Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Mayıs '16

 
Kategori
Eğitim
 

Dün bir, bugün iki...

Dün bir, bugün iki...
 

           

Aklınıza gelmiştir elbet:  “Bu arkadaş Bursa’dan, Afyon’dan, Eskişehir’den.. .Hatta Ankara, Diyarbakır ve Gaziantep’teki eski öğrencilerinden bile iletiler alıyor da, Önder’deki yazılarından adını ezberlediğimiz Keşanlı /Paşayiğitli Necmiye Yenice’den hiçbir haber almıyor mu?” diye.

            Haklısınız…  Necmiye’nin 1969’da Kur’an kursundan Paşayiğit Ortaokulu’na transferiyle ilgili anılarımı anlattım da sonrasından söz etme fırsatı olmadı hiç.

            Söz sırası Necmiye’de bugün. Ne diyor, dinleyelim bakalım:

            “Bir yakınımızın düğünü dolayısıyla Keşan’a gelmiştim dün. Nazlı Abla’mı ziyaretimde amcam kızı Mazlume, Önder’de çıkan benimle ilgili bir yazınızı getirdi. Okurken, o günler sanki bir film seyreder gibi canlandı gözümde.

            Yarın, Önder gazetesine gidip önceki ve sonraki yazıları da bulup okuyacağım. Bugüne kadar sizi arayıp soramadım ama sanmayın ki unuttum. Aksine anılarımda idiniz hep.

            Sizi en kısa zamanda ziyarete geleceğim. Bahçeşehir, Esenkent hiç yabancı değil bana. Bizim de bir evimiz var o civarda.” deyip 45 yıl önceki o kibar haliyle güzel dileklerini iletti.

            Sevindiğimi söylememe gerek var mı?

            Ertesi gün, Feyzullah Aktan dostum aradı:

            “Hüseyin Bey, şu anda kiminle birlikteyim; biliyor musun?”  diye sordu.

            Evet, biliyordum. Kibar kızım Necmiye’nin, Önder gazetesine uğrayıp da o gazeteyi tek başına, her türlü zorluğa göğüs gererek 55 yıldır kesintisiz olarak sürekli yayımlayan, aynı zamanda gazetenin başyazarı ve genel yönetmeni olan Sayın Feyzullah Aktan’ı ziyaret etmeden ayrılmayacağını biliyordum.

            Diyeceksiniz ki, “Telefonu dışında, yazılı hiçbir mesajını almadın mı Necmiye’nin?”

            Aldım; yazılı mesajını da aldım.

 Neden olmasın canım, onu da paylaşırım sizinle. Buyurun, birlikte okuyalım:

            “Değerli öğretmenim;

            Yazıların devamını gazeteye gidip aldım. Okudum; çok güzeldi! Tüm yaşadıklarımdı yazdıklarınız. Gözlerim doldu okurken. Yalova’ya döndüğümde eşim de okudu. O da çok duygulandı. Gözleri doldu. Çok beğendi. Tekrar tekrar okudu.

            Yazdıklarınız, yaşadıklarımızdı.

            Ben, sizin mücadeleniz sonucu okudum. Sizin verdiğiniz o iyi temel eğitimle okul sonrası yaptıklarımı size yazacağım. Mücadelenizin boşa gitmediğini görerek gururlanıp memnun olacağınıza inanıyorum.” (Necmiye Yenice İnceoğlu, 23 Nisan 2016)

            Gördüğünüz gibi, yalnızca Fatma Kâhyaoğlu değil, Necmiye Yenice İnceoğlu da yazmaya söz verdi.

            Dün bir, bugün iki… Bakalım, üçüncü kim olacak?

            Aaa!.. Biliyorum üçüncüyü. Üçüncüyü biliyorum.

            “Kim mi?” dediniz.

            Üçüncü, işyeri komşum Gülhan Hanım

            Dikkatli ve çok kibar bir okuyucumdur O. Yalnızca okumakla kalmaz, okur okumaz duygu ve düşüncelerini hem yazılı, hem sözlü olarak iletir bana.

            Birkaç ay önce, Naciye Makal’ın, “Bindim Tütün Küfesine” adlı eseriyle ilgili yazımı okuyunca, ziyaretime geldi hemen:

            “Bu kitap var mı sizde?” diye sordu.

            “Var… Neden sormuştun?”

            “Bildiğiniz gibi, ben Batı Trakya doğumluyum Hüseyin Âbi. Benim ailem de tütün yetiştirmekle sağlar geçimini. Sanki benim ailemi, benim çocukluğumu anlatıyor bu kitap. Çok merak ettim. Okumak isterim; ödünç verirseniz.”

            “Yok, hayır, olmaz; veremem…” mi deseydim?

            “Memnuniyetle, dedim; yalnız benim de senden bir isteğim olacak.”

            “Buyur, emret âğbiciğim.”

            “Emir değil, rica…”

            “Senin rican, benim için emirdir Hüseyin Âğbim. Yeter ki elimden gelen, yapabileceğim bir şey olsun.”

            “Korkma, endişelenme… Yapamayacağı hiçbir şeyi istemem ben kimseden. Hele hele güler yüzlü ve kibar komşum Gülhan Hanım kardeşimden…”

            Bu arada, “Bindim Tütün Küfesine” adlı kitabı bulup “Buyur” diyerek verdim komşuma.

            Sevinç ve merakla kitabı şöyle bir gözden geçirirken baştan sona, bir yandan da anlattı:

            “Yapmayan bilemez. Tütün işi gerçekten zor bir iştir.  Zahmeti çok ama o zahmete göre kazancı da çok azdır.”

            “Konu bana çok yabancı… Ben hiç mi hiç bilmem bu işi. Bizde tütün yetişmez, yetiştirilmez çünkü. Bir dakika, sen Yunanistan’da Batı Trakya’da doğdun. Köylü bir çiftçi ailenin kızısın. Nasıl oldu da Türkiye’ye geldin, Türkiye’de okudun?”

            “Hükümetler arasında bir anlaşma yapılmış. Ben altı buçuk yaşımda geldim Türkiye’ye. Şereflikoçhisar’da yatılı bir ilkokulda başladım okula. Sonra ortaokul, sonra, lise, sonra üniversite… Derken…”

            Gönlünü kaptırmasın mı, İzmir-Ege Üniversitesi’nde okurken, aynı üniversitede okuyan yakışıklı bir gence?

            Gerisini söylemeye gerek var mı?

            Anne, baba, kardeşler hep Batı Trakya’da. İskeçe’de… İskeçe’nin bir köyünde…

            Altı buçuk yaşında bir kız çocuğunun “okuma uğruna” annesi, babası ve kardeşlerinden ayrı kalmaya razı olması kolay bir fedakârlık mı sanırsınız siz?

            Anılarını yazsa Gülhan Hanım; “Bindin Tütün Küfesine” gibi çok güzel bir kitap olmaz mı?

            “Evet, ağbiciğim; kitabı da aldım. Sağ ol. Teşekkür ederim. Okuyunca elbet getireceğim. Şimdi söyler misin bana. Benden istediğin nedir?”

            “Yok, şimdi söyleyemem. Kitabı okuyup gelince söyleyeceğim.”

            “Ama bu arada çok merak edeceğim.”

            “Olsun; merak et biraz. Oku, gel; o zaman…”

            “Nasıl isterseniz Hüseyin Ağbim. Şimdilik bana müsaade…” deyip ayrıldı.

            Bir iki gün sonra, coşkuyla geldi yine:

            “Bu kitap bana çocukluğumu yaşattı yeniden. Yazılanların hepsi gerçek… Sanki benim hayatım anlatılmış bu kitapta. Benim çocukluğum…”

            “Beğendin demek…”

            “Beğenmek ne demek ağbiciğim; bayıldım! Evet, gelelim şimdi, benden istediğinize.”

            “Evet, onu konuşabiliriz şimdi. Bak, nedir senden istediğim: Okumak uğruna verdiğin mücadeleyi, üzüntülerini, acılarını, çektiğin sıkıntıları yazmanı istiyorum.”

“Yazabilir miyim; dersiniz?”

            “Elbette yazarsın. Kalemin ve kâğıdın varsa tabiî. Hoş, kalem, kâğıt olmadan da yazılabiliyor ya bilgisayarda. Değil mi?”

            “Tabii yazılır Hüseyin Ağbim de, Naciye Makal gibi böyle güzel yazabilir miyim; demek istemiştim.”

            “Sanırım ki, Naciye Makal da eline kalemi almadan, aynı endişeyle aynı soruyu sormuştur. ‘ Yapabilir miyim?’ yerine, “ Yaparım” deyip başlamak daha doğrudur bence. Mademki sordun, söyleyeyim. Yaparsın. İstersen, yaparsın! Haydi bakalım; “Yazacağım” diye söz ver bana.”

            “Tamam ağbim.  Söz veriyorum; yazacağım. Yalnız biraz zaman ver bana. Gelecek hafta Yunanistan’a gidip ailemi ziyaret edeceğim. Bir süre kalacağım. Çok özledim çünkü onları. Dönüşte, bir süre kafamda ve gönlümde bir güzelce yoğurup yazacağım.”

            “Söz mü?”

            “Söz ağbiciğim; söz…”

            Henüz bir şey yazıp gelmedi Gülhan Ömer Uysal ama sözünü mutlaka tutan bir hanım O. Göreceksiniz, yazacak.

            Ve yazar yazmaz, O’nun öyküsünü de paylaşacağım sizinle.

            Bu üç güzel ve yetenekli hanımdan ilk sırayı kim kapacak, bakalım!

 

                                                                                        Hüseyin Erkan

                                                                       huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..