Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Şubat '13

 
Kategori
Öykü
 

Dünya Öykü Günü için: Beyaz Reis

Dünya Öykü Günü için: Beyaz Reis
 

         14 Şubat dünya öykü günü. Öyküye gönül verenler için anlamlı bir gün. Biraz gecikmeli de olsa bu günü kutlamak adına bir hikayemi paylaşmak istiyorum :

"    Patron en zor vazifeyi bana vermişti. Karadeniz’in unutulmuş bir kıyıcığına gidecek, unutulmuş bir balıkçı barınağı bulup röportaj yapmaya çalışacaktım. Bizim yaşlı kurt bildik hikâyeler istemiyordu. Yani klasik balık avı hikâyeleri..’’ Bunları herkes biliyor oğlum ‘’ demişti ‘’ Sen öyle bir şey bul ki hem duyulmadık olsun, hem de sıra dışı. Yoksa dergiye uğrayayım deme. Madem Karadeniz çocuğuyum diye övünürsün, işte sana fırsat. ‘’

            Millet tatil için Antalyalara giderken, biz çantamızı sırtlayarak Karadeniz’e doğru yola çıktık. İlk durağım Samsun’du. Ta Kızılırmak ağzından Vona burnuna kadar bakmadığım yer kalmadı. Ardından Trabzon’a kadar yalı yalı gezip hep sıra dışı hikayeler aradım. Ancak dişe dokunur hiç birşey yoktu. Hepsi o bildik av hikâyeleriydi. Bazıları hüzünlüydü. Sahillerde gözü yaşlı bırakılan sevgilileri hikâye ediyordu. Bazıları da acıklı…. Ekmek parası uğruna denize karışanları anlatıyordu. Ancak benim aradığım başka bir şeydi. Belki de ben imkânsızı, hiç olmayan bir şeyi araştırıyordum.

            O kıyı senin, bu kıyı benim derken Rize yakınlarında küçük bir balıkçı barınağına kadar geldim. Yomra’dan beri birkaç yer gezmiş, bir hayli de yorulmuştum. Şirin bir koyun içindeki bu barınak, bugün son durağımdı. Hatta burada fazla oyalanmayacak, balıkçıların şöyle bir ağzını arayıp yorgun vücudumu Rize’de bir otele atmaya çalışacaktım.

            Bezgin bezgin barınağa doğru inerken, bir grup balıkçı tayfası küçük rıhtımda toplanmış ızgara yapıyordu. Bir yandan da yere serilmiş balık ağlarını elden geçiriyorlardı. Sabahtan beri aç olduğumdan balık ızgara kokusu burnumun direğini sızlatmıştı. ‘’ Belki beni de davet ederler ‘’ ümidiyle selam verip, iskeleden yanaştım yanlarına.

            Akşam akşam gelen bu davetsiz misafiri umduğumun aksine çok iyi karşıladılar. Hatta mis gibi Trabzon ekmeği, salata ve soğanla süslenmiş sofralarına buyur ettiler.

            Birazdan ızgaralar pişmiş, nar gibi kızarmış hamsiler birbiri peşi sıra sofraya dökülmeye başlamıştı. Tayfalarla birlikte hep birden balığa yumulduk.

            Hepsi samimi candan insanlardı. Fazla yaşlı olmamasına rağmen saçları bembeyaz olan birisine reis diyorlardı. Biraz hoş beş, tanışma faslından sonra reise dönerek:

            - İşte böyle reis, dedim, röportaj peşinde Samsun’dan beri geliyorum. Neredeyse uğramadığım kıyı kalmadı ama aradığım şeyi bir türlü bulamadım. Korkarım eli boş döneceğim İstanbul’a.

            Başta bizim beyaz saçlı reis olmak üzere tayfalar manalı manalı gülüştüler. Beyaz Reis:

            - Sen voli nedir bilir misin?

            diye sordu. Volinin ne olduğunu biliyordum ama konuştuklarımızla ne ilgisi vardı anlayamamıştım. Acaba basit bir voli hikâyesi mi anlatacaktı?

            - Biliyorum, dedim, bir tür kıyı balıkçılığı... Neden sordunuz?

            - Evet ama bu voli, senin volin uşağum. Şimdi beni can kulağıyla dinle de, ne demek istediğimi anlayacaksın.

            Reis biraz soluklandıktan sonra anlatmaya başladı:

            - Birkaç sene önceydi. Şu kahrolası trol yüzünden bizim sularımızda balığın nesli tükenmişti. O yıl hangi tekne sefere çıksa eli boş dönüyordu. Evde çoluk çocuk var. Tayfa var, teknenin mazotu var. Baktım olmayacak, Rus karasularına kadar sokularak, Soçi açıklarında avlanmaya başladık. Adamlar bizim gibi değil. Bilinçli avlanıyorlar. Deniz kum gibi balık kaynıyordu. Bir iki derken teknelerimiz balık doldu. Cebimiz para görmeye başladı. Ruslar önceleri bir şey demediler. Yanlışlıkla girdik diyerek paçayı kurtarıyor, ambarlarımız balık dolu geri dönüyorduk. Adamlar baktı ki olacak gibi değil, giderek sertleşmeye başladılar. Hatta bir iki tekneyi alıkoyup Soçi’ye götürdüler. Reislerin çoğunun gözü korkmuştu. Bizim karasulardan dışarı çıkamaz oldular. Ama benim gibi gözü kara birkaç kaptan bana mısın demedi. Rus karasularında avlanmaya devam ediyorduk.

            Bu sırada demli çaylar da gelmişti. Odun ateşinde pişirilen çayın verdiği damak tadı anlatılır gibi değildi. Reis bardağından bir- iki yudum aldıktan sonra devam etti:

            - O gece de Rus karasularına girmiş, kendi malımız gibi avlanıyorduk. Denizi gündüz gibi aydınlatan parlak bir mehtap vardı. Radarla yer tespiti yaptıktan sonra ağımızı denize salmış, iyice dolmasını bekliyorduk. Köprü üstünde oturmuş, keyifle sigara tüttürüyordum. Tayfaların kimisi ağı kolluyor, kimisi de tavşan uykusunda kestiriyordu. Bir ara içim geçmiş uyuyakalmışım. Birden garip bir hışırtıyla silkinip uyandım. Elli metre kadar önümüzde deniz birden girdaplaşıp, dalgalanmaya ve garip bir şekilde aydınlanmaya başlamıştı. Daha ne oluyor demeye kalmadan derya birden ikiye ayrıldı ve simsiyah kocaman bir heyüla müthiş bir gürültüyle yüzeye çıktı ve doğruca üzerimize gelmeye başladı. Oturduğum yerde kaskatı kesilmiş, öylece kalakalmıştım. Ne bir şey yapabiliyor, ne de tayfalara seslenebiliyordum. Neyse uzatmayayım, üzerimize gelen o şey, yani denizaltı gemisi; son anda dümen kırıp biraz uzağımızda stop etti. Askerliğimi bahriyede yapmıştım. Denizaltı gemisi de görmüştüm ama bu gemi anlatılır gibi değildi. Kocaman bir gövdesi vardı. Ortasındaki periskop kulesi üç katlı bir ev yüksekliğindeydi.

            Derken kulede birkaç adam belirdi. Aynı anda da üzerimize huzmelenen projektör ışıklarının şaşkınlığını yaşıyorduk. O sırada aklımdan o kadar çok şey geçiyordu ki. ‘’ Acaba ateş mi edeceklerdi? Yoksa torpilleyecekler miydi bizi?  Belki de tutuklayıp denizaltı gemisine götürürlerdi? ‘’ Çok şükür ki, bunların hiç biri olmadı. Megafonla seslenen biri bozuk aksanlı Türkçesiyle:

            - Sovyet karasularına girmiş bulunuyorsunuz, diye gürledi.

            - Beş dakika içinde burayı derhal terkedip karasularınıza dönün. Yoksa ateş  açacağız !

            Adam konuşmasını bitirir bitirmez, köprüye koşup motorlara tam gaz yol verdim. Aynı anda da tayfalar müthiş bir koşuşturma içindeydi. Kimisi ağın geri kalanını tekneye çekiyor, kimisi içindeki balıkları boşaltıyor, kimisi de ne olur olmaz diye filikayı hazırlamaya çalışıyordu. Bu cansiperane uğraşıları sonuç vermiş, ağın büyük bölümü kurtarılmıştı. Geri kalanı ise denizaltı tarafından parçalanmış, içindeki balıklarla birlikte denize yayılmıştı.

            Denizaltı uzun bir süre kara bir hayalet gibi takip etti bizi. Neden sonra artık geri dönmeyeceğimize kanaat getirmiş olacaklar ki birden geri dönüp kayıplara karıştı. Herhalde tekrar geldiği yere dönmüş, denizin içinde kaybolup gitmişti.

            Tehlike geçmesine rağmen Türk karasularına kadar tam yol devam ettik. Ay ışığı altında kendi kıyılarımız görünür görünmez motoru durdurarak hasar tesbitine başladık.

            Çok şükür, teknemizde bir şey yoktu. Ancak yeni aldığımız o güzelim balık ağları mahvolmuştu. Ambarlarımız gene balıkla dolmuştu ama hepsini satsak ağın geri kalanına yetmeyecekti.

            Her neyse, gelen mala gelsin diyerek Rize’ye doğru dümen kırdık. Küpeşteye dayanmış, bir yorgunluk sigarası içerken yanımdan geçen her tayfa dikkatle yüzüme bakıyor, sonra da şaşkın bir halde uzaklaşıyordu. Sonunda dayanamadım. Son gelene:

            - Ne var ula ?

            diye çıkıştım.

            - Hortlak mı gördün? Ne bakıyorsun?

            Bu tayfa hepsinden cesaretli çıktı:

            - Reis saçların…

            diye konuştu.

            - Ne var saçlarımda ula?

            - Bembeyaz olmuş reis. Kar yağmış sanki.

            Kısa bir şaşkınlık geçirdikten sonra koşar adım kaptan köşküne girdim. Duvardaki aynaya bakınca tüylerim diken diken oldu. Evet, o güzelim siyah saçlarım bembeyaz olmuştu. Tıpkı tayfanın dediği gibi. Kar yağmıştı saçlarıma sanki. Bir süre deli gibi kaptan köşkünü arşınlayıp durdum. Anlatılmaz bir panik içindeydim. Arkadaşlar da halimi görmüştü. Hepsi baş üstünde toplanmıştı. Beni teselli etmek istiyorlar ama yukarı çıkmaya cesaret edemiyorlardı.

            Biraz sakinleşince köşkten dışarı çıktım. Hala aşağıda bekleşen tayfalara:

            - Tamam uşaklar. Sıkıntı yok.. Boyatırız, olur biter,

            diye seslendim.  Herkes birer ikişer yerlerine giderken, bir sigara daha yakıp kuzey yönüne doğru hınçla baktım. Biliyorum, oralarda bir yerdeydi. Denizin dibinde saklanmış, acı sürprizler yaşatmak için yeni avlar arıyordu.

            Karaya çıkınca ilk işim bir berbere gidip saçlarımı boyatmak oldu. Ancak zamanla yeni saç rengime alıştım. Herkes beni böyle tanıyor artık. Adımı da Beyaz Reis koydular.

            Reisin hikâyesi burada bitmişti. Bir süre mangaldaki kömür ateşine takıldı gözlerimiz. Diyecek bir şey bulamadık. Neden sonra:

            - Sağol Reis. Gerçekten çok müthiş bir hikâye. Bu kadar aradığıma değdi doğrusu. Eğer müsaade edersen yayınlayabilir miyiz?

            Beyaz Reis hiç itiraz etmedi:

            - Bence hiç mahzuru yok. Resim de çekebilirsin.

            İyi ki hatırlatmıştı. Hemen yerimden fırlayıp bir sürü fotoğraf çektim. Beyaz Reis, tayfalar, balık ağları, tekne, rıhtım, mangaldaki sönen ateş ve diğerleri… "

                 ………….

 

            Reis akşam bir yere bırakmadı beni. Geç saatlere kadar barınakta oturduk. Bir sürü balıkçı hikâyesi dinledik. Ay ışığında, kemençeye uyup horon ettik. Yukarıdaki çay bahçesine çıkarak, dalgaların boğuk uğultusunda demli çaylarımızı yudumladık.

            Ertesi gün uçak bileti almak için erkenden şehre dolu yola çıktım. Beyaz Reis bizzat yola koydu beni. Kendi eliyle minibüse bindirdi. Elveda Beyaz Reis… Seni ve o güzel hikâyeni hiçbir zaman unutmayacağım.

           

 

 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..