Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Kasım '07

 
Kategori
Eğitim
 

Dosttan Mektup (5)

Sevgili Dost;

Mektubunu, elime geçeceğini tahmin ettiğin günlerde bekledim. Hatta ilgili memurlara bile sordum. Büyük kentin sorunlarından biri olsa gerek, geç dağıtım yapılıyor. Neyse, bugün öğleden sonra alabildim. Dopdolu bir mektup; sitem, övgü, öğüt, öneri, soru, istek, hepsi var. Üç kez ardarda okudum. Daha da okuyabilirim.

Bu mektup bana Ertürk'ün "Seveceksin, acısız an kalmayacak; sevmeyeceksin, hayatın anlamı kalmayacak. Acı; hayata tat, anlamsız hayata anlam katacak, yaşayacaksın" sözünü hatırlattı. Bu sözü ilk okuduğumda, özellikle birinci bölümüne bir türlü anlam verememiş, Hocaya sormuştum. O, yüzüme dikkatle bakarak "Kaç yıllıksın?" diye yaşımı sormuş, ben de söylediğimde, "O sevgiyi yaşamış olmalıydın ama, geç değil" demiş, biraz açıklamaya çalışmıştı. Anladığım kadarıyla; sevilene duyulan özlem, onunla birlikte olma isteği vb. insanın yaşadığı her anı acı, fakat anlamlı yapıyormuş. Özlemek için uzun zamana gerek var mı? Bilmem, 3-4 günde değil 3-4 dakikada da özlem duyulabilir. Şu anda, "sözler değil, davranışlar önemli" diyeceğini de biliyorum. Duygularımızı, düşüncelerimizi davranışlarımızla göstermekte ya da uygulamakta bazı engellerimiz yok mu? Toplumsal baskı, bize öğretilen roller, karşımızdakinin tepkisinin ne olacağını bilememekten kaynaklanan kaygılar (riskler) bizi etkilemiyor mu?

Mektup yazmanın faydalarını o kadar güzel dile getirmişsin ki, sana gönülden katılıyorum. Bu kadar güzel ve rahatlatıcı bir etkinlik niçin ödül olarak verilmesin? İstediğimizi yapamayınca, tabii ki rahatsızlık duyarız. Psikoloji diliyle "engellenme" ya da "çatışma" durumu. Yaptıklarımıza baktığımızda ise, hepsi istediğimiz şeyler değil. Yani, istediğimiz halde yapamadığımız, istemediğimiz halde yapmak zorunda olduğumuz davranışlar var. Dengeyi sağlamak, engellenmenin etkisini aza indirmek için kendi kendine ödül koymak faydalı oluyor, bana göre. Lise yıllarından beri uyguladığım bu yöntem, olayların, insanların iyi ve güzel yanlarını görmeme de fırsat veriyor.

Mektubunda, nazlı çiçeğimize iyi bakamadığımı ya da terazinin kefelerini dengede tutamadığımı da vurgulamışsın. Yazma ortamına girmekten söz ediyorsun, çok doğru. Önemli olan, zaman veya zamansızlık değil ortama girmek, bence de. Sıradan bir mektup, postanade ayaküstü de yazılabilir ama her mektup değil! Yazma ortamına girmemi engelleyen, senin bilmediğin, tahmin etmediğin durumlardan mektuplarımda söz etmeyi hiç düşünmedim ama sohbet sırasında söz açılsaydı anlatabilirdim. Uzun yazmaya gelince; senin kadar akıcı ve güzel yazamadığım bir gerçek. Ayrıca benim bulunduğum ortamı sen çok iyi biliyordun. Seninki kadar yeni, ilginç ilişkilerle, duygularla (bana göre) dolu değildi benim çevrem. Yazdığın her satırı zevkle okumama rağmen, gereksiz şeyler yazmış olmaktan da kaçınmışımdır, yoksa "atasözü" gibi yazmayı istediğimden değil. Telefon; çok sevdiğim bir araç, içimden geldiği gibi rahatça konuşma ortamında olmayınca kullanamadığım.

Dengeyi sağlamaya karar verdim ve çalışacağım. Öncelikle mektubunu aldığım günün akşamı yazmaya başlayabildim. Üstelik, ilk defa 2. kağıda geçtiğime göre satırlar uzayacağa benzer.

Açık olmaya gelince; işte işin en zor yanı bu. Leo'nun kitapları gerçekten beni etkiledi. Daha doğrusu kendi düşüncelerimi orada buldum. Beni destekleyen bir felsefe doktoruyla tanışmış gibi oldum. Fikirlerin altını çize çize okudum. (Sana verdiğim kitabın henüz başlarındayım. Diğerlerini okuduğum için olmalı bana anlaşılmaz gelmedi.) Önerilerin temelini "açık kalpli olmak, istekleri, arzuları açıkça ortaya koymak gerektiği" oluşturuyor. İşte zor olan, riskli olan bu. Kültürel faktörler, toplumumuzun bize öğrettiği kadın veya erkek rolleri, bu önerileri yapmamızı etkileyip güçleştirmiyor mu?

Benim açık konuşmadığımı söylerken, sen de yeteri kadar açık mısın? Seni mutlu eden; konuşmalarında ve yazılarında konunun özünü, vermek istediğin mesajı bulma işini karşındakine bırakmıyor musun? Seni suçladığımı veya kendimi savunduğumu sanma. Sadece bildiğimiz gerçekleri ortaya koymak istedim.

Ortak yaşantıları, ortak özellikleri olan, birlikte zamanın geçişini anlamayan dostlara "1-2 Cumartesi" pek yeterli değil ama, yaşanan güzel anlar fırsat buldukça neden tekrar yaşanmasın. Çok konuştum diye boşuna kendini suçlama. Ben böyle bir hisse kapılmadım. Üstelik de önemli olan eşit konuşmak değil, dinlemek ve anlamak, sanırım.

Ankara'ya gelmeyi düşündüğüne sevindim, ama bunu öncelikle kendin için istiyorsan gel, derim. Benim için o kadar uzak yerden zahmete katlanmana kıyamam. Yıllık iznimin 10 gününü 20-30 Ağustos tarihleri arasında kullanacağım ve Ankara'da olacağım. Gerisini Eylülde veya Şubatta kullanmayı düşünüyorum.

Mutlu olmak isteyince öyle çok sebep var ki, sıralamaya kalksam sayfalara sığmaz. Zaten sen de bir kaçını yazmışsın. Beni mutlu ederek arkadaşlığımı, sevgimi kazanmış birine nelerden mutlu olduğumu yazmama gerek var mı, diyorum. Son günlerde beni en çok mutlu eden şey; mutlu etmek istediğim birini mutlu edebildiğimi anlamak oldu. Bir suçlu gibi başım öne eğilse de önemli değil.

Derginin bu ayki sayısını bu gün bulamadım. Yarın mektubu postalarken bakacağım. Bulursam hemen, bulamazsam bulduğumda postalayacağım. Yeni yazı hazırlıkların da öncekiler gibi beni ilgilendiriyor. Onları okumaktan hoşlanıyorum, biliyorsun. Yayınlanan yeni yazını okumak ve gereksiz dediğin satırı bulmak için de sabırsızlanıyorum.

Kursu çok şükür yüz akı ile bitirebildim. Geçmiş olsun dileklerine teşekkürler. Yorgunluğumu henüz atamadım. Sıcaklar güney'i aratmıyor. Kırlara açılma fırsatı da olmadığından, evin serin ve rahat havası ile dinlenmeye çalışıyorum.

Satırlarımı şimdilik sonlarken, Kurban Bayramı'nı da gönülden kutlar, en iyi dileklerimle selam ve sevgilerimi iletirim. Uzun yazma rekoru yine sende kaldı! Hoşça kal...

Ankara, 11 Ağustos 1986

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..