Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Temmuz '09

 
Kategori
Kent Tarihi
 

Domaniç yaylası

DOMANİÇ YAYLASINDA “OSMANCIK”

“Domaniç temmuzlarında bir gecedir. Gökte Samanyolu bir sırma kemerdir. Sarı, mavi yıldızlar parıl parıl parıldamaktadır. Yayla serinliği gönüllerde soylu yiğitliklere, hafızalarda büyük olaylara özlem estirmektedir. Korunun eteğindeki düzlükte Ulupınar’ın çevresinde ateş yakılmıştır. Kuru çam dalları çatırtılarla yanmakta…

Osman, ufka dalıp gitmiştir.

-“Hey, Osmancık; neler düşünüyorsun?”

Ede Balı’dır bu.

Osman gülümsüyor… İçi el vermiyor, ”hiç” demeye:

-“Dünya ne kadar büyük” diyor.”

………

Bense, “her gün biraz daha küçülen bir dünyada yaşıyoruz…”derdim.

Derdim demesine ama, Osmancık ve Kayın Atası Ede Balı, duysalardı beni yüzyılların ötesinden; önce atası Ede Balı sonra da, yüzyılların çınarı olan “o yılların” Osmancık’ı itiraz ederlerdi bana:

“Öyle olur mu, a oğul!”

Ama ben, bu yüzyılın neyin ardına düştüğümü bilmeden, bana verdiği “kendime has özgüvenim(!)” sayesinde takındığım şımarıklığımla veya sarhoşluğumla tekrar edeceğim:

“Dünya ne kadar küçük”, ”dünya ne kadar küçük”, ”dünya ne kadar küçük”…

Osmancık’ın söylediğine Ede Balı itiraz etmişti; benim söylediğime hep bir ağızdan “Atalarım” karşı çıkarlardı, “bizim” bu yüzyıldaki halimizi görselerdi…

Ben yine de, onların büyüklüklerine sığınıp, dünya küçük; küçülen, daralan bir dünyada yaşıyoruz, diyeceğim. Ve bu sözü inat içinde tekrar ederken, “haberleşme ağının, uydu fotoğraflarının, küreselleşmenin, bilgi kirliliğinin” dünyamızı küçültüp elimize düşürüverdiğinden dem vurup övünmelere de kalkmayacağım. Tam tersine, teknoloji yaşama alanımızı o kadar daralttı ki diyeceğim; nefes alınmaz dört duvarlar arasında, bir bilgisayar ekranı kadar pencerelerimiz ve elimize tutuşturduğumuz, hayatı duymamızı, hissetmemizi sınırlayan cep telefonu ölçüsünce dünyamızın küçüldüğünü söyleyeceğim.

Kütahya’da yaşıyorum… Kütahyalı değilim ama on beş yıla yakın bu şehirdeyim. Teknoloji ile çok yakından ilgilenme bedbahtlığına, ne kadar ayak diretse de, sonunda düşenlerdenim. Böylesi bir esaretin öncesine ait güzel hatıralarım içinde; Kütahya’yı saran yeşilliklerin varlığı var. Hatta, bu yeşillikler arasında birinci sırayı, Domaniç Yaylasının tüm ihtişamı ile aldığını da biliyorum, beni saran o “bilgi temizliğiyle”.

“Domaniç Yaylası”… İnsana bir yayla neler hatırlatır, neler anlatabilir ki? Sıradan bir yayla pek bir şey anlatmasa da; o yaylanın başına “Domaniç” geldi mi, o yaylaya “Kayı Boyu” kondu mu, insan çok şey anlamalı, çok şey hatırlamalıdır. Domaniç dendi mi Kayıları, Ertuğrulları, Hayme Anaları, Osmancıkları, Ede Balıları, Orhanları, Ulduz Hatunları, Malhun Hatunları hatırlamadan, anlamadan geçmek olmaz. O topraklar artık bir toprak parçası değil; ”Çınar”ı sulayan, besleyen, büyüten can damarlarıdır. ”Osmancık”ı, Osman; Osman’ı Osman Bey yapan o topraklar, o yaylalardır.

“Osman, ayakları diz boyuna kadar çiğlerden ıslanmış, Sivrikaya’ya doğru yokuş yukarı yürüyor. Nicedir huy edindi bir gün doğuşunu oradan seyretmeyi:

Bir yanında derinliklerinden uğultular gelen vâdi; bir yanında uzanıp giden yayla; karşısında sınırsız ova!

Gün oradan, yayvan tepelerin ardından doğar; gün olur çırılçıplak, bakır kızılı ve koskocaman; gün olur allı pullu bulutların arasından ve altınlaşarak… Ama her zaman ve kısa sürede bütün renkleri, bütün sesleri değiştirerek…”

Kaçımız burnumuzun dibindeki Domaniç yaylalarını gezdik; kaçımız bu yaylalarda gezme şansını bulsak da o yaylaların sırrını yüreğimizde hissettik; ya da kaçımız bu yaylada bir tarihin saklı olduğunu keşfettik? Gönül isterdi ki bunun cevabı “hepimiz” olsun. Üstelik bu cevabı verenler Kütahyalı ile sınırlı kalmasın da; ülkemizin her yöresi hep bir ağızdan bu cevapla inlesin…

Kütahya’dayım, hayatımda ilk kez “ayakları YERE basmanın” ne demek olduğunu idrak ediyorum.

“Yayla sabahıdır. Gün daha doğmamıştır. Gökyüzü süt mavisi, çamlar neftî, üzerlerine çiğ yağmış çayırlar zümrüt yeşili; ışıl ışıl. Çobanlar, daha davarları toplamamış, atlar, kısraklar, taylar daha delişmen- ve mutlu- neşelerini bulmamış. Kara çadırlar ile ağıllar arasında gidip gelenler, sadece allı, lâcivertli, altın sarılı, menekşe morlu giysileri ile kadınlar ve kızlardır. Günün cümbüşüne daha vakit var.”

Evet!”Ayakları yere basmak”… Bizim olan bir toprağa basmak… Ve o toprağın bizim olduğunu bilmek. Bilmek de yetmez; anlamak ve hissetmek. Kütahya’da yaşayan bizler bir “toprağa” basıyoruz. Domaniç yaylasını oluşturan topraklara… “Domaniç Yaylası”nda doğan, bu yaylalarda yeşeren ve yüzyıllar içinde hep yeniden filizlenen bir toprakta, vatanda olduğunu bilmek; “toprağı vatan yapan”, ”yaylayı gönülde yaylamasını” bilen bir milletin üyesi olmak… Daha da muhteşemi, o toprakların üstünde yaşamak, o yaylanın serinliğini hissetmek, hissedebilme şansına sahip olmak…

Dünya ne kadar küçük… Yüzyıllar ne kadar kısa… İşte, atalarımın göçüp konduğu topraklar; işte, benim için; benim temiz havayı özgürce solumam için şehadet şerbetini içmekten bir an bile tereddüt etmeden “yüreğini” ortaya serenlerin yattığı topraklar…

Hele bir koşu varıp da, Osmancık’ın Osman Bey olduğu; Beyin, Beylik; Beyliğin İmparatorluk; imparatorluğun Cumhuriyet olduğu Domaniç yaylasında bir soluklanalım; ”Osmancık”ın atını sürdüğü yoldan, çadırını kurduğu yayladan” biz de nasibimizi alalım. Bir görelim nasıldır, nicedir o yer? Bir toprak, bir yiğide nasıl gönül, yürek, bilek verir? Bir toprak, bir boyu nasıl yenilmez bir millet yapar? İşin sırrı nerdedir? Hangi soğuk pınarın, hangi zümrüt yeşilin büyüsü; hangi turkuaz mavinin, hangi “nefesin”, hangi soluğun, hangi nal seslerinin gücüdür bize baki kalan? Hadi durmayın gayrı, bir teneffüs edelim; “tek dişi kalmış canavarlardan” sıyrılıp, dışarı çıkalım; bakayazalım gökyüzüne yeniden, doyasıya; öleyazalım atamın gücüne ve sesine...

“Yayla sonbaharı kışa bakar. Rüzgarlar, bulutlar, yıldızlar, atlar, davarlar, develer, kuşlar, geyikler, turaçlar, turgaylar, çayırlar, ağaçlar; bütün renkler ve bütün sesler kış habercisidir. Gün rengi değişir… Ve, bütün oymaklarda bu renklerin ve seslerin dilinden çok iyi anlayanlar vardır.

Hadi bir gayret: Küçük dünyamızı genişletelim… Ya da ne geniş bir dünyada yaşadığımızı “geniş bir ufuk çizgisi” ile yeniden keşfe çıkalım. Osmancık’ı, Ede Balı’yı yeniden bulalım, şu “bizim” yaylalarda… Bırakalım bir süre de olsa bilgisayarları, cep telefonlarını, dört duvar içinde nefes almaktan korkan ağızların söylediği, hep aynı tınıları dinlemekten bezmiş kulakların uyuştuğu “ders aldığımızı” düşündüğümüz dar mekânları terk edelim. Alacağımız dersler “Domaniç Yaylasında”, alacağımız dersler “Dumlupınar sırtlarında”… Gelin; tarihi, edebiyatı, projeyi, güzel sanatları; o sırtlarda, o yeşilliklerde, o “havalar”da yeniden bulalım. Gelin, Domaniç nasıl bir yayladır anlayalım; “o yaylada” ne denmiş can kulağı ile dinleyelim:

“Özlediğimiz baharlar vardır. Soyca sopça özlenen baharlar. Ve onların da müjdecileri badem ağaçları vardır. Gün döndüğünü en evvel onlar duyar, sezer, anlar. Müjdeler baharı, bahar gelmiştir. Duyan gönüller, gören gözler, düşünen kafalar müjdeyi alır…hazırlanır...sanki “YAYLAYA GÖÇÜN HAZIRLIĞI” başlamıştır.. Gecikilmemek için.

Gerekeni yapmak, gereğini vaktinde yapmak için. O müjdeciler yüzünden ve sayesinde. Hava dönebilir. Kış geri dönmüş gibi olabilir. Müjdecileri don vurabilir. AMMA, MÜJDE ŞAŞMAZ. DUYANLARA ANLAYANLARA KAZANDIRIR.”

Duymuyor musunuz, Domaniç yaylasındaki “Osmancık” benim, sensin, sizsiniz, ”biziz”… Dumlupınar sırtlarında yatan da BİZ… Hala duymuyor musunuz, hissetmiyor musunuz? Bu teknoloji dünyamızı hakikaten küçültmüş, yaylamızın yeşilini, bereketini, gücünü almış olmasın sakın?

…………

“Her gün biraz daha küçülen bir dünyada yaşıyoruz…”

Osmancık ve Kayın Atası Ede Balı, duysalardı beni yüzyılların ötesinden; önce atası Ede Balı sonra da, yüzyılların çınarı olan “o yılların” Osmancık’ı itiraz ederlerdi bana:

“Öyle olur mu, a oğul!”

“Ki bahar gerçekten gelmiştir. Müjdecilere minnet, müjdecilere rahmet..

Osman artık, kendisini bu değişimin beş, on dakikalık kısa sürecinde aramaktadır.

Gün doğumundan önceki Osman, gün doğumundan sonraki Osman! Ne olmuşsa, ne olacaksa bu süreç içinde olacaktır; Osman’a öyle gelmektedir artık.”

Bugün, Domaniç Yaylasında yaylayan tüm “Osmanlara” öyle gelmektedir, artık…

“Öyle değil mi, a oğul?”

“Domaniç’te ve Domaniç yakınlarındaki yaylaklarda bu yaz bütün yazlardan başkadır ve Kayı boyunda böyle bir yaz görmeyenler çoğunluktadır. Beğin yerini kim alacak ve beğin yerini kim almalıdır?”

Osmancıklar” ın yerini kimler almalı, bayrağı kimler taşımalıdır?

“VE GÜNEŞ DOMANİÇ’İN BATISINI ÇİZEN TEPELERE İNMEK ÜZEREDİR..”


*Tarık Buğra’nın “Osmancık” adlı romanını ikinci kez okuyup da “tefekkür” etmemi sağlayan öğrencilerime “teşekkür”…

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..