Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Mart '13

 
Kategori
Futbol
 

Domates, Biber, Galatasaray

Dokuz yaşındaydım, 'Galatasaraylı’yım' dediğimde. İlkin 'Fenerbahçeli’yim' demiştim, dört-beş yaşlarındayken. Ankara'dan gelen halam "Üzerinde Fenerbahçe yazıyor." dediği t-shirt'ü hediye ettiğinde otomatikman Fenerli olmuştum. Sonrasında bilimum takımı tuttum. Misal Adana'dan teyzem geldiğinde de Adanasporlu oldum. Akşam Cimbomlu yatıp, sabah Beşiktaşlı uyandığım da oluyordu! Tuttuğum takımın kah dişe dokunur bir sebebi oluyordu, kah anlık reflekslerle takım değiştiriyordum. Bu değişkenlik halinden sıkıldığımdan mı, kendimi artık bir yerlere/şeylere 'ait' hissetme yaşımın geldiğini düşündüğümden mi bilmiyorum; 'Galatasaraylı’yım' deyivermiştim. Oysa ev içinde Galatasaraylı yoktu. O zamanlar idolüm olan, ki yeniden oralarda, babam, Beşiktaşlı’ydı. Sokakta top oynarken ya Zico oluyordum ya Sokrates. Fetret Devri yaşamakta olan bir takımı niçin tercih ettiğimi şu an kestiremiyorum. Belki ilk defa kendi seçme hakkımı kullanmak istedim ya da hasbelkader söylemiş olduğum bir lafın arkasında durmak gerektiğinin ayırdına vardım. Öyle ya.. ismim, cismim, dinim, okulum kendi tercihlerim değildi ama, onlarca yüzlerce takım arasından sarı-kırmızılı olanını tercih etmek bana aitti.

 Mutlak güç olmadığı gibi, sahaların mutlak hakiminin de olmadığını kavrayıp yenilgileri, kaçan şampiyonlukları sessizce kabullendim. Kendimi iyi hissettiğim zamanlarda bizimkilerin de iyi olacağına inandırdım kendimi kimi zaman. Sahada çirkefleşen futbolcularından dolayı takımdan, hayattan ve hatta kendimden soğuduğum da oldu. Hayali bile yetecek kupaların gerçeği ile yüzleşmenin tarifsiz mutluluklarını da yaşadım.

Hayat gibi, futbol gibi, bazen kendim gibi sürprizli bir takımdı Galatasaray. Olmadık zamanlarda olmadık işler yaptı. En iyi zamanlarında da, en kötü dönemlerinde de futbol oynamak, keyif almak ve keyif vermekten ödün vermedi kanımca. Yeri geldi küstahlaştı da! Ezeli rakibimizi şamar oğlanına çevireceğimize inandırdı bizi. Hayat gibi, futbolda da küstahlığın kötü birşey olduğunu anlamam da geç olmadı, Galatasay sayesinde. Hayatın merkezinde olmadığım gibi, kabullendim Galatasaray'ın da merkez olmadığını. Ama dedim ya; hayatın çirkinliklerini, güzelliklerini, sürprizlerini, acı gerçeklerini gördüğüm, bildiğim ve sevdiğim gibi sevdim Galatasaray'ı. Yaşamaktan keyif aldığım gibi keyif aldım 'aslan'ı izlemekten. Kendime dışarıdan bakmaya çalıştığım gibi, yansız bakmaya çalıştım takımıma. Lakin bir işe girişirken kendime güvendiğim gibi güvendim; yeşil çimlere sarı kırmızılı kramponlar çıkarken.

 Dile kolay... Otuz sene olmuş Galatasaray sevdası içime düşeli. Dünya'da, Türkiye'de, Galatasaray'da ve tabi kendimde olan birçok değişikliğe inat, Galatasaray sevgisi yerinde kaldı ve hatta serpildi bende. Takımdan en uzak durduğum dönemlerde dahi, göz ucuyla ve tabi umutla baktım Galatasaray'a. İlklerin takımı olduğu için, tarih yazdığı için, pozitif futbolun tarafında olduğu için tercihimi sevdim. Lise'nin statükocu tavrına, Heldli ve Saftigli dönemlerine rağmen sevdim. Taraftarı ‘tüketici/müşteri’ konuma sokan yönetim anlayışına rağmen sevdim. Fener karşısındaki çaresizliğine rağmen sevdim.

Geçtiğimiz hafta Galatasaray’ım(!), Drogbalı, Sneijderli, Selçuklu kadrosuyla, buraya, Eskişehir’e geldi. Takım hiç Drogbalı, Sneijderli, Selçuklu gibi oynamıyordu ama, şimdi bunu düşünecek zaman değildi. Şimdi bir bilet alıp, orada olmaya bakmalıydı. Tamam.. takım iyidi, hoştu ve tam bir taraftar gibi de izlenmeliydi ama, yüz lira da verilmezdi! Esesliler arasında da, fazla heyecan yapmadan izlenebilirdi takımım. Hem ilk on-on beş dakikada Galatasaray tarafından atılacak bir gol, Eses tribünlerinin gazını almaya yeterdi. Bu gol, aynı zamanda, Eses tribünlerine konuşlanmış benim gibi, Eses görünümlü Cimbomlular’ın da daha rahat maç izlemesine yarardı! Ve fakat o gün Galatasaray, benim için, derin bir hayal kırıklığının öznesi olmayı tercih etti. Muslera’nın kaleciliği ve bir pozisyonda Sabri’nin topu, kalenin otuz metre(!) üstünden auta göndermesi dışında Galatasaray’ı çağrıştıran hiçbir şey göremedim. ‘Selamsız Bandosu’, maaile, içimde toplandı sanki.

O sarsıntının etkileri tam olarak geçmeden Gençlerbirliği maçı geldi. İlk yarı boyunca ciddi oyun üstünlüğü vardı Galatasaray’ın; baskı, pozisyon, direkten dönen top… Ama hepsini doğaçlama bulup, burun kıvırdım. Bir Hamit’e üzülür gibi oldum. Onun dışında sadece takımın defolarını gördüm. İnsan sevdiğinden soğumaya görsün..

İkinci yarı Gençlerbirliği oyuna katılmaya başlayınca, biraderin Gençlerbirliği taraftarı olduğunu ve Gençler kazansa daha bile güzel olacağını düşünmeye başladım. Çok geçmeden attı Gençler. Rahatladım. Sonra… Sonra belki de görüp görebileceğim(iz) en uyduruk penaltı düdüğü geldi hakemden. Hayatın da, adaletin de, futbolun da, endüstrisinin de diye saydırmaya başlayacakken, Drogba’nın topa yapıştığını ve Selçuk’u infaz noktasından uzaklaştırdığını görür gibi oldum. Evet doğruydu. Koskoca Drogba, neden evrensel bir yıldız olduğunu ve neden Galatasaray’ı tercih ettiğini cümle aleme gösterecek ve hatta bana Galatasarayım’ı geri getirecekti!

Tam tahmin ettiğim gibi, topu üstten dışarı gönderdi, Drogba. Ve fakat Barış Manço’nun ‘Domates, biber, patlıcan’ şarkısındaki ‘o an’ı yaşadım birden; Drogba’nın penaltıyı kaçırdıktan sonraki hareketinde. Kaçırır kaçırmaz olay mahalinden hızla uzaklaşmış olsa ya da, sol eliyle illa ki bir yerleri göstermesi gerektiğine inanıyorsa eğer, o eli, yeri değil de, yukarıyı gösterseydi, en azından kendi içimde, her şey çok farklı olacaktı. Olmadı…       

 

  

 
Toplam blog
: 25
: 201
Kayıt tarihi
: 28.01.13
 
 

'olan biten her şey başka türlü olması mümkün olmadığı için öyle olmuştur'.. ..