Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Hakan Karaduman (Akdenizli)

http://blog.milliyet.com.tr/akdenizli

15 Mart '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Düş..(5)

Düş..(5)
 

Tüm evrenin kendi çevresinde döndüğüne inanarak yaşadılar ve öldüler; öleceklere...

Topuklarını yerden kaldırıp, parmak uçlarında sıçradığı an, göz kapaklarının açılıp kapandığı kadardı. Mavi gezegene vardığında ilk saçları değdi atmosfer denizinin dalgalarına. İncecik zerrecikler halindeydi atmosferin ilk yüzeyi. En cesurları orada yüzerlerdi, okşarken, "hiçlik" ve "soğuk" tenlerini; en üste olmanın bazen keyfi, çoğu zaman merakıydı geçen günlerde yaşadıkları. Dalgalanırken, altında esen fırtınalar ayaklarını okşardı. En üste olmak, maviden en uzak olmaktı. İlk saçları değdi küçük ışığın, yaşamın renklerine. Tüm bedenini yuttuğunda deniz, kıyıda toplananlara hedefledi yüreğini. "Gemiler" dedi yeşildağ, "kaybolduysalar evren denizinde? Hiçbir zaman ulaşmadıysa kitabemiz.?"

Kentin karanlık yüzünü sorgu masasına oturtmuş gibi davranmak istemezdi güneş. Yarım gözle bakar olmuştu koca yaşlı şehire. Eski bir arabaya yeni boyalarla fazla yolcularını yüklemiş gibiydi şehir. Daha çeyrek zaman önce yeni ve parlak bir "eskiyken", eskiyen ve zorlanan "kavlayacak boyalarla" üzerine yüklendiler. Toprak ve üzerindeki yeşil kürkü, betonların tecavüzlerinin sabahlarında, yorgun ayraçlarında; kaçamayan, ağlamayı unutan, köle pazarında en büyük paralara satıldıklarını duydular. Boğaz, her güneşli günde o tepelere bakardı. Yunuslar gemilerin arasında saklambaç oynarken, arada sırada minicik o toprağa bakarlardı. Orası için kum saati akmaya başlamıştı bile. "Öte git", diye, diye açılmış yorganların soğuk sabahlarına uyanmamak için şehirdekiler, birbirlerini yediler.

"Acımasızlık" yeniden yazılacaktı. "Eski, namuslu acımasıza" tecavvüz ederleken akanlar şehre, yeni "kalleş acımasızlıklarını" da yeniden gözden geçirdiler. Hiçbirşey samimi değildi apartman duvarlarının çimentosunda. Nereye yürürdü onca insan, neyi isterdi sormadan?

Eskiyen şehrin tüm sokakları büyük geminin hesaplanan buzdağına çarpacağı ana kadar üstüste yükseldi, yükseldi. Herşey kısaldı: Önce şiirler, sonra yazılar, sonra kelimeler, ardından cümleler.

Çözüm buldu şehir: "Ne yaşarsan yaşa, kendinde kalsın".

"Umurunda olmayacak kimsenin" zavallılığıyla yaşa. "Sadece nefes al, konulanı ye ve yaşa."

Kısa birlikteliklerin çocuklarıydı kuşatmanın neferleri. Kısacık anları olacaktı şanslı olanların. Daha fazla üreyenler haklı çıkmıştı. Daha fazla üretenler hep azaldılar. Hep daha fazla üreyenler belirledi; "onların istediklerini bilir edasıyla" şölenler hazırlandı; aynı içi boş, boşlarla dolduruldu zamanın içi. Beklenenler dalga dalga silahlarıyla geldiler. İğrenç korkularına ahlak elbisesi giydirip kentin yüzüne kara kalemlerle sürme çektiler. Biçimsiz, tanımsız, ne olduğu anlaşılmayan , çoğu zaman kendilerinin dahi anlamadığı gudubet bir yüz çıktı ortaya. Kısa temasın çocukları, kenti, kokularındaki derin bulantılarıyla buyur ettiler yataklarına. Sırtlarına vurulan birkaç ilkel yumruktan sonra makineler kurulduğu gibi çalışmaya başladılar. Camdan kalpler anlayamazdı, ne bilsindiler, bilemezdiler...

Şehir gün ve geceyi yeni kahve alışkanlığındaki yapaylıkta tamamlar oldu, kuşatmanın neferlerinin giremediği yerlerde. Öncü paralılar zaten oralardaydılar. "Güzel kahve yapar" diyen kadın, beş dakika ateşte beklemiş "koruk" suda, içine sallanmış iki kaşık kahveye diyordu; "iyi kahve yapar'ı". Oysa kahve dedin mi, bir gün bekleyip, olgunlaşıp, pişecek suda, yavaş yavaş karıştırarak, zamanı ve falları da içine katarak, üstü yaşama ait olmayan saf köpükle olduğun da; bir de, kömürde olursa, iyi kahve olurdu.

Sahte! Sahte şehrin sahte övgüleri ve sözleri. "Güzel kahve yapar" alıntı olmalı, bu denli sahte olmayı beceremezler halbuki. Alıntı, evet, alıntı olmalı. Hele makineden süzülenleri varken.

***

Alışveriş merkezlerinde karın ağrısı kalabalıklar, onca kalabalıkların arasında yürüdü durdu adam. Madem geçiyor zaman, burada, neon ışıklarının altından akıp gitsin. Oturduğu kafede ayaklarını akan kirli zamana paçasını bile sıyırmadan uzattı. Şehirdeki zaman suyu ne sıcak, ne soğuk, nede ılıktı. Ten ısısındaydı; ürkmesindi, ürpermesindi derdi şehrin yeni yüzünün. Dışarıda yeşile boyanmış Ay, geceyi beklerken son provalardaydı. Ne bilsindi, geceleri görebildiğinden, ne bilsindi, zaten ondan hep gizlendiğinden, zaten o da bu yüzden, saf kalmıştı.

"Utanarak bakamayacağım günlere doğmam yakındır" dedi güneş. Hem de çok yakın...

Küçük ışık, tüm bunlardan habersiz elindeki mektupla yaklaştığında yanlarına, güneş, ay, yeşildağ, insan, ayışığıgöl, toprak ve deniz, güneşin söylenmeye benzer sözlerini dikkat kesilip dinliyolardı.

Küçük ışık, güneşi ayna yapıp gelmişti. Zaman, ucu ucuna denk gelmek adına sabır saatini çalıştırdı. Ürettiğini sanıp zamanı tüm oburluklarıyla tüketenler, nedense ucu ucuna yaşadıklarının hiçbirzaman farkında olmayacaklardı. . Öncelik sıralarındaki ilkler, onları yiyip tüketen alışkanlıklar, kötü kahveler-emeksiz, uykuya satılmış köhne zamanlar dışında koca bir hiç olacağından, korkuların ördüğü ahlak duvarlarına çarpan su damlaları gibi, ümitsiz ve çaresiz olma ayrıcalığını bile yaşamayacaklarından, "bir önemi yok aslında" diye düşündü küçük ışık: "Ne gerek varki onca uğraşa? Kendi çanaklarında yok olma şansları varken…"

Devam edeceğim…

Resim: Aivazovsky
 
Toplam blog
: 470
: 551
Kayıt tarihi
: 28.08.06
 
 

Ateşten denizleri mumdan gemilerle geçmeye" benzer hayatımız. Mutlaka mavi gökyüzü görünecektir. Gid..