Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Mart '14

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Dost kapısı Macaristan

Dost kapısı Macaristan
 

Gül Baba Türbesi, Budapeşte


"Piros, feher, zöld, ez a magyar föld. ~ Kırmızı, beyaz, yeşil, burası Macar toprağı."  Macarlar çocuklarına Macar bayrağının renklerini bu tekerlemeyle öğretirler. Hem de çocuklar daha anaokuluna giderken. Nazım Hikmet, Macar Toprağı isimli şiirinde ne de güzel bahseder Macar toprağından; bir de öngörüde bulunur: "... gün olacak, bilirim, senden bize, bizden sana misafir gidilip gelinecek, bir bahçeden bir bahçeye geçer gibi." İşte Nazım'ın bahsettiği o misafirlerden biri olma ayrıcalığını yaşadım. Macaristan'da iki kez bulundum. İlkinde 2010 yılının Kasım ayında eşimle birlikte gittim; 2012 yılının Ocak ayında yaptığımız ikinci Macaristan gezimizde ben ve eşime üç arkadaşımız da eşlik etti. Bu yazıda bu iki geziden aklımda kalan anıları harmanlamaya çalışacağım.

Önce 2010 yılındaki gezimiz. Bu gezimizde Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de kalıyoruz ve gezimiz sırasında Budapeşte'nin yaklaşık 20-25 kilometre kuzeyinde bulunan Szentendre kasabasına da gitme imkanımız oluyor. Budapeşte'de Mercure Budapest Buda isimli otelde konaklıyoruz. Otel konum olarak sakin bir semtte bulunuyor ve otelin yakınında bulunan Deli palyaudvar (Güney Tren Garı) durağı M2 metro hattının son durağı. Bu durağa eşimle kısaca "deli" adını takıyoruz, böylece durağın ismi daha kolay aklımızda kalıyor. Bu duraktan bindiğimiz metro ile şehir merkezine çok rahat ulaşım sağladık. Zaten Budapeşte'nin ulaşım sistemi son derece etkili. Metro ile şehrin pek çok önemli noktasına ulaşabiliyorsunuz; metro ile ulaşamadığınız noktalara da Budapeşte'nin meşhur sarı tramvaylarıyla ya da belediye otobüslerini kullanarak ulaşmanız mümkün. Otelden Deli palyaudvar metro durağına yürürken Krisztina Krt. 39/B adresindeki binanın giriş katında Ecocafe isimli bir kafe bulunuyor. Bu kafenin Budapeşte'de iki şubesi var: biri bahsettiğim noktada bulunan Ecocafe Deli, diğeri ise şehrin en önemli caddelerinden Andrassy Caddesi üzerinde bulunan Ecocafe Andrassy. İlk gezimiz sırasında bu kafeye birkaç kez çay içmek için gittik. Budapeşte'ye ikinci gidişimizde arkadaşlarımızla beraber sabah kahvaltılarını hep bu kafede yaptık. Bu kafeden konum ve hizmet olarak hoşnut kaldığımız için bu yazıda bahsetmeyi uygun buldum.

Budapeşte'ye yaptığımız ilk gezi sırasında otelimizin yakınında bulunan Monte Cafe isimli küçük bir kafeyi çok beğenmiştim. Bu kafe Krisztina Krt. 91 adresinde bulunuyordu. Şehre yaptığımız ikinci gezimiz sırasında bu kafenin kapanmış olduğunu üzülerek gördüm. Küçük, şirin, sevimli, kutu gibi bir yerdi. Yazık olmuş. Budapeşte'deki ilk gecemizde bu kafeye gitmiştik eşimle. Pencere önünde bir masaya oturmuş, dışarıdaki kaldırımdan gelen geçeni, Budapeşte'de zamanın aheste akışını izlemiştik birlikte. Kafenin sahibi sinemayla ilgili birisiydi anlaşılan zira kafenin duvarlarında çok sayıda film afişi, başta Charlie Chaplin olmak üzere çeşitli Holywood ünlülerinin fotoğrafları ve film festivalleri ile ilgili afişler bulunuyordu.

18 Kasım 2010 Perşembe akşamı Budapeşte'nin ünlü Hösök Tere (Kahramanlar Meydanı) isimli meydanının bir kenarında bulunan Szepmüvészeti Muzeum'u (Güzel Sanalar Müzesi) geziyoruz. Müze giriş biletlerini saklamışım; bu yüzden müzeye gittiğimiz tarihi hatırlıyorum. Bütün gün Budapeşte sokaklarını arşınlamışız, ayaklarımıza kara sular inmiş. Müzede 23 Eylül 2010 ile 9 Ocak 2011 tarihleri arasında Nuda Veritas: Gustav Klimt and the Origins of the Vienna Secession, 1895-1905 başlıklı bir sergi de var ve bu sergiyi gezme imkanı buluyoruz. Sergideki en önemli eser Gustav Klimt imzalı 1899 tarihli Nuda Veritas isimli resim. "Sırf bu resmi görmek için dahi bu müzeye gidilirmiş." diye düşündüğümü hatırlıyorum. Szepmüvészeti Muzeum gezimizin ardından bu müzenin yakınlarında bulunan Cafe Kara isimli kafeye gidiyoruz. Andrassy u. 130 adresinde bulunan Cafe Kara bir Türk kafesi. Macarların da rağbet ettikleri bu kafede cacık, haydari, humus ve baklava gibi Türk mutfağına özgü lezzetleri tadabilirsiniz. Kafenin sandviçleri de gayet doyurucu. Bu kafede birer bardak Zlaty Bazant bira eşliğinde akşam yemeğimizi yiyoruz. Etrafımızdaki masalarda birçok Macar nargile içip, arkadaşlarıyla sohbet ediyorlar. Bu kafeyi çok beğeniyoruz. Budapeşte'ye yolunuz düşerse mutlaka gitmenizi tavsiye ederim.

19 Kasım 2010 gününü Budapeşte'yi gezip, alışveriş yaparak geçirdik. Budapeşte'nin en bilindik alışveriş caddesi Vaci utca'da mağazaların vitrinlerine baktık. Vaci utca'da fiyatların biraz yüksek olduğunu okumuş olduğumdan, bu caddede alışveriş yapmıyoruz. Alışveriş yapmak için fiyatların görece daha uygun olduğunu okuduğum Rakoczi utca'ya gidiyoruz. Bu caddeye gitmek için metroyla Astoria durağına gidiyoruz. Rakoczi utca 10 adresinde Josef Seibel isimli bir ayakkabı mağazası dikkatimizi çekiyor. Gerçekten çok güzel ayakkabı ve botlar vardı bu mağazada. Zaten Josef Seibel Avrupa'nın en köklü ayakkabı imalatçılarından; firma 1886 yılından bu yana ayakkabı imal ediyor.

"Christmas Market" ya da "Noel Pazarı" Avrupa'nın birçok şehrinde Noel'den dört hafta önce şehir merkezinde kurulan bir pazar. 2010 yılında Budapeşte'de Noel Pazarı 19 Kasım 2010 - 29 Aralık 2010 tarihleri arasında kuruluyor. Şehirde Noel Pazarı, Vaci utca'nın kuzey ucunda bulunan Vörösmarty ter'de (Vörösmarty Meydanı)  kuruluyor. 19 Kasım akşamı biz Budapeşte'deyiz ve Noel Pazarı'nı açıldığı gün gezme şansını yakalıyoruz. Macar aileler çoluk çocuk pazarın yolunu tutmuşlar. Budapeşte'yi ziyarete gelen turistler de pazarda alışveriş yapmaya gelmişler. Birçok Macar ellerinde ülkemizde Kuzey Güney isimli televizyon dizisiyle ünlenen makara (kurtos kalacs) çöreği, pazar tezgahlarının arasında aheste aheste geziniyorlar. Tezgahlarda hediyelik eşyalar, oyuncaklar, şekerlemeler, Macar salamları... Tezgahlardan birinde müzik CD'leri satılıyor. Tezgahtar adama "Şöyle güzel bir Macar müziği CD'si var mı?" diye soruyorum. "Ne tür müzik seversiniz?" "Şöyle biraz folk biraz modern. Ancak sırf enstrümantal olmasın." "Tam sizin istediğiniz gibi bir CD var. Agnes Herczku isimli bir Macar şarkıcının. Dinlemek ister misiniz?" "Çal bakalım birader, meydana hareket gelsin!" "Abi bak bayılacaksın bu şarkıya... Şarkının ismi Ha te tudnad." Tezgahtar CD'yi müzik setine takıyor ve şarkı çalmaya başlar başlamaz tezgahın etrafında bir kalabalık birikmeye başlıyor. Çoğu bizim gibi turist olan kişiler tezgahtara çalmakta olan şarkıyla ilgili sorular sormaya başlıyorlar. Acele etmezsem birisi benden önce davranıp adamın elindeki tek CD'yi satın alacak. "Kardeş sen ver şu CD'yi çabuk tarafından. Millet çakal gibi bekliyor baksana." "İyi bir seçim yaptınız." "Teşekkürler. Hadi eyvalllah! Hayırlı işler birader!" O gün bugündür Agnes Herczku'nun şarkılarını beğeniyle dinliyorum. 19 Kasım akşamı otelimize dönmeden yine Monte Cafe'ye uğruyoruz.

20 Kasım 2010 Cumartesi günü sabah kahvaltıdan sonra Budapeşte'nin kale bölgesine gidiyoruz. Önce M2 metrosuyla Moskva ter'e (Moskova Meydanı) gidiyoruz. Bu meydan şimdilerde Szell Kalman ter (Szell Kalman Meydanı) ismiyle biliniyor. Moskova Meydanı bizim Eminönü Meydanı'na benziyor. Meydanda çok sayıda işportacı bulunuyor. Genç yaşlı birçok bayan ellerindeki dantel örtüleri gelen geçene satmaya çalışıyor. Yabancı olduğumuzu anlayan bazı bayanlar utandıklarından olacak satmaya çalıştıkları dantel örtüleri arkalarına gizliyorlar. Moskova Meydanı'ndan 16 numaralı belediye otobüsüne binerek kale bölgesine gidiyoruz. Kale bölgesinde ilk durağımız Matthias Kilisesi. Yerli halk bu kiliseyi Matyas templom şeklinde adlandırıyor. Matthias Kilisesi 1541 yılından itibaren, Osmanlı egemenliği sırasında 145 yıl boyunca cami olarak kullanılmış, kulesinden ezanlar okunmuş. İç içe geçmiş rengarenk kiremitlerin çatısını süslediği Matthias Kilisesi, Gotik mimari üslubuyla yapılmış bir eser. Bizim ziyaretimiz sırasında kilise restorasyon görüyor. Matthias Kilisesi'nin hemen yanı başında görkemli bir bronz heykel bulunuyor: heykelde Macar kralı Stephen I (Aziz Stephen) bir at üzerinde sağ elinde ucunda Macarların ulusal amblemi bulunan bir mızrak tutarken tasvir ediliyor. Kilisenin ve heykelin fotoğraflarını çektikten sonra bölgede bulunan bir başka önemli yapı olan Balıkçılar Tabyası'na (Halaszbastya) gidiyoruz. Tabyanın bir bölümünde bulunan restoranda bir grup Macar müzisyen restoran müşterilerine bir müzik ziyafeti veriyor. Tabyanın masalsı kuleleri insanı yüzyıllar öncesine alıp götürüyor. Balıkçılar Tabyası'ndan Tuna'nın karşı yakasında bulunan Macaristan Parlameto Binasını seyrediyoruz bir süreliğine. Kale bölgesinde biraz soluklanmak için bir kafe arıyorsanız Matthias Kilisesi'nin hemen karşı sokağında Budapeşte'nin en eski pastanesi olduğu iddia edilen Ruszwurm bulunuyor. İlgilenenler için adresi Szentharomsag utca 7. Kale bölgesindeki gezimizi tamamladıktan sonra otobüs ve metroyu kullanarak Batthyany ter metro istasyonuna gidiyoruz. Bu istasyondan HEV trenini kullanarak Budapeşte'nin 20-25 kilometre kuzeyinde bulunan Szentendre kasabasına gidiyoruz. Trenimiz yaklaşık 45 dakika süren bir yolculuktan sonra saat 14:00 sularında Szentendre'ye ulaşıyor. 

Szentendre ismi Aziz Andrew anlamına gelen şirin mi şirin bir kasaba. 18. yüzyılda Türkler'den kaçarak bölgeye gelen Sırp mülteciler Szentendre'ye yerleşmişler. Kasabada yarım düzine Sırp kilisesi mevcut. 1920li yıllarda ressamlar Szentendre'yi keşfetmişler. Kasaba günümüzde sanatla iç içe yaşayan bir yer. Kasabanın başlıca meydanı olan Fö ter'in (Fö Meydanı) bir üçgen şeklinde ve Arnavut kaldırımıyla kaplı. Meydanın tam ortasında  "Tüccarın Haçı" bulunuyor. Bu haç Avrupa'yı kasıp kavuran veba salgınının Szentendre'ye uğramamasına şükran amacıyla 1763 yılında kasaba meydanına dikilmiş. Meydanda bulunan bir başka önemli yapı da Blagovescenska Sırp Ortodoks Kilisesi. Meydanda bulunan bu iki yapının fotoğrafını çektikten sonra, meydanın yakınlarında bulunan bir kafede karnımızı doyuruyoruz. Kafeden ayrıldıktan sonra alışveriş yapmak amacıyla Szentendre sokaklarını dolaşıyoruz. Bir dükkanda birbirinden şirin ele giyilen kuklalara rastlıyoruz. Dükkan sahibi bayan eline geçirdiği bir inek kuklasıyla bize küçük bir gösteri sergiliyor ve biz bu kuklayı İstanbul'da bizi bekleyen küçük kızımız için satın alıyoruz. Bu dükkanın internet sitesinin adresi şöyle: www.handpets.hu. Eğer küçük çocuklarınız varsa bu dükkandan satın alacağınız ele giyilen kuklaları mutlaka beğeneceklerdir. Bir başka dükkandan Macarların ünlü paprikasından satın alıyoruz. Yine bir başka dükkanda orta yaşın biraz üstündeki dükkan sahibi adam bizimle Türkçe konuşarak, bize bir takım işlemeli bardak altlığı satmayı başarıyor. "Türkçe'yi nasıl öğrendiniz?" diye soruyorum adama. "Ben Türkiye'ye çok sık gidip gelirim. Türkiye'de öğrendim." "Helal dayı." Szentendre'de son olarak Tuna Nehri boyunda biraz yürüyüş yapıp, kasabadan ayrılıyoruz. Trene binip Budapeşte'ye dönüyor ve ertesi sabah İstanbul'a dönüyoruz.

2012 yılında yaptığımız Macaristan gezimizde ben ve eşime üç arkadaşımız da eşlik ettiler. Beş kişiyiz: ben, eşim Füsun, öğretmen arkadaşlarım Hüsamettin Bey ve Süleyman Bey ve Hüsamettin Bey'in eşi Cahide Hanım. 26 Ocak 2012 tarihinde Macar havayolu şirketi Malev'in tarifeli İstanbul-Budapeşte uçuşuyla Budapeşte'ye uçuyoruz. Ferihegy Uluslararası Havaalanı'na (yeni adıyla Ferenc Liszt Uluslararası Havaalanı) inişimizin ardından, alanda bizi bekleyen transfer aracıyla Budapeşte'de geceyi geçireceğimiz Danubius Hotel Flamenco'ya gidiyoruz. Bu transfer aracını İstanbul'dan mail atarak ayarlamıştım. Otelimiz Tas vezer utca 3-7 adresinde bulunuyor. Odalarımıza yerleştikten ve biraz dinlendikten sonra akşam saatlerinde karnımızı doyurmak için otel civarında restoran aramaya koyuluyoruz. Budapeşte'de hava soğuk. Restoran ararken bir dükkanın penceresinde büyük puntolarla yazılmış "karikagyürü" yazısını görüyoruz. Arkadaşım Hüsamettin Bey, "Murat, şu camda karı kalk yürü mü yazıyor?" diye soruyor. Bu sorunun cevabını sonradan Macar arkadaşım İstvan'dan öğreniyoruz. "Karikagyürü" sözcüğü evlilik yüzüğü anlamına geliyormuş. İstvan ve eşiyle 2011 yılında Hırvatistan'da geçirdiğimiz yaz tatili sırasında tanışıyoruz. Dubrovnik yakınlarındaki bir köyde konakladığımız pansiyonda bitişiğimizdeki odada konaklıyorlardı ve çocuklarımız sayesinde biz de onlarla ailece dost olduk. Bu gezimizin son gününde İstvan bize yaşadığı şehir olan Szentendre'yi gezdirecek. Bir süre yürüdükten sonra Allee isimli bir alışveriş merkezi çıkıyor karşımıza. Aslına bakarsanız bu alışveriş merkezi rastlantı eseri şak diye karşımıza çıkmıyor, ben bu alışveriş merkezine yakın bir oteli bilerek seçiyorum. Bu alışveriş merkezinde  Mevlana Kebab isimli bir Türk lokantası var ve arkadaşlarım ilk yurtdışı gezilerinde aç kalmasınlar diye özellikle Allee'ye yakın bir otel seçiyorum. Mevlana Kebab'da karnımızı doyurduktan sonra otelimize dönüyoruz.

27 Ocak sabahı arkadaşlarımızla otel lobisinde buluşup, bavullarımızı otelin emanet odasına bırakıyor ve kahvaltı yapacak bir yer aramak üzere Budapeşte sokaklarını gezmeye başlıyoruz. Otele yakın bir köşebaşında bir pastane görüyoruz. Pastanede alışveriş yapmakta olan genç bir Macar bayan Türk olduğumuzu anlayıp bizimle Türkçe sohbet etmeye başlıyor. Kadıncağız Türkçe'yi neredeyse anadili gibi konuşuyor. "Türkçe'yi nasıl öğrendiniz?" diye soruyorum kendisine. "Uzun hikaye." diye cevaplıyor. Genç kadının gözlerinin önünden benim göremediğim, ne var ki kendisinin capcanlı gördüğü anılar bir film şeridi gibi geçiyor.  Bir an bir mutluluk parıltısı beliriveriyor yüzünde. Sonra hüzün. Kadının yüz halinden anlıyorum. "Tezgahtara bir sorar mısın, Macar paramız yok, Euro ile alışveriş yapmamıza izin verir mi?" Kadıncağız bizim için tercümanlık yapıveriyor hemen. "Euro ile alışveriş yapamayacağınızı söyledi." diyor cevaben. "İleriki köşede bir döviz bürosu var. Orada para bozdurup sonra buraya gelin isterseniz." diye fikir veriyor Macar kadın. Kendisine teşekkür edip tarif ettiği döviz bürosuna yöneliyoruz. Döviz bürosunda gerektiği kadar para bozdurduktan sonra büronun yakınlarında gördüğümüz bir pastanede kahvaltı yapmaya karar veriyoruz. Pastanede bir masaya yerleşip ay çöreği ve çay ile sabah kahvaltımızı yapıyoruz. Pastanede "baklava" adıyla bir çeşit Türk tatlısı sattıklarını görüyoruz. Baklavaya hiç mi hiç benzemiyor.. Yanımızdaki masada kahve içen genç bir Macar kadın küçük bebeğiyle oyuna dalmış. İşe gitmek üzere yola çıkmış birçok Macar bulunduğumuz pastaneye uğrayarak kahvaltılık bir şeyler alıyorlar. Kahvaltı yaptıktan sonra yakında bulunan bir bilet satış gişesinden 24 saat geçerli toplu ulaşım biletleri satın alıyor ve Moricz Zsigmond körtér tramvay durağından bir tramvaya binerek önce Tuna Nehri'nin üzerinden geçerek şehir merkezine gidiyoruz. Burada 6 numaralı tramvaya aktarma yaparak Margit hid durağına gidiyoruz. Hedefimizde neresi mi var? Gül Baba Türbesi.

Margit hid durağında tramvaydan indikten sonra Gül Baba Türbesi'nin bulunduğu Rozsadomb semtine doğru yürümeye başlıyoruz. Török utca caddesinden Gül Baba utca sokağına sapıyoruz. Gül Baba utca bildiğiniz dik bir yokuş. Yokuşu tırmanırken resmen nefes nefese kalıyoruz. Saat 11:45. Yokuşu tırmanırken birden bir evin bahçesinde bulunan bir köpek havlamaya başlıyor. Arkadaşım Süleyman Bey "İt ürür kervan yürür." yorumuyla bizi güldürüyor. Epeyce yürüdükten sonra bir düzlüğe varıyoruz. Bu düzlükte bir Macar bayan ev kıyafetleriyle yürüyüş yapıyor. "Hasta herhalde. Evinin önünde yürüyüş yapıyor." diyorum eşime. Macar bayan nefes nefese kalmış halimizi görüp, bana "Gül Baba'ya mı geldiniz? Türbe hemen şuracıkta." diyor. "Evet Gül Baba'ya geldik. Teşekkürler." "Geri dönerken tekrar yokuştan gitmeyin. İleride merdivenler var, oradan inin. Daha kestirme." "Köszönöm. = Teşekkürler."  

Türbeye ulaşıyoruz. Resmi üniformalı iki görevli türbenin bahçesinde sohbet ediyorlar. Türbenin hemen dışında Gül Baba'nın bir heykeli var. Heykelin önünde bolca fotoğraf çektiriyoruz. Heykelde Gül Baba sağ elini kalbinin üzerine koymuş halde tasvir ediliyor. Arkadaşlarıma "Hadi biz de Gül Baba gibi durup fotoğraf çektirelim!" diyorum. Bundan sonra dünya üzerinde gittiğimiz bütün önemli şehirlerde Gül Baba pozu vermeye başlıyoruz arkadaşım Hüsamettin Beyle. Berlin'de, Varşova'da, Viyana'da, Bratislava'da, Prag'da, Burgas'da... Daha sonra Macar görevlilere türbenin kapısını açtırıp türbenin içine giriyor ve ebediyete ulaşmış bu Türk büyüğü için dua ediyoruz. Budapeşte'nin orta yerinde atalarımızdan birinin türbesindeyiz, duygularımız yoğun, boğazlarımız düğümleniyor... Türbedeki hatıra defterine biz de birkaç satır yazı yazıyoruz. Tam türbeden ayrılacağımız sırada bir otobüs dolusu Türk turist geliveriyor türbeye. İzmir'den gelmişler. Vatandaşlarımızla biraz sohbet edip Macar bayanın tavsiyesine uyup merdivenlerden aşağıya inerek tekrar Margit hid tramvay durağının olduğu yere gidiyoruz. Biz bu merdivenleri türbeye gelirken neden görmemişiz ki?

Gül Baba Türbesi'nin ardından tramvaya binerek eski adı Moskva ter olan, yeni adıyla Szell Kalman ter'e gidiyoruz. Buradan kale bölgesine giden 16 numaralı otobüse biniyor ve kale bölgesine ulaşıyoruz. Aynı yerleri daha önce gezdiğim için bu kez kale bölgesine ulaşmak daha kolay oluyor. Kale bölgesinde önce Becsi kapu ter'de  (Viyana Kapısı Meydanı) bulunan Macar Ulusal Arşivleri binasını fotoğraflıyoruz. Bu ihtişamlı binanın çatı kaplamasında kullanılan yaldızlı fayanslar Macaristan'ın Pécs şehrinde bulunan ünlü Zsolnay Seramik Fabrikasında imal edilmiş. Bu Zsolnay Seramik Fabrikası'na daha sonra değineceğim. Macar Ulusal Arşivleri binasından sonra sırasıyla Matthias Kilisesi, Stephen I heykeli ve Balıkçılar Tabyası'nı geziyoruz. Kale bölgesi gezimizin ardından otobüsle tekrar Szell Kalman ter'e gidiyor ve buradan bindiğimiz metro treniyle Kobanya-Kispest semtine gidip, burada bulunan bir araç kiralama şirketinden bir station araç kiralıyoruz. Aracı arkadaşım Hüsamettin Bey ve ben dönüşümlü kullanacağız. İlk olarak arkadaşım Hüsamettin Bey direksiyona geçiyor ve kaldığımız Hotel Flamingo'ya giderek, emanet odasında bıraktığımız eşyaları alıyor ve Macaristan'da biz Türkler için apayrı bir önemi olan Esztergom kasabasına doğru yola çıkıyoruz. Hani şu adına türküler yakılan Estergom. Karnımız aç ancak Esztergom'da yiyecek birşeyler buluruz diye düşünüyoruz.

Gün kararmadan, saat 16:20 gibi varıyoruz Esztergom'a. Açız, önce karnımızı doyurmamız gerek. Bir dönerci dükkanı görüyoruz. Dükkanda döner falan göremiyoruz. Dükkanda çalışan bayana "Hani döner nerede?" diye soruyoruz. "Siz bekleyin bir hazırlarız." "Tamam. Tamam. Biz sonra uğrarız." Bir restoran görüyoruz. Restoranda hiç müşteri yok. "Burası da olmaz. Bulmuşlar müşteriyi, kazıklarlar şimdi." diye düşünüyorum. Biraz gezindikten sonra Sellni Kinai Büfe diye bir büfe görüyoruz. Çin büfesi herhalde. Açlıktan yürüyecek halimiz kalmamış. Ne yapalım. Misafir umduğunu değil bulduğunu yer. Atasözlerimizin önemi ve değeri birkez daha kanıtlanıyor. Giriyoruz Çin büfesine. Bizim esnaf lokantaları gibi. Çeşit çeşit yemekleri tezgaha dizmişler. Tezgahtar "İstediğiniz yemekten azar azar alabilirsiniz." diyor. Birer tabak alıyoruz. Herkes bana bakıyor, "Murat hangi yemekten yiyeceğiz? der gibi." Tezgahtara soruyorum. "Şu nedir?" "Ballı tavuk." "Bu nedir?" "Soslu tavuk." "Ulan bu adamlar şimdi bize köpek eti falan yedirmesinler?" diye düşünüyorum içimden. "Arkadaşlar soslu tavuk derim, siz ne dersiniz?" Never Let Me Go filminde Carey Mullighan, Keira Knightley ve Andrew Garfield'ın o ünlü restoranda yemek siparişi verme sahnesi gibi bir durum yaşıyoruz. Beşimiz birden ballı tavuk ve kola sipariş veriyoruz. Esztergom'daki o büfede yediğimiz ballı tavuk o aç halimizle bize Kapalıçarşı'daki Dönerci Şahin Usta'nın et döneri gibi geliyor iyi mi? Ballı tavukları bir güzel mideye indirdikten sonra ver elini Esztergom Kalesi.

 

estergon kalası bre dilber aman

su başı durak aman

kemirir gönlümü bre dilber aman

bir sinsi firak

gönül yar peşinde bre dilber aman

yar ondan ırak aman

 

Esztergom Kalesi'ne giderken önce dünyanın en büyük 18. kilisesi olan Esztergom Bazilikası'nı görüyoruz. Kilisenin bahçesinde yaşlı bir Macar adamcağız ekmek parası dileniyor. Adamcağıza biraz bozuk para veriyorum. Bazilikanın içine giriyoruz. İçeride birkaç kişi var. Bir bayan "Kilise kapanmak üzere. Biraz acele gezerseniz iyi olur." diyor. Beş on dakika fotoğraf çekip kiliseden çıkıyoruz. Bazilikanın hemen bitişiğinde Esztergom Kalesi'nin duvarlarından arta kalanlar. Burada hep beraber Estergon Kalesi türküsünü söyleyip, hüzünlü gözlerle önümüzde akmakta olan Tuna'ya ve nehrin karşı yakasında, Slovakya toprakları üzerinde batmakta olan güneşe bakıyoruz. Bizim gibi nice Türk buradan Tuna'ya baktı acaba? Nicemizin canı yandı buralarda, nicemiz ilelebet buralarda kaldı? Yine bir şeyler düğümleniyor boğazımıza. "Haydi arkadaşlar yola düşelim..."

Aracımıza binip Tuna Nehri üzerinde bulunan Maria Valeria Köprüsünden geçerek Slovakya topraklarına giriyoruz. Slovakya'nın Sturovo kasabasındayız. Aslına bakarsanız bugün hedeflerimiz arasında bir zamanlar Türklerin bu topraklardaki serhat kalesi olan Uyvar Kalesi'nin bulunduğu Slovakya'nın Nove Zamky kentine uğramak da vardı ancak artık hava kararıyor ve karanlıkta Uyvar Kalesi'ni göremeyiz diye vazgeçiyoruz. Zaten kale İkinci Dünya Savaşı sırasında bombalanmış, kalenin sadece bazı bölümleri ayakta kalmış. Burada şunu hatırlatmakta fayda var, "Uyvar önünde bir Türk gibi güçlü" atasözü Türklerin bu kaleyi fethi sırasında gösterdikleri kahramanlık ve cesarete atıfta bulunan bir atasözü olarak tarihe geçmiş.

Slovakya topraklarına elimizi kolumuzu sallayarak geçemiyoruz çünkü arabayla geçiyoruz:) Ancak Macaristan'la Slovakya arasında sınır falan yok. Ortalıklarda bir tek insan bile yok. Tuvaletimiz gelse, "Bu yakınlarda tuvalet nerede var?" diye soracak bir tek insan yok. İn cin top oynuyor. Slovakya'ya geçer geçmez arabayı bir kenara park edip Esztergom Kalesini bir de Slovakya topraktarından seyre dalıyoruz. Hey gidi Esztergom...

Evet bu geceyi Macaristan'ın Sopron şehrinde geçireceğiz. Slovakya topraklarında bir süre yol alıp, akşam saatlerinde Slovakya'nın Komarno kasabası üzerinden tekrar Macaristan topraklarına geçiyoruz. Buradan Komarom, Györ ve Kapuvar güzergahını takip ederek akşam 19:30 gibi Sopron'a ulaşıyoruz. Sopron'da Hotel Lövér'de konaklayacağız. Hotel Lövér Sopron şehrinin hemen yanı başında çam ağaçlarıyla kaplı bir tepe üzerinde, çam ağaçlarının arasına gizlenmiş nefis bir otel. Arabamızı otelin otoparkına park edip, araçtan iniyor ve mis gibi çam kokan havayı derin derin teneffüs ediyoruz. Arkadaşım Hüsamettin Bey "Ne güzel yermiş burası Murat." diyor. Otele yerleşiyoruz ve karnımızı doyurmak için şehir merkezine inmeye karar veriyoruz. Aslında otelin restoranında 5 Euro karşılığında açık büfe yemek var ancak biz şehir hayatını görmek için şehir merkezine gitmeye karar veriyoruz. Otel resepsiyonundan birer otobüs bileti alıyoruz ve hemen otelin önündeki duraktan kalkan otobüsle şehir merkezine gidiyoruz. Keşke otelde yemek yeseymişiz. Şehirde yemek yiyecek doğru düzgün bir yer bulamıyoruz. Bir kafeye oturuyoruz ve birer şişe Soproni birası söylüyoruz. Yiyecek olarak patates kızartmasından başka birşey yok. Kafede üç beş kafadar televizyonda su topu maçı izliyorlar. Biraz sohbet edip, biralarımızı bitirdikten sonra otelimize dönmeye karar veriyoruz. Gittiğimiz kafenin yakınlarındaki bir taksi durağına gidip bir taksi çağırmalarını istiyoruz. Macar bir dede torunuyla beraber geliyor 7 kişilik taksisiyle. "Evdeydim. Torunum da gelmek istedi, kıramadım. Kusura bakmayın." "Estağfurullah amca. Bizi Hotel Lövér'e bırakır mısın?" "Tabii ki." Beş dakika sonra otelimize varıyoruz.

Ertesi sabah, yani 28 Ocak sabahı Sopron'un mis kokulu havasından olacak, erkenden uyanıyoruz eşimle. Otelin kapalı yüzme havuzuna inip biraz yüzüyoruz. Havuzun hemen yanında bir hidromasajlı spa küveti var. Yalnız Macarlar küvetin dört köşesini de kapmışlar erkenden. Derken bir Macar çift küvetten çıkıyor ve eşimle birlikte hemen onların boşalttıkları yerleri kapıveriyoruz. Macarlar küvetin etrafında durmadan tur atıyorlar biz çıksak da girseler diye ama daha çok beklerler. Bir otel görevlisi küvetin hidromasaj düğmesini kapatana kadar küvetten çıkmıyoruz. Macarlar hep orada, ne yapalım? Biz kırk yılda bir gelmişiz.

Saat 9.00'da arkadaşlarımızla kahvaltı salonunda buluşuyoruz. Kahvaltı süper. Yok yok. Karnımızı iyice doyuruyoruz. Zaten bir önceki gün ballı tavuktan başka birşey yememiştik neredeyse. Kahvaltı faslından sonra tekrar Sopron şehir merkezine iniyoruz. Sopron Macaristan-Avusturya sınırında bulunan bir şehir. Viyana'ya yalnızca 74 kilometre uzaklıkta bir şehir. Sopron'dan Viyana'ya her saat başı tren var ve yolculuk 70 dakika sürüyor. Aslında Sopron şehri Viyana'yı gezmek isteyenler için iyi bit konaklama noktası. Zaten biz de Sopron'dan Viyana'ya geçeceğiz. Her neyse... Sopron'daki en önemli tarihi ve turistik yer şehrin merkezinde bulunan ve şehrin sembolü olan Sopron Yangın Kulesi. Ne var ki biz Sopron'dayken bu kule restorasyon gördüğü için kuleyi göremedik. Kulenin yakınlarında dolaşırken Elökapu 11 adresinde Macarların ünlü Zsolnay porselenlerinin bir fabrika satış mağazasını görüyoruz. Yazımın önceki bölümünde Zsolnay'dan bahsetmiştim. Mağazada son derece estetik birbirinden güzel porselen tabaklar, kaseler, şekerlikler, vazolar var. Zsolnay geçmişi 1853 yılına dayanan bir firma. Fabrikası Pécs şehrinde bulunuyor. Firma bayanlar için porselen takılar da imal ediyor. Bu mağazadan Hüsamettin Bey'le birlikte eşlerimize birer adet porselen kolye ucu satın alıyoruz. İlgilenenler için Zsolnay firmasının internet adresi: www.zsolnay.hu.  Bir inceleyin isterseniz, beğeneceğinize eminim. Bir başka mağazada Macaristan'ın ünlü Ajka kristallerine rastlıyoruz. Ajka da geçmişi 1878 yılına dayanan bir firma ve çok güzel el yapımı kristal ürünler imal ediyor. Yani şimdi bu firmaların tarihçelerini, ürettikleri ürünleri falan anlatmak uzun hikaye. Ben kısaca bunlar kaliteli ve güzel ürünler imal ediyorlar demekle yetiniyorum. Dükkanın vitrininde "Akcio" yazıyor. Yani indirim varmış. Bu dükkandan da bir adet Ajka vazo alıyorum. Bizim Eurolar gittikçe azalıyor. Tedarikli gelmek gerek buralara... Sopron sokaklarını biraz daha gezip Viyana'ya geçmek üzere Sopron'dan ayrılıyoruz. Sopron çok sayıda Avusturyalının hafta sonlarını geçirmek için gittikleri bir yer. Macaristan Avusturya'ya göre daha ucuz olduğu için burada hem alışveriş yapıyorlar hem de tatil yapıyorlar. Bundan dolayı Sopron'a gidecekseniz hafta arası gitmenizi öneririm.

 

Viyana'da bir gece kaldıktan sonra ertesi gün yani 29 Ocak akşamı bu kez Bratislava üzerinden tekrar Macaristan'a giriyoruz. Viyana'da direksiyona ben geçiyorum. Macaristan Tatabanya yakınlarında direksiyonu tekrar Hüsamettin Bey'e devrediyorum. Akşam saatlerinde Budapeşte'de konaklayacağımız Mercure Budapest Buda oteline ulaşıyoruz. 30 Ocak sabahı ilk iş otelimizin yakınında bulunan Eco Cafe'de kahvaltı yapıyoruz. Kahvaltının ardından Budapeşte'yi gezmeye devam ediyoruz. Şansımıza hava güneşli. İlk önce metroyla Batthyany ter'e gidip Tuna Nehri kıyısından Macaristan Parlamento Binası'nı fotoğraflıyoruz. Batthyany ter'den Tuna'nın karşı yakasına baktığınızda Parlamento Binası tam karşınızda. Saat 11:10'da fotoğraflamışız binayı. Teknoloji bazen işe yarıyor. Saat 11:40 gibi Hösök Tere yani Kahramanlar Meydanı'nın oradayız. Önce meydanın yakınlarında bulunan Széchenyi Termal Kaplıcaları'nı fotoğraflıyoruz, daha sonra hemen yakınlarda bulunan Vajdahunyad var'ın (Vajdahunyad Kalesi) fotoğraflarını çekiyoruz. Biraz ileride bir buz pisti var. Budapeşteliler buz pateni yapıyorlar. Buradan Kahramanlar Meydanı'na geçiyoruz. Arkadaşlarım Hüsamettin Bey ve Süleyman Bey tarih öğretmeni oldukları için, Macar tarihini tasvir eden çok sayıda heykel içeren bu meydanı çok beğeniyorlar. Bir süre sonra soğuktan dolayı üşüyoruz ve hemen yakınlarda bulunan Cafe Kara'ya gidiyoruz. Arkadaşımız Süleyman Bey bizimle gelmeyip, meydanda Atilla ve Hunyadi Janos'un heykellerini bulmaya çalışıyor. Biz kafede yaklaşık yarım saat geçiriyoruz ve Süleyman Bey'le buluşup hep beraber Andrassy Caddesi boyunca yürümeye başlıyoruz. İleride Terror Haza Muzeum isimli bir müze var. Terör Müzesi. Bu müzenin çatısının kenarlarında büyük harflerle "Terror" yazıyor. Müze binasının duvarlarında insanlar mumlar yakmışlar, gelen geçen dua ediyor. Oktogon istasyonundan metroya binip, Budapeşte'nin Kapalıçarşısı olarak adlandırabileceğimiz Nagy Vasarcsarnok'un (Merkezi Pazar Yeri) bulunduğu Fövam tér istasyonuna gidiyoruz. Merkezi Pazar Yeri'nde biraz alışveriş yapıp otelimize dönüyoruz. 

30 Ocak günü öğleden sonra saat 15:30'da Szentendre'deyiz. Macar arkadaşım İstvan Fö Meydanı'nda bizi bekliyor. İstvan'la hal hatır sorup, İstvan'a arkadaşlarımı tanıtıyorum. Tanışma faslından sonra İstvan bize Szentendre'yi gezdiriyor. Szentendre'yi daha önce eşimle birlikte gezmiştik. Bakalım Macar arkadaşım bize nereleri gezdirecek? İstvan bizi kulesinde saat bulunan bir kiliseye götürüyor. Kilisenin ismini internetten araştırarak buldum: Keresztelö Szent Janos Plebaniatemplom.  Bu kiliseden sonra birkaç kiliseyi daha geziyoruz. İstvan bana bir evin duvarındaki demirden yapılmış bir makas şeklini gösteriyor ve soruyor "Murat, burası nedir sence?" "Berber?" "Hayır, terzi. Bizim buralarda terzilerin evlerinde böyle makas şekilleri olur."  İstvan daha sonra bizi bir tepeye çıkarıyor ve Tuna Nehri'nin en güzel manzarasını bu tepeden izleyebileceğimizi söylüyor. Tepenin tam yerini bilemiyorum ancak aşağıya bakınca tam önümüğzde bir kilisenin kulesi bulunuyor. Tuna'ya doğru dönüp, sağ yanımıza baktığımızda dingin akan Tuna'nın yüzeyinde bir resim gibi yansıyan pastel renkli Szentendre evleri, daha ileride ağaçlar, çok daha ileride Macaristan düzlüğünde sanki Nil Nehri'nde yüzen bir timsahın sırtı gibi tırtıklı irili ufaklı tepeler. Huzur, sonsuzluk. 

İstvan daha sonra bizi bir seramik müzesine götürüyor. Müzenin ismi Margit Kovacs Seramik Müzesi. Yaklaşık yarım saat bu güzel müzeyi geziyoruz. "İstvan, buralarda bir kitapçı var mı?" İstvan hemen bizi bir kitapçı dükkanına götürüyor. Kitapçıya "Macar bir yazarın kitabını okumak istiyorum. Bir de biraz Macarca öğrenmek için hangi kitabı alabilirim?" Kitapçı hemen bir Macarca konuşma kılavuzu öneriyor. İstvan'ın önerisiyle bir Antal Szerb romanı satın alıyorum. "İstvan, biraz da hediyelik birşeyler almak istiyoruz. Ne önerirsin?" "Murat, buralara kadar geldiysen Szamos'dan çikolata ve marzipan almalısın. Hadi gidelim. Szamos'un dükkanı var biraz ileride." Szamos'un dükkanı Dumtsa Jenö utca 12 adresinde bulunuyor. Szamos dükkanını talan ediyoruz deyim yerindeyse.

Akşam İstvan'larda yemekteyiz. İstvan'ın eşi bizler için Macar gulaşı hazırlamış. Yalnız huylanırız diye gulaşı tavuk etinden yapmış anladığım kadarıyla. İstvan "Biz gulaşı normalde domuz etinden yaparız. Ancak sizin dininizde domuz etinin haram olduğunu biliyoruz. Bu yüzden eşim tavuk etinden pişirdi gulaşı." "Sağol İstvan." "Bir şişe de şarap açalım. Bizim buraların şarabı meşhurdur." "Ben araba kullanacağım. Ancak sen içmek isteyen olursa verirsin." Macar dostlarımızla akşam yemeğini yedikten sonra İstvan bize bir de çay hazırlamaz mı? "Sizin çayınız kadar güzel değildir ama..." Çayımızı da içtikten sonra Macar dostlarımızla vedalaşıp Budapeşyte'ye geri dönüyoruz. Ertesi gün Macar Havayolları'nın uçuşuyla İstanbul'a dönüyoruz. Malesef Macar Havayolu şirketi Malev biz İstanbul'a uçtuktan birkaç gün sonra iflas ediyor. Macaristan güzel bir ülke, insanları sıcakkanlı. Şairin dediği gibi "misafir" olarak her daim gidilebilecek bir ülke. 

 

 

 

 
Toplam blog
: 42
: 1065
Kayıt tarihi
: 13.11.12
 
 

1995 yılında İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi İngiliz Dili Eğitimi Bölümü'nde..