Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Nisan '14

 
Kategori
Öykü
 

Döne

Döne
 

Bir ağıt ve bir öykü…

“Binmiş iken arabaya
Götürmüşlerdi yazıya
Kurbanı olam ben ölem
Asılıp ölen kuzuya

Kırk yağlığı oyalı
Ayak sandıkta dayalı
Niye öldü hanım kızım
Ben ölem senden evveli

Karakaşı kalem gibi
Mor beliği kolan gibi
Yavrumu koymuşlar sala
Daha bana yakın gibi…” Kaynak kişi: Güllü Soğancı

Kaplıcanın kubbesinde yankılayarak yalım yalım yayılan yanık bir sese doğru adımlarımı yavaşça atarak havuzun kenarında sırtı dönük olarak oturan bayana yaklaştığımda ayak sesimden ürkmüş olacak ki söylediği içli ezgiyi keserek dönüp bana baktı.

Orta yaşlı bir bayan boncuk mavisi gözlerini kırpıştırarak bana doğru baktı ve;

-Gel hanım, gel. Yalnızlıktan çok korkarım. Hele bu koca havuz beni iyicene ürkütüvedi.
-Şifa hamamın olsun, neden kestin türkünü? Çok güzel söylüyorsun.

-Öylesine mırıldanıveriyodum gız. Sesim pek de güzel değil, boş hamamda ses zaten güzel çıkarimiş.

-Söyle söyle çok güzeldi Vallahi. Dinliyorum, devam et lütfen.

Kadının ağzından inişe bağlanan su gibi akıp gidiyordu türkü. Bu işte bir gariplik vardı. Konuşması İçanadolu aksanı gibi gelmişti bana oysaki söylediği ezgi insanın yüreğini yakan duygularını törpüleyen Kürtçe bir aşk şarkısıydı…

Nereli olduğunu sorup sormamakta tereddüt ederken kendisi bana sordu.

-Nereden geldin bacım?

-Çok uzaktan gelmedim, buraya yakınız.

-Oğlum öğretmen, burlara gelivedi, biz de mecburiyetten geldik a bacım. Ama iyi ki de gelmişiz. Buraların insanları çok iyi. Bizi çok seviyorlar, değer veriyorlar.

-Peki buralı değilsin de Kürtçe şarkı söylemeyi kimden öğrendin?

-Uzun hikaye be bacım. Bizim Karslı bir çobanımız vardı ondan öğrendim. Dur da önce kocama yazdığımı deyivereyim sana. Ben sekiz yaşından beri bu deyişleri söylerim.

-Yazdın mı tüm bunları?

-Nirde yazcam… Düğünlerde, yaslarda oracıkta deyiveriyom. Ben on bir yaşındaykene üvey abim beni okuldan aldı nişanlayıvedi. Nişanlım askere gitti gelmez oldu. Bekleye bekleye yoruldum, ona bir mektup yazıvedim.

DUYDUN MU?

Aziz dostum, sen bu ilden gideli
Sekiz mevsim geldi geçti duydun mu?
Toroslar’dan esti baharın yeli
Şeftaliler çiçek açtı gördün mü?

Anan ile ineğin alacası
Buban ile koca ninen öldüler
Benim de ölümüme çok az kaldı
Tez gel Memiş’im, kurban olam tez gel…

Daha bunlar bildiğimin yarısı
Gelecek mektuba kalsın gerisi
Bu yıl kara koçun gönül arısı
Çiçekten çiçeğe uçtu duydun mu?
Kadının gözlerinin içi gülüyordu. Çok sevecendi belli ki güngörmüş bir hatundu. Peş peşe dörtlükler sıralıyordu. Hele bir ağıt okudu ki içim sızladı. Dayanamadım, ağıtın öyküsünü sordum. Derinden bir iç geçirerek başladı anlatmaya.

“Bizim köyde Döne adında dünyalar güzeli bir kız vardı. Anası üst üste sekiz kız doğurup oğlan çocuğuna hasret kalmış ve sekizinci kızının adını Döne koymuştu. Döne, henüz on beş yaşlarındaydı. Şakaklarına doğru hafifçe genişleyen oval yüzlü, kadife tenliydi. Eliyle bukleleyip oyalı yağlığıyla pekiştirerek yanaklarının iki yanından aşağı saldığı kuzguni siyahlığındaki saçları erkekleri baştan çıkartacak güzellikteydi. Kalemle çizilmiş kaşlarının orta çizgisinden devam eden muntazam burnunun altında hafifçe yukarıya kalkık her daim yarı açık duran dolgun dudakları arasından ışıldayan Toroslar’da boncuklanan kar beyazlığındaki muntazam dişleri, her gülüşünde elma yanaklarında çukurlaşan gamzelerinin belirmesi bakanı baştan çıkarmaya yetip artıyordu bilem. Sürmeyle koyulaştırdığı ela gözlerinin içindeki koyu hareler çehresini daha da bir enteresan güzelliğe bürüyordu. Boyu posu, endamı selvileri kıskandırıyordu. Nereye gitse hemen ardından düğürcü gelirdi. Güzelliği tüm Toroslar’da dilden dile dolaşıyordu. Köyümüzün tüm bekarları talipti Döne’ye. Ağırlığıyla altın vereceklerini vaat ediyorlardı emme anası küçük diye kızını vermiyordu.

Anası küçük deyiveriyodu emme Döne’nin küçücük yüreğinde kocaman bir aşk yatıyordu köyümüzün çobanı Karslı Ali’ye karşı. Çoban Ali, ışıl ışıl parlayan yeşil gözlü esmer, yanık tenli, uzun boylu, geniş omuzlu oldukça yakışıklı bir gençti. Elbette ki bu aşk karşılıksız değildi. Çoban Ali de kayıtsız değildi bu aşka. Çoban Ali sürüyü önüne kattığı gibi bizlerin bilmediği bir dille ve yanık sesiyle türkü çığırıyordu her daim.

Bu türküleri duyan bülbüller bilem hicap duyup susuveriyodular. Çoban Ali’nin sesini duyan Döne, sabahın köründe tatlı rüyalarını bölen bu sese doğru yöneliyor emme üvey ağabeyinin korkusundan olduğu yerde hülyalara dalarak dinliyor ya da camın gerisinde durarak Çoban Ali gözden kayboluncaya kadar bakıyordu. Bir gün yine camın gerisinden Ali’sine bakınırken gayri ihtiyari derinden bir iç geçirdi. Abisi büyük bir hırsla üstüne yürüyerek: ‘Gız ana Allah verdi dimem ha! Gızını öldürüveririm. Ne bu ya? Allah’ın çobanı yola bizimki cama. Gebertirim gız seni! Yarından tezi yok seni Mustafa’ya virecem!’ Allah korusun çöp boyunlu küp karınlı o Mustafa’ya ölürüm de varmam diye içinden geçirerek anasının arkasına saklandı Döne.

Günler günleri kovalıyor Döne ile çobanın aşkı kendi içlerinde büyüdükçe büyüyordu. Aşkları büyüdükçe çoban kavalını daha bir acı üflüyor, anadilinde söylediği türkülerini daha bir acı söylüyordu. Gözü gözüne değmişti belki de. Emme eli eline, nefesi nefesine değmemişti. Buna rağmen aşk ateşiyle kaynayan volkandan lavlar Döne’nin yüreğinden, çobanın yüreğine akıp yüreklerini dağlıyordu. Bir gün ağabeyi öteberi almak için şehre inmişti. Bunu fırsat bilen Döne, anasından melengiç toplama bahanesiyle izin kopardığı gibi yaylanın yolunu tuttu. Yüreği kıpır kıpırdı. Heyecandan ağzı kurumuş dili damağına yapışmıştı adeta. Yol boyunca rastladığı muşuruplardan kana kana su içmesine rağmen ağzının kuruluğunun önüne geçemiyordu. Çobanın yanık sesine yaklaştıkça yüreği ağzından fırlayacak gibi oluyordu. Seke seke bayır yukarı çıkıyordu. İşte ordaydı Ali’si. Arkası dönüktü. Sırtını dayadığı ağaçtan geniş omuzlarını görebiliyordu. ‘Ali, Ali’m!’ diye en alçak ve titrek sesle seslendi. Ali, yaydan kurtulan ok hızıyla yerinden fırlayarak ‘Döne, Dönem!’ dedi ve güçlü kollarıyla döneyi kucaklayarak ayaklarını yerden kesti. Kollarıyla Döne’yi sardıkça Döne’sinin yürek atışları göğsünden içeri yayılarak kalbini yerinden oynatıyordu Ali’nin. Kucaklaşır kucaklaşmaz aşkın heyecanlı istemi ve önüne geçilmez duygular arasında oldukları yere devrilerek kendilerini doyumsuz hazın girdabına bıraktılar. Nasıl oldu da bir süre sonra ağır yaralılar gibi yan yana yatabildiklerinde Döne, fistanının eteğiyle üstünü örtmeye çalışıyordu. Yüzü solgun, bakışlarında korku vardı Döne’nin. Ne yapmıştı, şimdi ne olacaktı, nereye gidecekti? Ali, Döne’yi rahatlatmak için ‘Yayla kokulu Döne’m, korkma! Bunu ikimiz de istedik. Alın yazımsın. Seni bizim yörenin sözü geçerli ağalarından Mehmet Ağa’nın köyüne götürürüm, ananı ağabeyini bu evliliğe razı eder.’ Döne, düşüncenin yanlış olduğunu anlatan bir bakışla Ali’nin yüzüne bakarak ‘Olmaz, öldürürler vermezler beni sana!’ dedi ve büyük bir hızla üstünü başını düzelterek bayır aşağı evin yolunu tutuverdi. Eve vardığında şaşkınlığı ve korkusu yüzünden okunuyordu. Anacığı elindeki kolanı bırakarak ‘N’oldu kuzucuğum, bu telaşın neden? Bir şeyden mi korktun, melengiçlerin nerde?’ diye ardı ardına soruları sorarken yavrusunu kucaklayarak iki yanağından sarkan buklelerini eliyle düzeltiyordu. ‘He ana çok kurktum, melengiçlerimi topladım tam da bayır aşağı eve doğru gelirkene önüme kocaman bir kara koçmar çıktıydı, korkudan bayılverecedim az daha koşargene melengiçler de dökülüvedi.’

Döne o akşam erkenden yatağa girdi. Ama gözü bir türlü uyku tutmadı. Gözünü kapatır kapatmaz ağabeyi kolanı boynuna geçiriyor ve Döne kan ter içinde korkuyla uyanıveriyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla tam da uyuyacaktı ki Çoban Ali’nin yanık sesiyle gözlerini açtı. Yatağın içinde tüm bedenini hoş bir ürperti kapladı ve yataktan fırlayarak cama doğru koştu. Ali’si koyun ve keçileri önüne katmış, dilinde yine o aşk türküsü bayır yukarı gidiyordu.

O günden sonra bir iki kez daha kaçamak buluşmaları oldu. Döne korkular içindeydi. Her ay sancılar içinde kıvrılarak çamaşırının renklendiği gün geçiyordu. Koynunda yeni yeni baş kaldıran keklik yumurtası büyüklüğünde ki memeleri çok hassaslaşmış sanki birazcık da büyümüştü. Komşu kadınlardan duymuştu gebeliğin ilk belirtilerindendi memelerin büyümesi. Gidip Ali’siyle paylaşmalıydı bu konuyu. Fakat bugün Ali’nin sesini duymamıştı. Bu işte bir gariplik vardı. Aksine bugün başka bir köye düğüne de gidilecekti. Ne yapmalıydı bilmiyordu. Telaş ve korku içindeydi. Evin içinde deli dana gibi dolaşıyordu. Anasının yokluğunu fırsat bilerek bir solukta yaylanın dik bayırını aştığı gibi Ali’siyle buluştukları yere geldi. Kimsecikler yoktu. Ne Ali ne de hayvanları. Olanca gücüyle seslendi ama sesine ses veren olmadı kendi sesinin dar vadilerde yankılayarak dönen yankısından başka…

Çaresiz bitik bir halde eve döndü. Pencerenin önüne oturarak gözlerini Ali’nin yoluna dikmişti ki annesi seslendi.

-Döne’m ciğer parem hazırlan köyün kızlarıyla düğüne gideceksin.

-Anam, kurban olduğum vazgeç benden. Ben düğüne falan gidecek halde değilim, hastayım.

-Kuzum gitmen gerekiyor. Adettendir, sen gidecen ki onlarda gelsin senin düğününe. Sana da az kaldı, vaktin geldi. Zaten ağabeyin ‘Ana bu gızı bir an önce verelim, gün geçtikçe serpiliyor, başımıza bir iş gelmeden.’ diye söylenip duruyor. Hemi de seni Mustafa’ya virecek.

-Ölürüm de varmam ben o Mustafa’ya!

Kulakları uğulduyor, gözleri kararıyordu. Kaçmalı, gitmeliydi bu evden. Ne yapacağını düşünmeli ve kararını vermeliydi bugün. Bu düşünce içinde aceleyle giyindi, kapıya gelen kızlarla beraber arabaya binip yola koyuldular, türküler çığıra çığıra gidiyorlardı. Ne kadar gittiklerini bilmiyordu zira o gözünü bir noktaya dikmiş ve çok uzaklara dalıp gitmişti ki bir goyakta at kişnemesiyle irkildi. Arabacı atların gemini çekmiş ve durmuştu. Gözlerine inanamadı ağabeyi krom kaplama dişerini göstererek pis pis gülerken ‘Döne, in arabadan! Geri dönüyorsun bugün senin de düğürcülerin gelecek, seni yazıya götürüyorum haydi!’

Yapacak bir şey ve düşünecek zamanı kalmamıştı. İçinden aldığı kararla dizlerine son bir güç gelmişti ama gözleri bir ölünün gözlerinden farksızdı. Bunun farkına varan emmisinin kızı da birlikte dönmek istedi. Atın sırtında Döne’ye sürekli soru sorup durdu ama nafile Döne’nin ağzı adeta kilitlenmişti. Köye dönünce evlerinin önündeki kalabalıktan düğürcülerin geldiğini anlamıştı. Kalabalığın arasında zafere giden bir kumandan edasıyla kimselere aldırış etmeden doğruca odasına gitti. Anası ve emmisinin kızı ardından içeri girdiler. Döne çok neşeliydi. Annesi şaşırmıştı bu işe. Bu kızda garip haller vardı ama neydi, bir anlam veremiyordu.

-Can Döne’m, iyi misin?

-He ana, çok iyiyim, seni çok seviyorum. Hakkını helal et anam.

-N’olyo gız, nedir bu hallerin? Ne helalliktir bu şimdi? Daha düğüne çok var be kuzum.

-…

-Deli gızım. Şunları giy de öylece çık yazıya.

-Tamam ana.

Hemencecik anasının hazırladığı al entarisini giydi, eliyle saçlarını düzeltti, gözlerini sürmeledi, başına gül oyalı yağlığını doladı. Son kez aynaya bakarak gülümsedi. Çok huzurluydu. Döne tüm bunları yaparken emsinin gızı da meraklı bakışlarla Döne’de ki bu ani değişikliği izliyordu. Döne eline makası alarak saçının bir buklesini kesti sonra da koynundan çıkardığı bir mendile sardı ve emmisinin gızına uzatarak;

-Emmi gızı senden son bir isteğim olacak. Bana hiç soru sorma, aha bunu da Çoban Ali’ye ver ve de ki: ‘Döne seni çok sevdi emme abisinin verdiği karar hüccetü şerriye kararı gibidir. Döne’den ümidini kes ve buralardan git.’

-Döne!

Döne sessizce odadan çıktı, eline ibriği aldı ve doğruca ağıla gitti. Kapıyı kapattıktan sonra kösükle de iyice kilitledi. Abdest alıp döneceğini söylemişti emmisinin kızına. Düğürcüler ve Dönelerin horantları pür neşe içinde Döne’nin hazırlıklarını bitirmesini bekliyorlardı. Vakit geçtikçe emmi gızını bir telaş ve korku sardı. Döne gideli epey oldu ama gelmedi. Aklından geçenleri düşünmemek için hazırlıklara o da yardım ediyordu.

-Gız, Döne nirde kaldı? Abdest almak bu kadar mı sürer? Hele bir yol gidip bakam şu deli gıza.

Yengesi önde emmi gızı arkada ağıla doğru gidergene emmi gızının titreyen bacaklarını karanlıktan yengesi fark edemiyordu. Yol uzansın istiyodu emmi gızı. Ağıl kapsına gelmişlerdi. Yengesi kapıyı itekledi ama açılmadı. Seslendi, sesine içerdeki koyunlar acı acı meleyerek cevap verdi. Olanca güçleriyle kapıya asılıp kapıyı yerinden çıkardılar. İçerisi karanlıktı. Sadece koyunların gözleri cam gibi parlıyordu. Bu da gözlerini iyice kamaştırmıştı. Gözlerini oğuşturarak ağılın içinde gezinirlerken Döne’nin annesi tüm koyunların ödünü patlatan, ağılın duvarlarında bir yerden öbür tarafa çarpan yarasaların sessiz çığlıklarına karışan bir çığlıkla yere yığılıverdi.

-Yinge, yinge n’oldu?

-…?

N’olduğunu gören gözlerinin oracıkta kör olmasını isteyen emmi gızı da aynı çığlıkla köyün üstüne çöküveren lacivert gecenin tüm sessizliğini bozdu…

Döne’nin cansız bedeni salınıveriyodu karşında tavandan sarkan kalınca kolanın kestiği incecik boynundan akan al kan ak göğsünden aşağı sızıvererek…”

Birsen İNAL 0CAK 2014

< mini="" sözlük="">>

Düğürcü: Kız istemeye gelenler

Melengiç: Yağı çıkarılır ve kavrulup çekilen tohumlar kahveye katıldığında çok güzel tat verir.

Horanta: Aynı evde yaşayan aile fertleri, ev halkı. Aile.

Hüccetü Şerriye: Mahkeme kararı.

Kolan: Hayvanların eğerini, palanını tutturmak için yapılmış, desenli, yassı yünden veya kıldan ip. Çocuğu hop etmede (sırta yüklenmede) bağlamak için kullanılır.

Muşurup: Doğal olarak çıkan yer altı suyu.

Koçmar: Akdeniz bölgesinde yaşayan siyah renkli, küçük, timsaha benzeyen, kertenkele cinsi, sürüngen.

Goyak/Koyak: İki dağın arasında kalan büyük çukur, vadi.

Kösük: Köy evlerinde kapıyı kilitlemeye yarayan ağaç.
 

 
Toplam blog
: 124
: 393
Kayıt tarihi
: 01.04.11
 
 

Diyarbakır’da doğdu, tam bir Diyarbakırlı olarak büyüdü. İlk okulu İsmet Paşa İlkokulu’nda, orta ..