Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Kasım '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Düş ağrısı

Düş ağrısı
 

Aynur'a,

Yaşı ilerledikce daha az düş kurmaya başlıyor insan. Düş kurmak da yaşam enerjisinin bir türevi olsa gerek. Kendimizin farkına varmaya başladığımız dönemlerde en yüksek düzeyde olan bu enerjimiz belli bir yaşta zirveye ulaşıp ondan sonra inişe geçiyor. Zirve ve iniş noktası kişiden kişiye değişiyor elbette. Kimi yirmisinde düş kurmayı bırakırken kimileri zamanla biraz azalsa da ömür boyu bu dünyanın katı gerçeklerinden ayrı bir alemde yaşamayı başarabiliyor. Galiba bilim insanları, sanatçılar ve büyük yazarlar da bu kişiler arasından çıkıyor.

Genç yaşlarda doruğa çıkan düş kurma yetisi ilerleyen dönemlerde boşuna gerilemiyor elbette. Çünkü sadece yaşla ilgili değil, “yaş” kadar “yaşananlar”la da bağlantılı... Hayatı tanımaya başlarken onun içinde nerede olduğumuzu, ne kadar yer kapladığımızı, gücümüzün neleri değiştirip neler karşısında aciz kalacağını bilemeyiz. Bilmemek bir yana gücümüzü abartırız. Daha doğrusu abarttığımızın farkına bile varmayız. Evrenin büyüklüğü karşısında dünyanın küçüklüğünü, tabiatın gücü karşısında da insanın acizliğini anlamamız hayli zaman alır. Aynı şekilde bireyin toplum içinde ne kadar zayıf olduğunu da zamanla kavrarız. Hem zaman alır, hem de çoğu defa ağır darbeler yiye yiye kavrarız bunu.

Genç insan, kendi gücünün sınırlarını belki biraz bilir ama yine de her şeye gücü yeteceğine inanır. Bir yanılsama olduğunu bile bile öyle davranır. On beş yaşlarımdayken kendimi o kadar güçlü hissederdim ki, herkesi döverim, güreş turnuvalarına girsem rahatlıkla şampiyon olurum, devleti bana teslim etseler herkesten iyi yönetirim, ne kadar sınava girsem hepsinden geçerim, bir kütüphaneye girsem bütün kitapları bir çırpıda okurum, hangi kızı sevsem o da beni sever; hiç geçim sıkıntısı çekmem illa bir yolunu bulur para kazanırım diye düşünürdüm. Bazen bu coşkuyla park etmiş arabaların yanından geçerken etrafta kimse yoksa bir tarafından tutup kaldırmaya çalışırdım. İçimdeki gücün o arabayı kaldırıp atmaya yeteceğini sanırdım. Biraz oynatırdım ama kaldırmaya yetmezdi tabii... Zaten o zamanın arabaları çoğunlukla ağır Amerikan arabalarıydı; kanatlı, kuyruklu, paslanmaz çelik tamponlu Şevrole’ler, Buick’ler, Impala’lar... Murat 124’ler, Renault’lar daha yeni yeni çıkıyordu piyasaya. Ancak yine de gücümden kuşkuya düşmezdim, “sahibi bir şey demese kaldırıp atıveririm” diye geçirirdim içimden!

Saatlerce hayal kurardım. Gece uyumadan önce; yolda yürürken; monoton bir iş yaparken; kitap okurken; derste öğretmen bir şeyler anlatırken; radyo dinlerken... Zihnimin bir saniye boş durduğunu hatırlamam. Akla gelebilecek her şey üzerine düşünüp çözüm üretmeye çalışırdım. Amansız hastalıklara çare bulmak için kafa yorardım. Türkiye’nin kurtulması için yapılması gerekenleri düşünürdüm. Bir ev hayali kurardım; kendime ait bir evin, küçük bir bahçenin düşünü kurardım (kim kurmamıştır ki!). Caddelerimiz niye bakımsız, sokaklarımız niye daracık, şehirlerimiz niye bu kadar çirkin diye hayıflanırdım. Kâğıt üstünde kentler kurardım; cetvelle çizilmiş düzgün caddeler, büyük meydanlar, parklar, okullar, spor sahaları... Düşten bol, düş kurmaktan kolay şey yoktu.

Ama sonra...

Sonraları düşün sadece “düş” olduğunu anlamaya başlıyor insan; ve düşlerin çok kırılgan olduğunu. Kırılırken ağrıttığını; hem de tendeki bir yaradan çok daha fazla acı verdiğini... Gücünün her şeye yetemeyeceğini; o arabaları kaldırıp atamayacağını; küçük de olsa bir ev kurmanın kolay olmadığını; para kazanmanın dünyanın en zor işlerinden biri olduğunu; bütün kitapları okumaya ömrünün yetmeyeceğini; her sınavı geçemeyeceğini; ve belki de hayatında uğrayabileceğin en büyük düş kırıklığı olarak, bir kişiyi sevmenin onun da seni sevmesine yetmeyeceğini öğreniyorsun. Öğrendikçe de düşlerin azalıyor.

Her bir düş kırıklığı daha sonra kuracağın düşlerin önüne bir engel olarak dikiliyor. Bir çeşit “öğrenilmiş çaresizlik”, “cam tavan” sendromu...

Dünyanın evrende ne kadar küçük bir yer kapladığını öğrendiğin, insan ömrünün zamanın sonsuz uzunluğu içinde ne kadar kısa olduğunu gördüğün, seninse dünya içinde ne kadar yalnız, küçük, çaresiz, geçici olduğunu anladığın zaman düşlerinin çeşidi, rengi ve sınırı da daralmaya başlıyor. Gün geçtikçe daha az düş kurmaya başlıyorsun. Kırık düşlerin çoğaldıkça düşlerin azalıyor; kurduğun düşleri gerçekleştirebileceğin zamanın azaldığını da hissediyorsun haliyle...

Düş ağrısı bu işte. Diş ağrısından daha şiddetli değil; ama daha derin...

Düşlerinizin vaktinden önce azalmaması dileğiyle...

Foto: http://www.kjopi.com/images/broken_dreams.jpg

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..