Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Aralık '12

 
Kategori
Anılar
 

Dosya yığını

Geçen gün arkadaşlarım son blogumu okuduklarını söylediler. Hem memnun oldum hem de kötü bir zamana denk geldiklerini düşündüm. Tam da artık yeteneğimin kaybolduğunu düşündüğüm bir dönemde, konsantre olamadığım için kendimi ifade edemediğim bir bloga denk gelmeleri beni üzdü. Yine de çevremdeki insanların bloglarımı okumalarından memnuniyet duydum.

Duygu ağırlıklı yazdığım yazılara daha mantıksal çerçevelerden bakarak senkronize etmeye çalıştığımdan anlatım bozukluğu mu dersiniz, imla hataları mı, ifade etmede zorluk mu siz seçin. Benim tek bildiğim o Balık burcu havamı, o şairane duygularımı artık kaybedip, beynine, her an kısa devre yapabilecek kadar düşük teknolojide bir çip yerleştirilmiş insansı robotlardan olma yönünde ilerliyorum. Sabah kalk. Yemek ye. Okula git. Gel. Yemek ye. Uyu. Sabah kalk... şeklinde devam eden bir kısır döngü kurbanıyım sonuçta. Suçlusu ben miyim? Tabii ki benim! Elâlemin hiç mi suçu yok? Tabii ki var!

Her insanın belli dönemleri vardır. Çevresindeki insanları kurcalayarak başladığı. Hepsine bir kusur bulduğu fakat kendindeki kusurları göremediği... Koca bir klasör yığınıdır insan beyni. Bazen o odaya girip her bir klasörü yere döküp teker teker okuyarak işe yaramayanları elemek gerekir. En çok da işe yaramayan insanları atmalı bir çöp kutusuna. Ne yararı ne de zararı olanları. Kısacası zararı kendine olanları.

"bu kimdi?"

"Haa! Şuydu, evet." dediğiniz her dosyayı atın bir kere. Derinlere saklamışsanız zaten uzun zamandır ihtiyacınız yoktur kendisine. Bu bazen akrabanız olabilir, korkmayın. Hissetmeyecektir bile. Attığınızı sandıklarınız birden karşınıza da çıkabilir. Panik yapmaya gerek yok. Sayfa sayfa buruşturarak atın çöpe. Acısını çıkara çıkara... Onu hayatınızdan atmanın zevkine vara vara...

Ara verin azıcık. Yarın devam edersiniz. Zihni yorabiliyor bazen insanlar. Bedeni ve ruhu yorabildiği gibi. Kızmayın kendinize; onlar niye var ya da niye yok diye. Olması/olmaması gerekiyormuş da ondan.

Bu dönemleri sık sık yaşamaya başlayınca büyüdüğümü keşfetmeye başadım. Seçiciiliğim bundan ibaretmiş meğerse. Akşam eve erken dönmelerim, alkol nadir içişim, eğlence mekanlarını merak etmeyişim bundanmış. Ergenliğim biteli çok olmuş zaten de, üniversiteye geldik az sosyalleşelimlerim de gitmiş. Çok da gerek yokmuş hani.

Davranışları ve çevreyi mantık çerçevesine katınca duygusuzlaştırmaya da gerek duyuyor insan kendini. Yakın bir arkadaşın gitmeliyse gitmeli. Sevgilinden ayrılmalıysan ayrılmalısın. Arkadaşlarının hepsini aynı anda atman gerekiyorsa atmalısın. Hepsi bir anda oluyorsa devreyi yakarsın. Peşpeşeyse ucundan sıyırırsın. O zaman o duygusallıktan eser kalmaz işte. İşte o zaman yazamazsın bir daha öyle süslü cümleler. Ağdalı, çektikçe mânası uzayan kelimeler...

Özenirsin bir yandan çocuksu duygulara. Bir yandan da 'aptallar!' dersin: dost olduklarını sanıyorlar. Birbirlerini çok sevdiklerini sanıyorlar. Aşk sanıyorlar. İnancını yitirdiğin için söylemezsin bunları. Gördüklerin sana bunu anlattığı için söylersin. Herşeyini bir kişiyle paylaştığı için karşısındakine dost diyen insanlar tanırsın. Sürekli seviştiği için aşık(!) olanları... Bilmezler ki dostluk konuşmadan anlaşabilmekte, aşksa sevişmeden mutlu ve huzurlu olabilmekte olduğunu.

 
Toplam blog
: 58
: 402
Kayıt tarihi
: 06.04.10
 
 

Uludağ Üniversitesi Veteriner Fakültesi Mezunuyum. ..