Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Eylül '14

 
Kategori
Tarih
 

Dünyanın en tuhaf mahlûku...

Dünyanın en tuhaf mahlûku...
 

“Koyun gibisin kardeşim

gocuklu celep kaldırınca sopasını

sürüye katılıverirsin hemen

 ve âdeta mağrur koşarsın salhaneye.”

N. Hikmet

 

 

Yaratılmışların en akıllısı insan mıdır?

Herhalde öyledir! Var mı ondan daha zeki, daha akıllı bir canlı?

Öyle olmasaydı, kendisinden onca büyük cüsseli, onca hızlı koşan, onca öldürücü silahlarla donatılmış canlılarla nasıl başa çıkabilirdi ki?

Gerçekten de boğanın ki gibi boynuzumuz da yok, aslanın ki gibi pençemiz de… At gibi koşamayız, kartal gibi uçamayız. Elimizde silahımız yoksa timsahla da başa çıkamayız, köpek balığı ile de…

Dahası ayı da hakkımızdan gelir bizim, kurt da, yılan da…

Özellikle etobur olan yırtıcı hayvanlara karşı yaratılıştan yeterli gücümüz olmadığı için, aklımızı kullanmak mecburiyetinde kalmışız. O sayede âlet yapıp âlet kullanarak soyumuzu devam ettirebilmişiz. Ve “Dünyanın en zeki, en akıllı yaratığı  insandır!” diye övünmüşüz.

Evet, deneye deneye zekâmızı öylesine kullanmayı öğrenmişiz ki, boynuz ve pençeden daha etkili kılıç, tabanca, tüfek yapmışız. Attan daha hızlı araba, kartaldan daha hızlı uçak, timsahtan daha güçlü gemi, köpekbalığından daha hızlı denizaltılar icat etmişiz.

Böylece karada, denizde, havada yırtıcı hayvanlardan bir korkumuz kalmamış. Kendimizi rahatça koruyabildiğimiz gibi, istediğimiz hayvanı da kolayca avlayıp karnımızı doyurmuşuz. Yani ki, “yırtıcı”dediklerimizden daha yırtıcı, “vahşî” dediklerimizden daha “vahşî bir hayvan” olmuşuz!

Bununla da yetinmemiş; yalnız hayvanlara karşı değil, kendi hemcinslerimize karşı da her türlü kötülüğü, acımasızlığı ve vahşeti yapmaktan geri durmamışız.

Öyle aşırıya kaçmışız ki bu konuda, sonunda bütün aklımızı, fikrimizi, zekâmızı, yeteneğimizi, “Birbirimize nasıl çok zarar verebiliriz, birbirimizi nasıl acımasızca yok edebiliriz?” sorusuna cevap vermek için harcar olmuşuz.

Dünyanın birçok köşesinde pek çok insan açlıktan, susuzluktan, bulaşıcı hastalıklardan, yeterli sağlık hizmeti alamamaktan ölüp giderken, en çok ve en öldürücü silâhlara sahip olmakla övünen ülkeleri “medenî”, “uygar” ya da“çok gelişmiş” gibi sıfatlarla övmüşüz.

Nâzım Hikmet, “Akrep gibisin kardeşim / korkak bir karanlık içindesin akrep gibi” diye başlayan şiirine:”

“Koyun gibisin kardeşim / gocuklu celep kaldırınca sopasını / sürüye katılıverirsin hemen / ve âdeta mağrur koşarsın salhaneye.” dedikten sonra:

“Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani” der ya, yüzde yüz aynı kanıdayım; büyük şairimizle. Gerçekten de, hangi açıdan bakarsak bakalım, “Dünyanın en tuhaf mahlûkuyuz”  biz!

En tuhaf bir özelliğimiz de ne, bilir misiniz? Çoğu zaman, bize en büyük iyiliği yapan en yakınlarımızı bile kıyasıya eleştirdiğimiz halde, nedense kendi yanlışlarımızı, kendi eksiklerimizi, kendi hatalarımızı görmememizdir.

Doğru düşünen hep biziz, yanlış düşünen hep başkası!..  Biz hep vatanı, milleti, toplumu düşünürüz; başkaları hep kendilerini, kendi çıkarlarını!..

Biz uygarız, ilericiyiz, bilimsel düşünürüz; başkaları ilkel, gerici, kopyacı, ezberci!..

Biz hak hukuk gözetiriz; görevimizi yasalara uygun olarak yaparız ama aynı birimde birlikte çalıştığımız arkadaşlar ne hak gözetir, ne hukuk… Biz çalışkanız, onlar tembel!..  Aslında o başarıyı, o zaferi kazanan biziz; başkalarının bu zaferde hiçbir payı yoktur!

İşte en büyük zaafımız bu bizim: “Başarı ve zafer bizim; başarısızlık ve yenilgi başkalarının!..”

Olmaz öyle şey! Başarı da bizimdir; yani hepimizindir; başarısızlık da… Yenilgide de hepimizin az ve çok payı vardır; zaferde de…

Kim ki, başarı ve zaferin tümüne sahip çıkar; normal bir insan değildir o! Hele hele kendisini sütten çıkmış ak kaşık gibi gösterip yenilgi ve başarısızlığın bütün günahını başkalarına yükleyenler!..

“O halde, dünyada normal insan yoktur!” mu diyorsunuz?  Ben, “Yoktur”; demiyorum ama çok azdır. Gerçi,“Suç ve hata samur kürk olmuş da kimse giymemiş” dendiğini ben de bilirim de, binde bir de olsa, suçunu kabul eden, özeleştiri yapabilen, gerçekten olgun ve cesur insanlar da var…

Bana sorarsanız, onlardan biri de, 1914’te, Birinci Dünya Savaşına girerken, Çanakkale’deki  5. Ordu Komutanlığına atanmış olan Alman Süvari Orgenerali Liman von Sanders’tir.

Çanakkale Savaşını kazandığımız sırada, zafer kazanan ordunun komutanı olmasına karşın, Türkiye’de Beş Yıl adlı anılar kitabının hiçbir yerinde, “Bu zaferi ben kazandım.” da demiyor; “Benim sayemde kazanıldı.” da demiyor.

Ya ne diyor?” diye sorarsanız, buyurun:

“Oldukça iyi talim görmüş olan 2. Tümen 10 Mayıs’tan sonra İstanbul’dan geldiği zaman, düşmanı en azından sahilin bu kesiminden uzaklaştırmak için son bir kesin netice alınacak hücum yapmak üzere onu Arıburnu Cephesi’nin arkasına intikal ettirdim. Tümen 18 Mayıs’ı 19 Mayıs’a bağlayan gece büyük bir cesaretle düşman mevzilerinin orta kısmına saldırdı ve birinci hatları aşıp ikincilere kadar ulaşmayı başardı. Fakat İngilizlerin, yakın dövüş vasıtaları ve ihtiyat birlikleri, kesin bir başarı elde edilmesine imkân vermeyecek kadar güçlüydüler. İki tarafın da kayıpları o kadar büyük ki, -bizim kahraman 2.Tümenimiz neredeyse 9000 şehit ve yaralı vermişti- oraya kumanda eden İngiliz generali ölüleri defnetmek için benden kısa bir ateşkes istedi. Bu istek 23 Mayıs için kabul edildi. Bu, Çanakkale seferinde çarpışmaya kısa bir süre için ara verilen tek ateşkestir.”

Biliyorum; diyorsunuz ki şimdi içinizden, “İyi, güzel de; özeleştiri neresinde bu paragrafın?”

Şimdi, o cümlelerde sıra:

“Ayrıca bu hücumun, düşmanı olduğundan daha zayıf olarak değerlendirmemden kaynaklanan bir hatam olduğunu söylemem gerekiyor. Sayıca zayıf olan ve üstelik cephanesini idareli olarak kullanmak zorunda olan topçumuzun yaptığı hazırlık, arzulanan gaye için yeterli olamadı.”

Ne dersiniz? Siz bugüne kadar, herhangi bir politikacımızdan, herhangi bir devlet adamımızdan, paşamızdan, komutanımızdan benzer bir özeleştiri duydunuz mu, dinlediniz mi, okudunuz mu?

Anafartalar, Arıburnu ve Mustafa Kemal için yazdıklarını da bir göz atalım:

Sanders, 7 Ağustos’ta 16. Kolordu Komutanı Mehmet Ali Paşa’ya; ertesi gün, Anafarta Ovası’nda Azmakdere’nin iki yanından gün ağarırken hücuma geçmesi emrini verir.

Paşa, bu emri uygulamaz. 8 Ağustos’ta hücumun yapılmadığını gören Sanders, neden diye hesap sorduğunda, “Askerlerin yorgun olduğu” cevabını alınca, hemen, “O akşam, Anafarta kesimindeki bütünbirliklerin kumandasını, Arıburnu Cephesi’nde en kuzeyde bulunan 19. Tümen Kumandanı Albay Mustafa Kemal Bey’e” verir.

Sanders’ten seçtiğim cümlelerle bitireyim; bu söyleşiyi:

“Mustafa Kemal, sorumluluk almaktan kaçınmayan bir komutandı. 25 Nisan sabahında kendiliğinden 19. Tümen’le kararlı bir şekilde müdahele etmiş, ilerlemekte olan düşmanı sahile kadar geri atmış ve sonra üç aydan fazla bir süre bütün şiddetli hücumlara inatla ve ara vermeksizin başarıyla karşı koyarak, Arıburnu Cephesi’nde bulunmuştu. Azmine kesinlikle güvenebilirdim.”

“Şimdiye kadar üç defa emredilmiş olan Azmakdere’nin iki yanından hücum, 9 Ağustos sabahı O’nun kumandası altında yapıldı ve düşman çeşitli noktalarda sahile kadar atıldı.  Ama Mestantepe ellerinde kaldı. Kaybedilmiş olan 24 saat bir daha telafi edilemedi. Bu zaman zarfında çok büyük İngiliz kuvvetleri karaya çıkarılmıştı.”

“Mustafa Kemal, 10 Ağustos sabahı, şahsen yönettiği şiddetli bir hücumla, (…) Conkbayırı Tepesi’ndeki İngiliz piyadelerini bu tepelerin kuzey yamacında büyük bir miktar geriye atmayı başardı. Böylece, çevreye hâkim masif (tepeler) nihai olarak Türklerin elinde kaldı.” (*)

Zaferin kazanılmasında emeği geçen herkese şükran borçluyuz.

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..