Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Ocak '19

 
Kategori
Doğal Hayat / Çevre
 

Domates, Biber, Patlıcan

Rahmetli Barış Manço’nun o meşhur şarkısı “Domates, biber, patlıcan”  bugünlerde hayli revaçta. Nedeni ise şarkının içinde geçen ürünlerdeki fiyatların önlenemez yükselişi.  İki-üç ay önce 3-5 lira aralığında seyreden bu sebzelerin fiyatı ne oldu da 15-20 lira civarına yükseldi, bilemiyoruz.  Turfanda  desek, değil. Bu sebzeler artık yaz-kış hem üretiliyor hem de ithal ediliyor.  Hadi sırf bu sebzelerde yükseliş olsa diyeceğiz ki; “kar yağdı, sel bastı, aracılar fiyat yükseltti”  falan, filan.  Ama öyle değil. Tüm gıda ürünlerinde fiyatlar tavan yaptı. Çarşı- pazar adeta yangın yerine döndü. Et-süt, sebze, meyve, şarküteri, sakatat… Aklınıza ne gelirse tamamında anormal bir fiyat yükselişi var ve ne yazık ki önlenemiyor. İnsanların alım gücü tamamen düştü, yoksulluk had safhada. Ve ne yazık Türkiye yine, yeni, yeniden bir seçim telaşına düştü. Varsa yoksa siyaset, varsa yoksa koltuk… Vatandaşı düşünen yok.

Biz tekrar domates, biber ve patlıcana dönecek olursak; Bu sebzeler esasında yaz sebzesi. Domates üretimi, Mayıs ayında başlıyor ve Eylül ayında sona eriyor.  Patlıcan ve sivri biber de üretim Haziran ayında başlıyor ve aynı domates gibi Eylül ayında sona eriyor. Diğer sebzelerden salatalık, taze fasulye, ıspanak, kabak, dolmalık biber ve çalı fasulyesi ile taze fasulye de Mayıs-Eylül aylarında üretiliyor. Eylül’den sonra tarlalarda bu sebzeleri bulamazsınız.  Bu ayların dışında tezgâhlarda yer alan söz konusu sebzelerin tamamı ya ithal yani yabancı üründür ya da sera ürünüdür. Bu durum meyvelerde de aynı şekildedir. Yani şu anda fiyatları coşan domates, biber ve de patlıcan da mevsimin sebzesi değil…

Uzmanlar mevsiminde tüketilen sebze ve meyvenin insan ve doğa sağlığı açısından daha uygun olduğunu belirtiyor. Buna göre;
“Mevsiminde yenen meyve ve sebzenin besleyici değeri daha fazladır: Mevsiminde yetişmemiş meyve-sebze, doğa şartlarıyla işbirliği yapılarak değil, doğayla mücadele ederek üretildiğinden, üretiminde hibrid  (melez-kısır) tohum, böcek ilacı ve kimyasal gübre kullanım oranı daha fazladır. Mevsimsel besinlerin, antioksidan özellikleri daha fazladır. O mevsimde insan vücudunun ihtiyacı neyse onu karşılayacak vitamin ve mineralleri bünyesinde bulundurur.

Doğa için daha iyidir: Mevsimsel beslenerek, yerel gıdayla beslenme şansınızı artırırsınız. Gıdanız uzak mesafelerden gelmiyorsa, karbon ayak izi  de düşük olur.

Daha ekonomik: Mevsiminde ekilen ve üretilen meyve ve sebzeler, doğanın katkısıyla büyür, doğaya rağmen değil. Üretilmeleri daha az girdiyle sağlanabildiğinden, daha az maliyetlidir. ”

Bu açıklamada dikkatimi çeken en önemli unsur, mevsimsel ürünlere doğanın verdiği olumlu katkının yanı sıra yerel gıdayla beslenmede oluşacak olan düşük maliyet ve daha az zehirlenecek olmamız.  Peki, hal böyle iken, neden ülkemizde seracılık ve ithal gıda girişlerinde anormal bir yükseliş söz konusu? Neden dört mevsimde raflarımızı ithal ve sera ürünleri istila ediyor? İşte bu sorunun yanıtı geçmişten günümüze bizim iktidarların hatalı tarım politikalarında, küresel sermaye ve liberal (serbest piyasa) ekonomisinde, ABD ve İsrail ile imzalanan ikili tarım anlaşmalarında ve de AB ile imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması’nda yatıyor. Kısaca, “Siz üretmeyin/üretemezsiniz biz size satalım/satarız” anlaşmaları Türk tarımını yok ediyor.

Türk insanının bulduğu her yeşil alana bina dikmek gibi bir merakı vardır. Hele de bu alanlar ekilebilir tarım arazileri ise tadından yenmez. Hepsini imara açar, gelecek paranın ya da oturulacak modern dairenin hayalini kurar. Patates tarlalarına bina diker, depremde tarumar oluruz. Yüzlerce yıllık zeytin ağaçlarını söker, yazlık siteler kondururuz.  Ne yapacağını bilemeyen zavallı Türk çiftçisi sütünü sokaklara, sebzelerini dereye döker; fıstık ağaçlarını elleriyle keser. Hayvanına yedirecek ot bulamayan yetiştirici, samanını, bu yetmezmiş gibi gübresini de yabancı ülkelerden ithal eder.  Şeker fabrikaları satılan pancar üreticisinin ürünü, alıcısı olmadığından kar altında mahsur kalır. Pancar üreticisi yok edilen ülkede Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) ithalinde kota önce yüzde 10’a çıkartılır sonra da müjde verir gibi yüzde 2,5’a indirilir. İndirilir indirilmesine de ne pancar üreticisi ne de yeterli şeker fabrikası kalmamıştır artık.  Bir ithalat cenneti olan Türkiye’de fıstık, fındık, üzüm, kayısı ile narenciye dışında her şey ithal edilmektedir. Tabi canlı hayvan ve karkas et de…

Geçmişte kendi kendisini besleyen yedi ülkeden birisi ve bir tarım ambarı iken, tarım arazileri günden güne yok edilen Türkiye, Sudan’dan tarım arazisi kiralıyor. Tarım Bakanı “Sudan’da kiralanan tarım arazilerinin uzun vadede ihtiyaçtan kaynaklandığını” belirtiyor ve bu acayip duruma kendince bakın nasıl bir açıklık getirmeye çalışıyor: 

“Eğer biz Türkiye olarak, Türkiye’de tarım yapacaksak ufka da bakacağız. Sudan’da bize tahsis edilen arazi tüm Türkiye’deki sulanabilir dâhil arazilerimizin yüzde 10’u ve bedelsizdir. ABD, Fransa, Çin bunu kullanıyor da neden biz kullanmayalım. Şimdi belki yok ama 50 yıl sonra kıtlık, yokluk olabilir.”

Sen kendi tarım arazilerini bir şekilde yok et, çiftçiyi borçlandır ve iflas ettir, sonra da git Sudan’da tarım arazisi kirala… Sudan da tarım arazisi ücretsiz de Türkiye’de ücretli mi? Devletin tarım arazilerine ne oldu? Bu nasıl bir mantıktır, anlayan varsa beri gelsin!
Tarımda Türkiye’nin durumu budur.  Hal böyle olunca da domates, biber ve patlıcanın fiyatlarının füze gibi fırlaması da normaldir. Peki, vatandaş olarak bizim yapabileceğimiz bir şeyler yok mudur? Vardır elbette…

Yerli üretimi desteklemek, sebze ve meyveleri mevsiminde tüketmek, ithal mallara itibar etmemek… Biraz da ayağımızı yorganımıza göre uzatmak. Unutmayalım ki biz almazsak, satamazlar. Gerisi Allah’a kalmış.

Sağlıklı günler...

Tülay Hergünlü
İstanbul, 31 Ocak 2019

 

 
Toplam blog
: 516
: 1080
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

1955 Ankara doğumluyum. Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunuyum. İstanbul'da uzun yıllar..