Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Mustafa Çifci Aşk Yazarı

http://blog.milliyet.com.tr/mustafacifci

14 Nisan '14

 
Kategori
Aile
 

Dönüşü olmayan ayrılık

Dönüşü olmayan ayrılık
 

Dönüşü Olmayan Ayrılık


Bütün babaların ve anaların,  en güzel düşü çocukların iyi bir yaşama kavuşmalarıydı. Kardeşler hep birbirlerini merak ediyordu. Hep hasret bizimleydi bu koca şehirde. Bu kent kocamandı ama sokaklarında kaybolmamak için hep aynı yollardan gidip geliyorduk iş yerlerimize. Kent kocamandı ama bizler o kadar büyük değildik. Kimi zaman bir çocuk gibi kimsesizliğimize yine kendimiz ağlıyorduk. İnsanların çoğu yalnızdı bu koca kentte, ışığı yanmış olsa da bütün binaların, evlerin odaları karanlıktı.

Benimde karanlık ve gülmeyen bir yanım vardı. Hiç bir gün tam mutluluğa erişemiyordum. Her gece hep aynı hasret büyüyor, her gece yıldızlarda arıyordum sevdiklerimin yüzünü. Ağlamak ise, düşüncelerimin sonunda engel olamadığım son aşama gibiydi. Bazı geceler koltuğun üstünde acılarımla birlikte sızardım. Kimi zaman yaşama yenik düşeceğim, yıkılacağım anlara yaklaşmış olsam da, kendimi zoraki toplar, yakınlarımı düşünür, güçlü olmam gerektiğine kendimi inandırırdım. Ben güçlüyüm işte, derdim aynada kendi yüzüme. Ve bazen de, kendi yalanıma kendim bile inanırdım.

Ben güçlü müydüm ağlamaktan şişen gözlerimle? Ben güçlü olmasam da, sevdiklerim benden daha güçlüydüler. Onların bende aradığını çoğu kez ben onlarda buluyordum. Yaşama direnmenin büyüsünü onlardan dileniyordum. Bu kadar yalnızlığın ve hasretin içinde nasıl gülümseyebildiğimi, tek başına nasıl ayakta kalabildiğimi, parasızlığın içinde, sevgisiz ortamlarda hala nasıl oluyor da ağız dolusu gülebiliyordum. Onların yanında öyle görünmek zorunda olduğumu biliyordum. Ben öyle olmasam, kim bilir belki onlar daha fazla kötü olurlar, hayata daha çok yenik düşerlerdi. Onların kötü olması benim kötü olmam demekti.

Gün ışığına olan özlemim hep sıcaktı. Bir gün, bütün hasretimin biteceğine, annemin kollarına bir çocuk gibi atılacağıma, kardeşlerimi kucaklayabileceğime inanıyordum. Ama babama sarılmak bir yana, onun yüzünü bir daha görmem bile mümkün değildi. Hayatın gerçek yani, ölümlerin bir daha geri dönmemesiydi belki de….  

Gerçek olan, belki de yalanlarımızdı. Nasıl olsa sevincimizi yaşıyorduk az ya da çok ama acılar yüreğimizde kalıyordu. Gece yarılarında, bir çayımızı yudumlarken ayrılığın acısıyla yanmak, sevdiğimizden uzak kalmaktı belki de gerçek olan. Ve ben, hayatın bu gerçek yanlarıyla boğuşuyor ama sonunda yine de hep yenik düşüyordum. İsimsiz kahraman gibiydim yeniklerin en başında kalan. Hiç aklımdan çıkmıyordu ayrı geçen okul yıllarım, sevdiğimden ayrıldığım yağmurlu öğle sonu, kardeşimin ölüm haberi, annemin hastaneye kaldırılması haberi. Hemen köye gel, baban biraz hasta, diye gece yarısında gelen telefon... Oysa babam defalarca hasta olmuş ve defalarca hastanede yatmış ama bizim üzülmemizi istemediği için bir telefon bile etmemişti. Şimdi biraz hasta olup acilen çağrılmam hayatın belki de en büyük gerçeğiydi. Artık yalanlar bitmiş, babamda çok ciddi bir şey olduğunu anlamıştım. Yoksa onu kaybettik mi? olasılığını aklımdan silip atmak istiyor ama bir türlü silemiyordum. Çünkü telefonda sesini duyamıyordum. Üstelik annemde yoktu ortalarda. Yok diyorlardı, şimdi burada değil, annen iyi merak etme, diyorlardı kimiyle görüşsem. Yalandı. Bal gibi yalan olduğunu seziyordum. Kocası hasta olan bir kadın nerede olurdu? Yaşamını paylaşmış, hep birlikte olmuş olduğu, kocasının hasta olduğu bir zamanda işin adımı olurdu. Yıllarca aynı yatakta yatmış, aynı çileyi çekmiş, aynı masada aynı yemeği yemiş, aynı yatakta birbirleriyle sevişmiş, bazı günler sadece onun için uyumamış, gittiği uzak diyarlardan döneceği günü beklemiş, evinin sırrını paylaşmış, ondan çocuklarını doğurmuş birisinin hastalığında nerede olurdu bir kadın? Evde yok, diyorlardı. Sokaklarda olmalı, aradığını söyleriz. Uzun yolları o gece nasıl gittim bilmiyorum. Evimize vardığımda her şeyi anladım. Annem işte sayılırdı, şu an görüşemezdi, müsait değildi, işi vardı, işteydi, sokaklarda olmasa da telefona cevap veremezdi, çünkü kadın kendinde değildi, yatağında yatıyordu, başında doktor vardı... Küçük kız kardeşim boynuma sarılmış, “biz öldük ağabeyim, mahvolduk, babam çok hasta, odaya beni sokmuyorlar, ya ölürse”, diye hıçkırıklar içinde ağlıyordu. Kelimeler boğazıma düğüm olmuş, hiç konuşamaz olmuştum. Bir ruh gibi, katı ve hareketsiz, sürüklenen ayaklarımla biraz hava alayım diye pencereyi açıp kardeşimi de cama yaklaştırdım. Kardeşim camdan bakınca, “hayır, olamaz, olmamalı” diyen çığlığıyla kollarımdan yere doğru yığıldığını görünce, o an ne yaptığımı bilmiyorum. Zorla pencere kenarından tutup, sokağa baktığımda mezar kazıcıların bizim evden çıkıp, omuzlarında kazma ve küreklerle mezarlığa doğru gitmekte olduklarını görmüştüm.

Artık tükendiğimi, aslında benim çok zayıf birisi olduğumu, hiçte öyle sanıldığı kadar güçlü olmadığımı, hele bundan sonra yaralarımın hiç bir zaman kapanmayacağını, kimsenin beni teselli etmesi için uğraşmamasını, gözlerimden gözyaşım akmayacak kadar, gücümün bitene kadar çaresizliğime ve acılarıma ağlamak istediğimi söyleyip babamın cenazesini sakladıkları odaya zorla girip, cansız, kımıldamayan, ağırlaşmış bedeninin üstüne çökmüş, kefenin bağını açmış, yüzüne bakıyordum. Boş veriyordum, yüzü açılmamalı, yanında ağlamamalı diyenlerin sözlerine. Onlara göre normal davranmam gerektiğini, kocaman adam olduğumu, çocuklardan utanmam gerektiğini söylüyorlardı. Ama buna yüreğim dayanmıyordu. Ve o an ağlamaktan başka yapacak hiç ama hiç bir şey yoktu. Ne yapılabilirdim ki…

 

 

 

Yazar: Mustafa Çifci- Aşk Yazarı www.mustafacifci.com

facebook.com/askyazarimustafacifci

t@mustafacifci

İnstagram:mustafa_cifci

Not: Bu yazı yazarın kitabından alınmış bir bölümdür. Telif hakkı Aşk Yazarı Mustafa Çifci’ye ait olup, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası kapsamında her hakkı saklıdır.

 

 
Toplam blog
: 297
: 523
Kayıt tarihi
: 16.04.13
 
 

Yazılarında insanı derinden etkileyen yoğun bir duygusallık, hüzün, karamsarlık ve yalnızlık vard..