Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Ağustos '11

 
Kategori
Eğitim
 

Dr. Niyazi Altunya 6

6-HAKKÂRİ’DE ÖĞRETMENLİK

Hakkari’den bize mektuplar yazdınız. Bu mektuplar her gün okulun haber bülteninde yayınlandı. Ve sizden sonrakilerin ideallerinin daha da bilenip güçlenmesinde etkili oldu.

Çünkü mektuplarınızda Hakkari’nin mahrumiyeti, yoksulluğu ve zorluğu: insanın üstüne üstüne gelen ve onu ezip geçen, parçalayıp yutan devasa bir çark olarak anlatılmıyordu. Aksine bu ilkellik, yoksulluk ve cehalet çarkının üstüne üstüne giderek, dişlilerinin arasına çomak sokup her gün bir dişini kırarak, aydınlık adına her gün yeni bir adım atarak, zafere doğru ilerleyen bir aydınlık savaşçısının coşkusu vardı.

Bu yüzden eminim ki yaşantınızda, dünya görüşünüzün oluşmasında, Gönen kadar, doğduğunuz köy kadar, Hakkari’nin de önemi aşikardır diye düşünüyorum. Nedir Hakkari? Türkiye için, dünya için ve sizin için?

Köye geldiğimizde defalarca çağrı ve uyarılardan sonra da olsa öğrenciler okula gelmeye başladılar. Önceden 4-5 yıl devam ettiği halde okuma yazma bilmeyen 3-5 tane öğrenci vardı. Onlar da muhtar ve ağanın çocukları idi. Askerde çok dayak yemesinler diye geçen yıllarda okula gelmişler fakat okuma yazma öğrenememişlerdi.

Bu arada öğretmede çok büyük zorluklar çektiğimi belirtmeliyim. Önceden görüp beğenip yazdığım cümleleri kavrayamıyorlardı. Örneğin verdiğim ‘Havalar soğudu’ cümlesi çok soğuktu. Hava ve soğumak sözcüklerini kavratmak için 1001 maymunluk yapıyordum. Kalan beş ayda yinede okumayı öğrenen epeyce öğrencim oldu.

Okulda hiç sıra yoktu. Öğretmenler gidince sıralar sökülüp evlere götürülüyordu. Merkezden aldığım on iki kullanılmış sıra, 8-10 saatlik yoldan katırlarla ve bin bir güçlükle getirildi. Kendim sıra yapabilirdim ama kereste yoktu.

Sepet yapmak için aşağılarda bol söğüt dalları bulunuyordu. Fakat kereste yoktu. Bir gün köylülerden birisinin evinin kapısı yıkılmış son derece ilkel de olsa iyi kötü açılıp kapanan kapının ekseni çürüyüp düşmüştü. Adamcağız dönüp duruyordu. Çünkü gelecek yıl Siirtli ustanın gelmesini beklemek zorundaydı.

Ben köye giderken keser, testere, cam keseceği, eğe gibi aletler ve ilk yardım malzemeleri götürmüştüm. Aletlerimi götürüp kapının kırılan eksenine yama yaptım ve çalıştırdım. Adam ve karısı çok sevindiler. Beni konuk edip yağda kızarmış kuru kayısı (kayısı ruhu) pirinç pilavı ve çaydan oluşan yiyecek içeceklerle beslediler. Adamcağız sana bir çocuk vereceğim ama Cuma günleri benim olacak dedi. Anlaştık. Birkaç gün sonra bir çocuk daha verdi.

Ben okulun içindeki öğretmen evine taşınınca ağanın analığı (Sultan Ana) bana her gün yemek taşımaya başladı. Bana dediler ki : “Sana bakmak boynumuzun borcu, ama sen kışın burada donarsın. Bana da kendine de eziyet etme, gel yine bizde kal” dediler; çaresiz öyle yaptım.

Şehre son gidişimde erzak alıp, ben de onlara dahil oldum. Evin nüfusu benim de katılmamla 30 kişi oldu. Günlerden bir gün ine benzeyen bu evlerin iç bölümlerinin birinden taze bebek sesi gelmeye başladı. Evin kadınlarından birinin doğum yaptığı anlaşıldı.

Ben bulabildiğim ağaç parçalarından ona bir beşik yaptım. Gene anne geldi. Bana bilmediğim dili ile dua etti. Teşekkür etti. Sanırım o ilkel beşik de köyde bir yenilikti. Bu birkaç örnek köy enstitülerinin köye yararını, becerilerin insan ilişkilerinde nasıl etkili olacağı yolunda kazandırdıklarının önemini anlatmaya yeter sanırım.

Bende bulunan o basit aletlerden hiç biri köyde yoktu. Dolayısıyla onları kullanacak beceri de yoktu.

En çok rahatsız olduğum konu temizlik idi. Aynı suda çocuk bezi de yıkanıyordu aynı zamanda içiliyordu da. “Akarsu pislik tutmaz” inancı orada da geçerli idi. Banyo yapamıyordum. Bir kış günü damda banyo yaptım. Geç vakitti. Çıkıp kapıyı çekince metal kapı koluna, elim yapışıp kaldı. Hemen donmuştu. Elimi zor kurtardım. Biraz deri bırakarak.

Bir gün öğrencilerimden biri jilet kırığı ile kalem açarken parmağını kesti. Hemen torbamdaki oksijen suyu ile silip tentürdiyot sürdüm. Bu nesne hem çocuğum parmağını boyadı, hem de değişik koku yaydı. Bunu gören birkaç çocuk da parmağını kesip yanıma geldi. Baktım arkası gelecek. Sıradan tüm çocukların ellerine tentürdiyot sürerek meraklarını giderdim.

Bunlar o günkü gerçekliği gösterecek birkaç örnek. Fakat asıl sorun buralarda TC’nin varlığını hissettirememesiydi. Halkın Türkiye ile ilişkisi çok azdı. Türk pazarlarına ulaşmaları çok zordu. İran ve Irak ile ticaret daha fazla ve daha karlı idi. Orası daha yakındı.

Fakat bunu bin bir engeli aşarak yapıyorlardı. Yüzlerce koyun komşu ülkelere gidiyordu. Dinledikleri radyo kanalı da, o ülkelerin Kürtçe yayınlarını veriyordu. Onlar daha net duyuluyordu ve yayın halkın konuştuğu dille veriliyordu.

Fakat tüm bunlar yapılırken en büyük korku jandarma idi. Daha 27 Mayıs 1960 müdahalesinin dumanı tütüyordu. Ben dahil Türkiye’nin batısından gelen tüm kamu görevlileri, Kürtleri Türkleştirmek peşindeydik. Zaten onların Kürt olduğuna da inanmıyorduk. O zamanlar onları dili bozulmuş Türkler olarak düşünüyorduk.

Oysa şimdi artık haritada, ne Ördekli var, ne de başka köyler. Bu gün belli kentlere yığılan köylüler: kültürlerinden, topraklarından koptular. Fakat gittikleri yerlerde, yeni ve sağlıklı bir kültür de oluşturamadılar. Birçoğu okuryazar bile olamadan göçürüldüler. Tümü öfkeli, gergin, aç ve geleceğe umutla baktıklarını sanmıyorum. 

 
Toplam blog
: 81
: 702
Kayıt tarihi
: 21.11.08
 
 

Nazmi Öner 1946 yılında Burdur’un Bucak İlçesine bağlı Seydiköy’de doğdu. Seydiköy İlkokulu v..