Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Nisan '12

 
Kategori
Deneme
 

Duvarlar üzerine

Duvarlar üzerine
 

Bir okul duvarı


Duvar, doğal ya da yapay materyallerinin üst üste ya da yan yana konularak oluşturduğu yapı olarak tanımlanabilir. Duvar yapısı; en temelde belirli bir mekânı çevrelemek; koruma ve savunma amaçlı olarak tehlikelerden arındırmak ya da bir alanı diğer alanlardan ayırmak ve sınırlandırmak için tasarlanan işlevsel bir mimari öğedir.

İnsanoğlunun gelişmesiyle orantılı biçimde; özel alanı kamusal alandan ayırmak, kamusal alanı kendi içinde düzenli ve kullanışlı hale getirmek ve elbette ‘biz’ ve ‘öteki’ arasında büyük ve güçlü ‘sınır’ ları oluşturabilmek için kilometrelerce duvarlar örüldü; malzemeler ve biçim değişse de ‘duvar’ ların yarattığı olumsuz algı bizi düşünmeye çağırıyor!

İlk zamanlarda barınma ve savunma amaçlı olarak kullanılan duvar yığınları daha sonraları ustaların sanatsal bilinçleri geliştikçe; daha uzun ömürlü anıtsal yapılara dönüştü. Ancak duvar metaforu daima ‘sınırlandırmak’ olgusunu akla getirir. Sınırlandırmak; bir şeyi diğer bir şeyden, bir yeri diğer bir yerden ‘ayırmak’; ‘özel kılmak’ ya da ‘gizlemek’.. İlginç olan şu ki: ‘sınırlamak’ elbette gerekli bir eylem olabilir kimi zaman, ama yine de olumsuz bir duygu yaratıyor. İnsanın en temel gereksinimi ve hatta tutkusu olan ‘özgürlük’ kavramına ters düşen bir fiil, eylem ve duygu. Düşünün belki de bu yüzden şairler uçsuz bucaksız denizleri özlerler ve bizler geniş ve sınırsız vadileri ya da bahçelerde koşabilmeyi isteriz kentin karmaşasından –duvarlarından!- yorulduğumuzda…Ve bu nedenle çocuklar zil çaldığında bahçeye mutlulukla koşarlar, sınıfların dört duvarından kaçarcasına…

İşte bu yazı da sınırların ve duvarların karanlık gölgesine eleştiri getirmek ve sorgulamak için yazıldı.

Doğanın olumsuz koşullarından korunmak için yapılan yapılar giderek bir kentin içinde birçok kent yaratmak için biçim değiştirdi. Modernizm’in gelişen sanayi, yenilenen ekonomi ve elbette kentte oluşan yeni kaos ortamı için geliştirdiği yüksek duvarlarla korunan site kentler, şehrin dışına kurulan sanayi bölgeleri, insani duygu ve düşünceler yerine daha çok kar ve rantın amaçlandığı bir işlevselliği yücelten zihniyet giderek daha çok beton, daha çok duvar ve daha çok kar ve daha az özgürlük yarattı. Bu nedenle günümüz dünyasında artık siteler, köşkler, villalar, hatta mahalleler, okullar vb. kamu ya da özel kişi mülkleri duvarlarla çevrilidir. Duvarlarla korunmaktadır. Kendi içinde uyumlu ve bir bütün olan doğayı parçalara ayırıp duvarlarla çevirip, çoğuna da güvenlik sistemleri konarak ayrı birer devlet gibi önlemler almak artık yeni bir özgürlük biçimini dayatır insanoğluna… Ve yollar bir kanal gibi. Sağlı sollu duvarlarla çevrelenmiş… Yeni bir özgürlük biçimi: yalan bir özgürlük biçimi! İnsanoğulları ördükleri duvarları, zaman içinde, sistemin bunaltıcı karanlığından sıkılıp vahşice yıkıyorlar ve yeniden aynı duvarları aynı taşlarla örüyorlar. Taş aynı taş... Duvar eskisinden daha kötü! İlginç bir gerçek!

Önceleri erki elinde tutan güçler tarafından saraylar, köşkler, hanlar hamamlar, camiler ve okullar yaptırılırken; yapının niteliğine (heybetine) göre; arazi içinde yapılırdı. Bu yapılar kanımca, yapıların ve içindekilerin hava alması; bakarken ağaçların, derelerin, tepelerin, bulutların ve güneşin görülmesi için tasarlanırdı. Örneğin, Uzak Doğu’ da inşa edilen evlerde bilinçli olarak insanın doğayla bağlantısının kesilmemesi amaçlanır; bunun için evler, evin içinde bir odadan diğer odaya geçmek için bahçeye çıkılmasının şart olduğu bir mimari biçim düşüncesiyle tasarlanırdı. Ev sakini diyelim ki mutfağında, yani içeride geçirdiği belli bir süreden sonra, yatak odasına gidebilmek için mutlaka açık havayla temas edeceği bir avludan geçmek durumundaydı. Bu fikir insanın günlük yaşamında hatta belki uykusuna ara verdiği bir anda bile doğayla iç içe olmasını sağlayan mimari tasarımlar yaratmıştır.

Oysa binaların düzensiz bir şekilde üst üste yığıldığı, herkesin neredeyse kendi çevrelerine ördükleri duvarların ardına saklandığı büyük kentlerde insan sürekli çalışan, sürekli tüketen bir yapıya sahip görünüyor. İyi yaşadıkları yanılsamasıyla kendi ördükleri duvarların ardına gizleniyorlar. İnsanların kendileri için tasarladıkları kentler ve yaşam alanları onların lüks yaşamlarına ya da ihtiyaçlarına uygun görünüyor ancak acaba gerçekten böyle mi? Sosyal yaşamın duvarlarla sınırlandığı büyük kentler… Hiç var olmayan komşuluk ilişkileri…Birbirini tanımayan birbirini sevmeyen insanlara mı dönüşüyoruz gitgide? Ben olumsuz yönde değişen insan yapısının, insanların gittikçe mutsuzlaşmasının birçok sebebi olduğunu düşünüyorum. Ancak kendi yaşadığım yere de baktığımda ve kendimi de dinlediğimde yükselen binaların, beton blokların, gitgide pervasızca katledilen doğanın, daha az yeşilin ve daha az mavinin mutsuzluğuma sebep olduğunu görebiliyorum. Siz de kendinize bir sorun? Acaba bir yanılsama içinde mi yaşıyoruz? Mutluluk yükselen duvarlar ve binaların ardında mı gizli?

Ve yazımın başında da değinmiştim; sınıflarından bahçeye büyük bir coşkuyla koşan öğrencileri düşünelim… Bu hareket bize ne anlatıyor olabilir?

Okullar, sınıf ya da dershane dediğimiz bölümlerden oluşmuş yapılardır. İçlerinde yüzlerce öğrencinin gün boyunca öğrenim gördüğü, ‘yaşadığı’ yerlerdir. Çocuklar zamanlarının önemli bir bölümünü okulda geçirirler. Yani yaşamlarının büyük bir bölümünü de diyebiliriz. Bu anlamda okul bir yaşam alanıdır. Okul belki bir eğlence yeri değildir, ancak çocukların birçok güzel şeyi öğrendikleri, arkadaş edindikleri ve yaşamlarının bu çok özel dönemlerini arkadaşlarıyla paylaştıkları; eğitimlerini eğlenceye ve mutluluğa dönüştürdükleri bir yerdir. Bu durumda onları korumak için de olsa duvarlarla çevrili okullarda geçirilen bu zaman onlar için ne kadar eğlenceli ya da ne kadar doğru olabilir. Bütün gününü beton yığınları arasında geçiren çocukları bir düşünün…İnsan sormadan edemiyor; duvarlar yerine onları dışarıdaki tehlikelerden korumak için ne tür bir okul tasarımı yapılabilir? Onların kendi yaşamlarından yola çıkarak eğitim almaya geldikleri bu yerler, bir sürü pencereleri olan ve yüksek beton bloklarla çevrili soğuk ve korunaklı yapılar olmak yerine; ağaçlarla çevrili, yeşil alan içinde doğayla iç içe olabilecekleri; böylece doğal ortamda eğitim görebilecekleri yerler olamaz mıydı? Bu onları daha istekli ve umutlu kılmaz mıydı?

Çocuklar zil çaldığında ürkütücü bir enerjiyle bahçeye koşarlar hep. Tabi okullarının bir bahçesi varsa! Ama… Duvarların yükseldiği bir bahçeye… Bu ne kadar doğrudur? Ne kadar sağlıklıdır? Ne kadar umut vaat eder? Bir çocuğun güneşi ve gökyüzünü dar bir alanda kafasını yukarı kaldırarak görmeye çalışması; bakarken nemli rutubetli yüksek duvarlara çarpması düşündürücü değil mi? Buna benzer, gökyüzü ve güneşin görüldüğü bir yer daha vardır: Hapishaneler. Çocuklar sabah uyanıp bu hapishane benzeri okullarına, sonra da evlerindeki koğuşa mı kapanıyorlar? Altı yaşında başlayan yoğun eğitim temposu ve onlar için düşünülen bu yaşam biçimi gerçekten onların doğasına uygun mu?     

Çocuklar henüz hayatın kirliliğini bilmedikleri için, bu girdapta yaşamaya çalışırlar. Var olan okul bahçelerinin servis araçları ya da kantin binalarıyla her gün daha da daraltıldığı bu eğitim alanlarında çocuklar, gençler yarış atı gibi eğitilmektedir. Amaç ne, sonuç ne olacak? Her gün, her dinlenme ve paydos aralığında; nasıl dershane kapısını çarpıp, birbirlerini ezercesine, patlatırcasına çıktıklarını ve kendilerini duvarlara vurduklarını görmekteyiz. Neden? Bu durum biz yetkili ve etkili plancılara neyi anlatır? Ne için var olduğumuzu ve ne için yaşadığımızı bir sorgulayalım!

İnsan yapısı gereği doğayla birlikte yaşar; özellikle bir çocuk, başını kaldırdığı zaman güneşi, bulutları görebilmeli, alabildiğine koşabilmeli. Oysa tam tersi, dar alanda hapsolmuş bedenleriyle yaşamayı, dünyayı, matematiği ve hayat bilgisini vb. öğrenmeye çalışıyorlar.

Duvarların çocuklar üzerindeki etkisini; İspanya’da arenaya bir mızrak gibi fırlayan boğalara benzetmekteyim. Bilirsiniz boğalar loş barınaklarda tutulur. Daha sonra ışığa ve boşluğa bırakıldığı anda da çılgınca kendini sağa-sola vurur.

İşte duvarların bitkiler, hayvanlar ve insanlar üzerindeki olumsuz etkisini yine; bitkiler, hayvanlar ve çocuklar davranışlarıyla gösteriyorlar bize!

Dünyayı parsellere ayırıp, sınırlar çizen; duvarlarla çevreleyen anlayış günümüz kentlerinin cadde ve sokaklarını bir kanala dönüştürerek; insanları ev diye beton kasalara mahkûm etmeyi sürdürüyor! Toplumsal olanı yok edip ‘özele’ dönüştürüyor. İnsanları bir başına, ‘tek’ bırakan bu korkunç anlayışın özgürleşmesi umuduyla…

Montaigne der ki : “En korkunç hapishane ne taş duvarlar ne de demir parmaklılardır. En korkunç hapishane; insanın kafasının içidir.’’ Şimdi bir düşünelim; biz ne için yaşıyoruz? Geleceğimizi yok etmek için mi?


Canip DOĞUTÜRK

 

 
Toplam blog
: 18
: 1578
Kayıt tarihi
: 16.07.09
 
 

Eğitimci, Yazar ..