Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Mart '08

 
Kategori
Sosyoloji
 

Durum bumu dur? Budur!

Durum bumu dur? Budur!
 

Adaletin yansızlığını simgelemekte kullanılan bu göz bağı biz de gerçek olamadı ne yazık


Dilimizde güzel deyimlerden biridir “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” egoizmi, kendi dışındaki dünyayı dikkate almamanın en güzel ifadesidir bu deyim. Bu deyimi dillendirenlere göre ucu kendilerine dokunmadıkça kime ne olduğunun hiçbir önemi yok. Bu duyguya psikolojide Narsizm denir yani kendini aşırı önemseme, kendini merkeze koyma. Bu tür düşünenlere göre dünya kendi çevrelerinde döner.

AKP’nin de Cumhurbaşkanlığı seçiminden bu yana sergilediği performansı bu biçimde özetlemek mümkün. O dönemden bu yana reformcu olma özelliğini yararcılık ve mutlak iktidar adına bir kenara atan AKP en önemli destek halkasını yitirmeye başladı. Ardındaki uluslar arası destek özellikle de AB desteği artık eskisi kadar güçlü değildi. Seçimleri bir hatırlayın AKP'nin en önemli vaadi yeni bir anayasa ve bu anayasa etrafında temel hak ve özgürlüklerde gelişmiş demokrasilerin ulaştığı norma ulaşmak vaad ediliyordu. Ama AKP İktidar şımarıklığına girişerek demokraside çıtayı yükseltmek yerine MHP'nin ve Milliyetçilerin kuyruğuna takıldı. Dolaysıyla AKP'ye açılan bu dava DTP konusunda fırsatçı davranan AKP'ye özgürlüklerin bir gün kendisine de gerekli olabileceğini göstermek bakımından ders olur umarım. Gerçi hâlâ milliyetçilikte el yükselten Başbakanla bu olur mu çok şüpheli ya.

Lakin bu olgu AKP'ye açılan davanın siyaset açısından meşruluğunun sorgulanmasını değiştirmez. Şu anki dava sürecinin hukuk boyutundan çok bizdeki hukuk mantığının özgürlüklerin değil otoritenin yolunu açma noktasında olduğu daha önemli kanımca..Gelin hukuk olgusu ile ilgili kısa bir yolculuğa çıkıp sonrada hukukun siyasallaşması olgusunu tartışalım.

Kapayın gözlerinizi yaklaşık 5 bin yıl öncesine gidiyoruz. Sümer diyarındayız, Uruk şehrinde. Ama durun biraz daha geriye gidelim. Henüz uygarlık denen şey olmadan evvelki zamanlara. Tarımın henüz bahçecilik düzeyinde olduğu bundan dolayı da fazla üretme kapasitesinin devlet diye siyasal bürokratik bir yapıyı taşıyabilecek güçte olmadığı zamanlar. Şimdi biraz ileriye alalım büyük baş hayvanlar evcilleştirilmiş, bahçe tarımından sabanlı tarla tarımına geçilmiş. Neolitik köy artık kasaba olacak kadar büyümüş. Tarım bürokrasi denen şeyi besleyebilecek kadar artı üretebiliyor. Artıyla birlikte seçkin aileler ki en başta şef ve ailesi de -ki şefte başrahiptir-zenginleşmeye başlamış dolayısıyla lüks mallar dâhil bayağı bir ticaret ve bu kapsamda ekonomi denen şey oluşmuş. Oluşan bu ticareti ve gün geçtikçe karmaşıklaşan ticareti koordine edecek bir yapı gerek. İşte o yapının adı Devlet.[1]

Devlet kente taşınınca, daha doğrusu kentle eş zamanlı olarak doğunca, karmaşıklaşan ve tabakalaşan toplum için artık köyde geçerli olan gelenekler ve toplumsal denetim de yeterli gelmiyor. Çünkü kent hem iş bölümü nedeni ile karmaşık bir ekonomiye hem de kozmopolit ve kalabalık bir nüfusa sahip. İşte kent ve devlet için bir kurallar manzumesi olarak hukukta bu gereksinmeden doğdu.

Ancak hukuk konusunda İtalyan Siyaset Felsefecisi Agamben’in bir tanımı vardır İstisna. Egemen der Agamben istisnayı söyleyen kişidir yani hukukun geçerli olmayacağı, ya da olağanüstülük hukuku gibi hukuk olup olmadığı tartışmaya açık bir kurallar manzumesinin artık geçerli olmayacağı bir konumu. Çünkü egemen hem hukuku yapan kişidir, hem de o hukukla kendini meşrulaştıran. Ancak egemen hukukun hem içindedir hem de dışında. Çünkü egemen hukukun kaynağıdır ve hukuku o askıya alabilir, diğer yandan işlemleri hukuk içinde tanımlanmıştır bu da onun hukuk içi görünmesine yol açar.

Yine Cemal Bali Akal Yasa ve Kılıçta Modern Devlete kadar yasayı söyleyenle (ya da yapanla) onu uygulayan arasında kesin ayrımlar var der. Ancak bu her halükarda böyle değildir. Egemenlik savaş ve silah işin içine girinceye kadar gerçekten de bu güçler ayrımına dayanmaktaydı. Sümer Uruk devleti ilk dönemlerinde rahipler tarafından yönetilirdi yasaları söyleyen rahipler, uygulayan ise onların atadığı memurlardı (bürokrasi meselesine uzun uzadıya girmeyeyim) ancak ne zamanki Ur ile Lagaş arasında (ki bunlar daha sonra Sami Akad ile Asyalı olduğu düşünülen Sümer gibi iki rakip medeniyetin kentleri olacaktı) su nedeni ile çatışma çıktı o zaman işler değişti. Önceleri diğer memurlar gibi bir memur olan savaş şefi zaman içinde elindeki silahlı güç sayesinde İktidarın tartışmasız tek gücü haline geldi. Ama korktuğu güç meşrulaştırıcı güç olan dindi. O gündür bugündür egemenler dinin seferber edici gücünden ürktüğünden onu devlet denetimi altında tutmaya, ya da batıda olduğu gibi sekülerizmle etkisini azaltmaya çabaladı

Bu tarihi verme nedenim şu, aslında 5-6 bin yıldır siyaset sahnesinde fazla bir değişiklik yok. Demokrasi denen şeyin ne kadar demokrasi olduğu kaynak ülkeler babında bile tartışmaya açık bir şey.

Çünkü hukuk başından beri hep güçlünün damgasını taşıdı, kanunları yapan (ki hukukla kanunlar fena halde özdeş sayılabiliyor, çünkü hukuk devleti denince bizde anlaşılan kanun devleti oluyor) hep güçlüler oldu. Ve egemenin daima korktuğu zihin yönlendirenler oldu ( bu eskiden dindi, günümüz endüstri toplumlarında medya) o nedenle de egemenler blogu (yani asker, sermaye eskinin tüccarları ve aristokratları ve bürokrasi) için hukuk daima istisnadır. Yani hukuku yapan da uygulatan da o olduğundan hukuka ne zaman ve ne miktarda ara vereceğini, kime uygulanıp kime uygulanmayacağını saptayan da o olmuştur. Şimdi DİSK’inde içinde bulunduğu kimi çevrelerin bu süreç bir hukuk sürecidir hukuka müdahale etmeyelim, hukukun üstünlüğü zedelenir gibi aslında açıktan değil ama sanki çaktırmıyormuş gibi yaparak alenen hukukdışılığı savunanlar bu yorumlarıma ayaklanıp çok indirgeyici ve basitleştirici diyecektirdirler. Ama bunu demeden önce lütfen bir darbeleri, sıkıyönetimleri, olağanüstü halleri, olağanüstü rejim mahkemelerini bir hatırlayın. Dün sizi çiğneyen olağanüstü dönem hukuku size uygulandığında canhıraş bağıran sizler şimdi AKP sırf sizin işinize gelmiyor diye aslında hukukdışılığı meşrulaştırmış oluyorsunuz.

İmdi sevgili Hatice Hukuk Devleti dediğimizde bundan anladığımız şey Hukukun yegâne güç olduğu ve hukukun ayrımsız herkese uygulanacağıdır değil mi peki o zaman Şemdinli neyin nesiydi. Bu ülkede yargının birilerine hiç dokunmazken (mesela darbe hukukunu savunan Danıştay hâkimi Tansel Çölaşan başka bir yerde olsa meslekten ihraç edilirdi) birilerine fena halde dokunduğu bir gerçek değimlidir. Diyebilirim ki biz olağan hali hiç yaşamadık. Sistem kendi kırmızıçizgileri aşıldığı anda hukuka uygun ya da değil olağanüstü hal biçimine geçmedi mi. Peki hal böyleyken ben nasıl hukukun üstünlüğüne inanayım. Ben nasıl kanun önünde herkes eşittir sözünü dikkate alayım. Çünkü kanunlar baklava çalanı sürüm süründürürken, banka soyanları pek de cezalandırmıyor. Kanunlar hukuk dışı uygulamalarda bulunan eğer güçlülerdense onu korurken, aynı kanunlar güçlüler safında olmayanları hiç affetmiyor, gazete kupürü gibi uydurmasyon[2] Ecevitler dönemimden beri idare mahkemelerince, hatta pek çok yargı kararı ile Bergama altın madeni kapatılsın dendiği halde hükümetlerin takmadığı bilindiği halde bugüne dek (bildiğimce yargı kararlarına uymamak suçtur) hangi iktidar partisine bundan dolayı bırak kapatmayı para cezası dahi kesilmediği halde sırdan bir vatandaş yargı kararın takmadığında kendini içerde buluyorsa orada hukuk devletinden söz edilebilir mi. Yani hukuk teoride de pratikte de egemenler için İstisna.

Hal böyleyken bizde 28 Şubat döneminde Askerin karşısında TAK-ŞAK konumunda olan yargı mensuplarının salt hukuki kaygılar ile hareket ettiğine inanmamız nasıl beklenir.

Kısaca bu ülkede hukuk fena halde siyasal. Hukuk devletin resmi ideolojisi ekseninde birilerini kollar ve korurken birilerine de arka çıkıyor. O zaman ben bu hukuka hukuk değil de guguk der ve bayağı çite bile değil standart dışı standartlar içinde olduğunu söylersem hata mı yaparım. Yoksa suç mu işlerim.

Hukukla ilgili son olarak teorik bir başka saptama yapayım. Carl Schmitt -yukarıda sözünü ettiğim egemen istisnayı söyleyendir sözü de aslında de ona ait-siyasetin dost ve düşmanı saptamak maksadı ile yapıldığını söylüyor. Çünkü onun için önem taşıyan tek güç liberalizmin tehdidinde olan devlettir. Bu anlamda siyasal, rakiplerinizi usta manevralar ile alt etmek için uygulayacağınız altını oyma taktikleri (buna en güzel örnek Obama-Clinton mücadelesidir, taraflar fena halde belden aşağı vurup karşıdakini siyasal açıdan etkisiz kılma çabasında) ile alt etmeye çalışmak değil, onu düşman ilan edip varlığını ortadan kaldırma hamlesidir. İşte Türkiye’de devlet seçkinleri için siyaset budur ve hukukta bu savaşta düşmanı yok etmek, alt etmek, sindirmek için başvurulan etkili bir silahtır.

Çünkü Türkiye de Cumhuriyet Olağanüstü Koşullarda kuruduğundan İstisnanın olağanlaştığı bir rejim biçimine dayanır.

Dolayısıyla hukukçuların mesleki kaygılarını ve bağlılığını anlamakla birlikte hukuk konusundaki gerçekleri de es geçemeyiz. Bu anlamda hukuk diyenlerin bir kısmının hukuk algısını ziyadesi ile naif bulduğumu ifade etmek durumundayım.

DEMOKRASİ HİÇE SAYILIYOR

Şimdi gelelim demokrasi meselesine, öncelikle evet demokrasi çoğunluğun fütursuz egemenliği değildir, evet seçilmişlerin seçilmiş krallara dönüşmesi değildir. Ama Demokrasi çoğunluğu hiç mesabesine indirgemek de değildir. Tersine demokrasi temsili mekanizmalar ile yapılan bir yarıştır. Siyasal Partiler en azından teorik olarak toplumdaki farklı çıkar gruplarının siyasal alana taşınarak onların hayat bulması savaşıdır. Demokratik bir devlette en azından zevahiri kurtarmak için bile olsa toplumdaki farklı sınıfların talepleri siyasal alanda karşılık bulur. Anayasa da bunun somutlaşmış halidir.

Peki, şimdi Türkiye de Anayasa böyle midir? Hepimiz biliyoruz ki böyle değildir. Devlete, bürokrasiye olağanüstü yetkiler veren hakların kullanımına fena halde kısıtlamalar getiren, örgütlenme özgürlüğünü, ifade özgürlüğünü yok eden bir konumda. Dahası mevcut seçim sistemi, siyasal partiler yasası demokrasi denen şeyin temsili niteliğini bile hiçe sayan yanlar içeriyor.

Mevcut siyasal sistem çoğunluk iktidarını ve tekin egemenliğine kapı aralayan siyasal alanı çoğunlukçu İktidar ile görece çoğunlukla oluşmuş bir muhalefet partisi ve zayıf bir üçüncü muhalefet partisinden oluşmuş 2, 5’luk bir partiler demokrasisi oluşturuyor. Sistem tek parti iktidarı istiyor (çünkü koalisyon pazarlıklarıyla zaman kaybedilmek istenmiyor) ve karşılarında da bir tek parti iktidarı var. Ama sistem tüm bunları yaparken hesabı “liberal” sağ partiler ile “sosyal demokrat” bir iktidarı hesaplıyordu. Lakin hesap bozuldu ve solun ezilerek boşalttığı alanlar adım adım İslamcılarca fethedildi. Ve ortada ekonomik olarak liberal siyasal olarak ise dini muhafazakâr, yer yer milliyetçiliğe de göz kırpan bir iktidar çıktı. Şimdi bu parti sistemin öngördüğü batılı yaşam biçiminden adım adım uzaklaşarak muhafazakâr bir toplumsal yaşama geçiyor.

İyi ama bu yolu zaten Kemalistler yani sistemin kurucu unsurları döşedi. Ama öngörülenler tutmayıp ta hesapta olmayan AKP eze eze gelince de sistem düdük çalıp maçı tatil ediyor ve galibi hükmen mağlup etmeye çalışıyor

Dolayısıyla hukuk diyenler eğer kötü niyetli değilseler gerçekten de çarenin olağanüstü rejimlerden, hukuk adı altında guguktan medet ummak olmadığını da söylemek durumundadırlar.

Doğru olan AKP neden başarılı olduya kafa yorup biz nasıl yaparız da halkı kazanırıza kafa yormak olmalı. Bence kapatılması gereken bir parti varsa siyasi parti değil bürokratik bir devlet dairesine dönüşmüş CHP’dir. Çünkü sürekli maçta gol yiyip yenildikçe federasyona başvurup “rakibimi hükmen mağlup kılın ben tek kale maç yapayım” diyor. Sistemin yaptığı şeyin adı bu.

Diyelim ki AKP kapatıldı, yerine kurulacak ZKP şimdikinden daha güçlü bir parti ile gelip Anayasayı değiştirip yargıyı etkisiz kılınca ne yapılacak.

Kusura bakmayın ama siz hukukçuların kural dışılığı bu kadar benimsemesini ve otoriteryen kodları meşrulaştırmak için bu kadar hukuk lafzını etmesi Yasaların Ruhu yazarı Monteskiyöye ihanet anlamına geliyor. Lütfen kanun egemenliğini değil Adalet olarak hukukun egemenliğini savunalım.

Ayrıca Yargıtay savcısının gazete kupürleri ile dava açması bir yana, dava nedeni madem türban ve laiklik karşıtlığında odak olmak, o zaman MHP’ye de kapatma davası açılması gerekmezmiydi. O zaman en azından maçı tatil etmekte eşitlikçiler derdim. Ama bu bile yok. Hukuk adına adalet cinayetleri işleniyor ve siz hukukçular bu cinayete alkış tutuyorsunuz.

Diyeceğimi öz cümleyle anlatırsam bu halkı değiştirmediğimiz sürece rejim krizi hep yaşanacak. Çare olağandışı uygulama değil çare halkı kazanmak yani AKP’nin yaptığını yapıp madunlara beğensek de beğenmesek de ilgi göstermek. Bunun içinse fildişi kulemizden inip dünyayı değiştirmeye soyunmak gerek.

Laiklik, Cumhuriyet, bunların Türkiye şartları içinde yaşadığı anlam değişimi, hayat tarzlarının siyasallaşması gibi konulara girmedim bile. Üstün ilan edilen batıyı sorunlaştırmadım. Temsili parlamenter demokrasi ve siyasetin değişen anlamı, kamusal alan girmediğim başka konular. Oysaki yaşadığımız olgu tamamı ile bunlarla ilişkili. Onlara da başka bir yazıda değiniriz artık.



? Bu başlığı Nil Kara İbrahimgil’in Modern Dünyada Aşk isimli şarkısından aldım.

[1] Marcella Frangipane, Yakındoğu’da Devletin Doğuşu

[2] Vural Savaş Alman Anayasasından örnekler vererek Almanya’da da bir partinin gizli gündeminin bu şekilde anlaşıldığını belirtiyor. Tabi Savaş gerçekleri örtmüş oluyor. Çünkü söz konusu olan metinde delil olabilcek yazı, haber vb malzeme olarak açıkça parti yayın organları gibi resmi organlarda çıkan yazılardan söz ediyor ve o yazılarda dahi parti yöneticileri, yetkilileri gibi sorumluları arıyor. Yoksa rasgele gazete haberleri değil.

 
Toplam blog
: 44
: 809
Kayıt tarihi
: 06.06.07
 
 

Sosyoloji ile ilgili olarak Birikim, Üç Ekoloji, Birgün Gazatesinde çeşitli yazılarım çıktı. Ayrı..