Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Haziran '12

 
Kategori
İlişkiler
 

Düşselin gerçeğinde, gerçeğin düşselliğinde

Düşselin gerçeğinde, gerçeğin düşselliğinde
 

Carlos Alvarez-Hevia Glesias


Gün’ün hızla solan benzi, karanlığın kapkara  pençesiyle örtülüverdi.

Tenine; uykunun, otacı, sevecen, müşfik, korkunç, ağır, delirtici parmakları dokundu önce, sonra  kolları, bedenini  sımsıkı  sardı. O, karşı koyamadı. Artık tutsaktı.

Korkularının cangılında, tekinsiz derinliklere doğru yürüyordu. Dört bir yanı, öbek öbek ateşlerle çevriliydi. Yükselen kıpkızıl yalımların  sivri uçlu dilleri, yılanların kıvraklığıyla göğü deliyor; yükseliyor, yükseliyordu.

Ateş öbeklerinin çevresini saran ulu ulu ağaçlar, başlarını sallayarak garip uğultularla ağlıyordu.

Gözleri faltaşı, ağzı yarı aralık, öylece kalakaldı.

Birdenbire… Evet, birdenbire…

Yüzü  insan suretine bürünmüş, vücutlarında ise insanlardan esinti taşıyan biçimsizlikleriyle, ecinniler, melekler, şeytanlar…

Nice tekinsiz yaratık, ormanın derinliklerinden çıkageldi. Müzikleri, şarkıları,  dansları ve rengârenk giysileriyle… Kimilerinin yüzünde masklar, maskeler vardı. Ellerinde süslü asalar ve çalgılar…

Bir karnaval, bir şölen, belki de bir ritüel…

Sesler kulaklarını dolduruyor, zorluyor, derinlerden gelen bir uğultu oluşturuyordu.

Onca sesin içinden bir ses, sanki tümünü kenara ayırıp bir yer açtı kendine, geldi kulağına girdi, içine aktı. Adını ünlüyordu bu ses. Yumuşak, derin, sevgi ve şefkatin sarmalında şehvetin belli belirsiz soluğunu üfleyen bir ses.

Ortama aykırı bu sesi, duymak istemedi önce. Korktu. Çok korktu yine. Ne ki o ses, ince bir burgu gibi kulağından geçip gidiyor, derinliklerine ulaşıyordu, önleyemiyordu onu.

Kumlara gömülmüş istiridyeler kıpırdadı, en derinlerindeki içdenizin dibinde. İstiridyelerin açılan kabuklarının sessiz çığlığını duydu  içinde. Kumlar kabardı. Resiflerde iskeletleşmiş mercanlar kıpır kıpır oldu, dirildi. Dalgaların hafif hafif salınımını duyumsadı. Elvan elvan balıklar, dansa kalktı aniden.

Ses, onun adı oldu; adı, ses oldu; mercanlara, balıklara, istiridyelere değdi. Aşka geldi istiridyeler, iri iri inci döktü döküm döküm.

Düşünde, bu düşü düşündü. Daha önce görmüş müydü?... Görmüş de unutmuş muydu?... Anımsamadı.

Oysa içindeki içdenizi biliyordu. Hatta zamanın hoyrat sarmalında nasıl oluştuğunu, derinleştiğini de biliyordu, korkuyla, acılı bir vazgeçişin boyunduruğunda  izlemişti olan biteni.

Sonra da tsunamilerin oluşmasından, o içdenizinin taşmasından da çok korkmuştu. Dalgalar, onu alıp götürseydi, umurunda değildi ama ya  yakınlarına, çevreye zararıyla nasıl baş ederdi? Onlar, ne denizden, ne de nasıl oluştuğundan haberdardı. Belki de büyük cesaretle alalanmış ahmakça korkulardı, korkuları. Belki de haklı korkulardı. Ama öyleydi işte. Kim, kendini var eden öncelliğin eksik gedik kodlarından kendini tamamen kurtarmış ki… Belki de bütün bunlar aklanma çabalarıydı. Belki bilemediği, bir  başka türlü bencilliğin izdüşümüydü. Kim bilebilir ki kendi derinliğini?

Sonuçta, o içdeniz oluşmuştu. Artık, belki ahmakça, belki haklı korkularının itimiyle, dış rüzgârların yıkıcı dalgalarına karşı korumalıydı içdenizini. Nice emek harcamış,  nice kendinden vazgeçişler yaşamıştı o yapay, güçlü  setleri oluşturmak için.

Ama şimdi, onca onca zaman sonra… Şu garip karnavalın, şölenin  ya da ritüelin bir yerinden kopup gelen, rüzgârlaşan şu ılık nefes, işte şu ses…

Korkuların bitimsiz burgacındayken, artık karşı konulmazcasına çağıran şu ses…

Görkemli  bir davet ve ürkek bir icabet…

Korkularını var gücüyle geriye geriye çeken bu ses ve kendinin inatla ona doğru atılan, dizginlenmez adımları…

O müthiş, ezici, kahredici yerleşik direncinin, güneşte kalmış tereyağı gibi eriyişi sonra… Bitişi, tükenişi…

Ses; el oldu, değdi tene bir kez.

Ses; kol oldu, sardı tini bir kez.

Ses; urağan oldu, dev dalgalar oluşturdu, tüm setleri yıktı.

Ses; upuzun bir ırmak oldu, aktı o içdenize, aktı, aktı…

Deniz; içti ırmağı, içti, içti…

Deniz; ırmak oldu, deniz urağan oldu…

Sonra yükseldiler, yükseldiler…Yer, göğe yükseldi; gök  yere indi. Görülmemiş bir medcezir idi… Gökkuşakları, sardı sardı, çözdü çözdü  onları, çözdü çözdü sardı.

Tin neredeydi?...  Ya beden?

Bu  ne amansız, ne yaman bir şahlanıştı…

Varoluşun yok oluşunda, varoluş… Ya da yoklukta varlık, varlıkta yokluk…

Şiddet, şiddet olalı, hiç böyle güleryüzlü,  sevimli ve sıcacık olmuş muydu acaba?  Abıhayat ile böylesine yunup yıkanmış mıydı?...

İsyan isyan olalı, böylesine  gönüllüce bir teslimiyetin dinginliğine bırak mış mıydı kendini?

Ahhh Lilith!... Canım kadın… Asilerin en güzeli… Ne Adem anladı seni, ne Havva… Ne de Tanrı… Anlasalardı eğer, ah bir anlasalardı…

Karnaval, şölen ya da ritüel…

İŞTE  BİTTİİİ...(mi?...)

18.06.2012

Vildan Sevil

 
Toplam blog
: 102
: 882
Kayıt tarihi
: 07.06.11
 
 

1949 İstanbul doğumluyum. Emekli edebiyat öğretmeniyim. Çeşitli edebiyat sitelerinde, çeşitli kon..