının ölmesi gerekmektedir. Bunun için de ertesi gün Kupalo bütün süslerinden soyulur ve bir akarsuya atılır.” (boğularak öldürülmüş olur.) (Frazer 1890, c.2, s. 251)

“Avrupa'nın uzak bir köşesinde, bağımsız ve yabancı etkilerden hemen tamamen uzak yaşayan Kelt halkı eski puta-taparlıklannı o güne kadar Batı Avrupa'daki öteki halklardan daha iyi bir biçimde korumuşlardı. Bu yüzden, ateşte yakarak insan kurban etme töresinin, Keltler tarafından sistemli bir biçimde uygu­landığını kuşku götürmeyen kanıtlardan öğrenmek önemlidir. Bu kur­ban törenlerinin en erken tanımını Julius Sezar veriyor. O zamana kadar bağımsız olan Galya Keltlerini ele geçirdiğinde, Sezar ulusal Kelt dini ve yaşam tarzlarını gözlemleme fırsatını elde etmişti; bunlar, hâlâ ulusun tazeliğini ve canlılığım taşıyordu o zaman. Roma uygar­lığının eritici potasında kaybolmamıştı, öyle görünüyor ki, Sezar kendi notlarına, Roma ordularını Manş denizine taşımadan yaklaşık elli yıl önce Galya'yı dolaşmış olan Posidonius adlı bir Yunan kâşifi­nin gözlemlerini de katmıştı. Yunan coğrafyacı Strabon ve tarihçi Diodoros da, Kelt kurbanları hakkında anlattıklarını Posidonius'un yapıtından, ama birbirinden ve Sezar'dan bağımsız olarak almış görünüyorlar, çünkü her üç öykü de ötekilerin hiçbirinde bulunmayan ayrıntılar içeriyor. Dolayısıyla bunları birleştirerek Posidonius'un özgün öyküsünü bir dereceye kadar kesin biçimde kurabiliyor. … Keltler, yargılanmış suçluları her beş yılda bir yapılan büyük bir şenlikte tanrılara kurban edilmek üzere saklarlardı. Bu kur­banların sayısı ne kadar yüksek olursa toprağın veriminin de o derece yüksek olacağına inanırlardı.146 Kurban olacak yeteri kadar sayıda suçlu olmadığı durumlarda, savaşta alınan esirler Druidler ya da ra­hipler tarafından kurban edilirdi. Kimi oklarla vurulurdu, kimi kazığa kakılırdı, kimileriyse aşağıdaki şekilde canlı canlı yakılırdı: Sepetlik sazlardan ya da odun ve otlardan dev tasvirler kurulurdu; canlı erkek­ler, sığırlar ya da başka türlerden hayvanlar doldurulurdu bunların içine; daha sonra tasvirler tutuşturulurdu, bunlar içlerindeki canlı var­lıklarla birlikte yanardı.” (Frazer 1890, c.2, s. 255-256)

“Her beş yılda bir yapılan büyük şenlikler böyleydi. Fakat bu kadar büyük ölçekte ve görüldüğü gibi o kadar fazla insan yaşamı harcaya­rak yapılan bu beş yıllık şenliklerden başka, yılda bir, aynı türden fakat daha küçük ölçekte şenlikler yapılırdı.” (Frazer 1890, c.2, s. 256)

 
“Özetlersek: eski yazarlardan ve çağcıl halk törelerinden toplanan kanıtlar şu sonuca götürüyor Galya Keltleri arasında yaz dönümünde her yıl bir şenlik yapılır, bu şenlikte ağaç-ruhunu ya da bitki-ruhunu temsil eden canlı insanlar sepetler içine kapatılır ve yakılırdı. Törenin tamamı, güneşin parlamasını ve ürünlerin büyümesini sağlamak için tasarlanan bir büyüydü.” (Frazer 1890, c.2, s. 260)
 
Toplam blog
: 45
: 973
Kayıt tarihi
: 14.08.10
 
 

K.T.Ü.de paleontoloji ve tarihsel jeoloji öğretim üyesiyim (Prof. Dr.). Yeryuvarında hayatın oluşum ..