Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Aralık '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Dünyanın göbeğine bakmak

Dünyanın göbeğine bakmak
 

Siz hiç dünyanın göbeğine baktınız mı?

Birkaç sene oluyor. Yaz tatilinde Sicilya’daydık. İklim açısından Türkiye’nin güneyini andırır. Manzaraları da şahanedir. Kamper denen, şu hem oto hem de romörk olan bir arabayla yoldayız. Eşim direksiyondayken, ben arka tarafa geçip salon penceresinden, trende gider gibi manzarayı seyrediyor, ya da arka camın önündeki mutfakta herhangi bir iş hallediyorum.

Bütün İtalya’yı boydan boya katettikten sonra Messina boğazını araba vapuruyla geçip Sicilya’ya vardık. Bütün kıyıları dolaşarak ayni yere döneceğiz. Palermo, Agrigent, Sirakuza derken Katanya’ya geldik. Meşhur Taormina şehri yakınında bir kamp yerine koyduk arabamızı. Tam arkamızda 3323 m ile Etna yükseliyor.

Etna o senenin Mart ayında müthiş bir şekilde kükremiş ve lavlar turistik bir otelin yarısını alıp götürmüştü. Çevredeki tüm köyler de boşaltılmıştı. Biz temmuz ayında oradayız ve hala sönmemiş lavlar olduğu söyleniyor.

Rüya gibi bir yer olan Taormina’yı dolaştık. Kampa döndük. Benim kocam bir maceraperest. Gittiğimiz yerlerde en tehlikeli uçurumların tepesinde dolaşır, harabelere tırmanır. Büyük iştahla Etna’yı süzüyor. Bense biran önce oralardan uzaklaşmak hevesindeyim. Yanımızdaki kamperde bir Alman ailesi var iki oğlan çocuklarıyla. Çocuklar babalarıyla o gün Etna’ya gidip geldiler. Baba büyük heyecanla lavları, külleri anlatıyor. Benimki de konuşma sanatının bütün inceliklerini kullanarak, oralara kadar gelmişken mutlaka Etna’yı görmemiz gerektiğini bana anlatmaya çalışıyor. Çaresiz peki diyorum. Biliyorum, yoksa bu istek hep içinde kalacak ve benim engel olduğumu düşünecek.

Ertesi gün arabamızla Etna’nın eteklerinde sayılan büyük park yerlerine kadar gidiyoruz. 1500 m. yükseklikteyiz. Arabayı bırakıyoruz. Oradan yukarıya turistleri küçük tanka benzer, zincirli askeri araçlarla taşıyorlar. Yolda bu küçük tank birkaç kere devrilir gibi oluyor, çünkü yol diye birşey yok, dar ve engebeli bir keçi yolu gibi birşey. Gidiş on dakika falan sürüyor, indiriyorlar bizi. 2800 metredeyiz. Herkes bir tarafa dağılıyor. Az ileride büyük bir sahayı kaplayan simsiyah bir görünüş ve içinde kor halinde ateşler var. Biraz orada dolaşıyoruz. Korların üstünden zıplayıp, siyah taşlara basmaya çalışarak. Rehberler ayakkabılarımızı ve ayaklarımızı yakmamamız için sürekli ikaz ediyorlar bizi. Bazıları yakındaki iki krateri görmek üzere yola çıkıyor. Yol dedikse, bu bir yamaç ve diz boyu siyah külle örtülü. Yokuş yukarı her adımda batıyor ve geriye kayıyorsunuz. Millet birbirine tutuna tutuna, birbirini ite çeke yürümeye çalışıyor. Çok zahmetli bir yürüyüşten sonra nihayet bir kraterin başına geliyoruz. Şöyle 4-5 metre çapında bir delik bu. Bir lokomotif gibi durup durup gazlar fışkırtıyor. Çevresi insan kaynıyor. Her milletten insan. Bu turist milleti, cehenneme geziler tertiplense, giderler vallahi. Foto makineleri, videolar ile ta krater kenarına kadar gidip, resim çekmeye çalışıyorlar.

Eh biz durur muyuz? Biz de yaklaşıyoruz. Benim sivri akıllı eşim, diğerleri gibi karın üzerinde sürünerek en kenara yaklaşıp aşağıya bakmaya çalışıyor, ben de ceketinin eteklerine yapışmış bir vaziyette onu geri çekiyorum. Yahu şaka değil, bir kayar dengesini kaybederse! Doğru kraterden içeri! Bizimki nihayet birkaç kare resim alıyor ve ısrarlarıma dayanamayıp geri çekiliyor. Sonra soruyor bana. “Sen de bakmak istemiyor musun?” Ben aslında kaçmak istiyorum ama bir insan hayatında birkaç defa, aktif bir kraterin ağzından içeriye bakmak şansına kavuşmaz ki. Biraz tereddüt ettikten sonra tüm cesaretimi topluyorum. Eşime iyice tutunmuş olarak kenara kadar sürünüyorum ve aşağıya bakıyorum. Nefes kesen bir manzara! Ta aşağılarda, ne kadar aşağıda olduğunu tahmin edemiyeceğiniz bir mesafede, güldür güldür bir ateş denizi akıyor. Uğultusu kulaklarınızda ve dumanları burnunuzda. Bir yanardağın ağzından içeriye bakıyorsunuz. Yerimden kıpırdayamadan nefesimi tutarak bir zaman bu müthiş görüntüyü seyrediyorum. Sonra yine korkum üstün geliyor, geri çekiliyorum. Derhal başkaları geçiyor yerime.

Kendime geldikten sonra sevinçle söyleniyorum:” Dünyanın göbeğine baktım! Dünyanın göbeğini gördüm ben!”

Epey bir zaman oralarda oyalandıktan saatin ilerlediğini farkediyoruz. Geri dönmek istiyoruz. Hemen bir araç yok, zaten seferler azalmış o saatte. Birçokları da yürüyorlar aşağıya, park yerine. Benim sivri akıllı eşim de “Haydi yürüyelim.” diyor. Eh, yokuş aşağı daha kolay. Beklersek daha da geç olacak. Basiretim bağlanıyor herhalde. Yürümeye başlıyoruz. İlk metrelerde, yürüyerek, küller içinde kayarak, gülüp bağrışarak gidiyoruz. Yer yer aşağıda ışıkları yanmış şehir, köy ve kasabalar, uçaktan görünür gibi, bir ışık seli halinde ortaya çıkıyorlar. Bir zaman sonra yolu kaybettiğimizi dehşetle farkediyoruz. Nereden gidecektik? Sağdan mı, soldan mı? Hava da kararmaya başlıyor. Bende panik. Eşim beni yatıştırmaya çalışıyor. Az sonra karanlıklar içinde, sadece birkaç metreyi aydınlatan el fenerlerimizle, sadece ikimiz, Etna ile başbaşayız. Korkudan içimden çığlıklar atıyorum. Benimki de panikte ama bana belli etmemeye çalışıyor. Derken birden öksürmeye başlıyoruz. Kükürt gazlarının doldurduğu çukur bir alana geldik herhalde. Hava yanık kokuyor..El fenerleri koyu bir sis aydınlatıyor çevremizde. Eşarbımızla, gömleğimizle ağzımıza maske yapmaya çalışıyoruz.. Fenerlerle deli gibi çıkış yolu arıyoruz. İyi diyorum içimden. Demek ki kaderimizde, Etna’nın tepesinde zehirli gazdan boğulmak varmış. Buraya kadarmış. Elveda dünya! Elveda sevdiklerim!

El fenerlerinin aydınlattığı ışık huzmeleri içinde can havliyle önümüzü görmeye çalışırken, birden arkamızdan gelen sesler duyuyoruz. Çok şükür, başka insanlar! Bizim gibi yollarını kaybetmiş bir grup Fransız. Eh buralarda ölürsek de, yalnız ölmeyeceğiz hiç değilse. Birlikte kaybolmaya devam ediyoruz.

Bir yandan öksürürken, bir yandan telaş içinde yuvarlanır gibi yürümeye devam ediyoruz.

Bir zaman sonra bir yokuş tırmanıp birden bir açıklığa geliyoruz. Gazlar yokoluyor. Solunum kolaylaşıyor, görüş açılıyor. Ve... Ta aşağıda park yerinin ışıkları bize göz kırpıyor. Kurtulduk!

Bütün yorgunluğumuza rağmen koşar adımlarla park yerine inen mesafeyi geçiyoruz. Arabaların yanına vardığımızda, hala inanamıyorum kurtulduğumuza. Neredeyse kendimi yere atıp toprağı ya da bizim kamperi şapur şupur öpeceğim.

Benimki cool takılıyor. “Ben sana demedim mi?” havalarında.

“Bir daha” diyorum ona “bir yanardağın yanından bile geçmem, bunu bilesin!”

Ama için için seviniyorum. Dünyanın göbeğini gördüm ben!

 
Toplam blog
: 165
: 1414
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Uzun yıllardır yurt dışında yaşıyor. İsviçre'de Adalet Bakanlığı'ndaki mesleği yanında tiyatro ya..