Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Aralık '07

 
Kategori
Felsefe
 

Duygular ve akıl

Duygular ve akıl
 

İnsanın dünyaya gelişini; kör sağır dilsiz hatta yürümesini bile bilmeyen birisinin 5 kuruş parasız ve tanıdığı hiç kimsenin olmadığı yabancı bir ülkeye turist olarak gitmesine benzetmek mümkündür. Öylesine çaresizdir dünyaya gelen her insan doğduğunda. 9 ay boyunca annesinin rahminde sıcacık bir ortamda güven içinde yaşayan bir bebeğin hemen nefes alıp vermeye başlaması gerekir ama bunu bile bilmeden, nefes almayı bile öğrenmeden gelir dünyaya her bebek. Allah'tan ki bebekler dünyaya geldiklerinde çoktan duygularla donatılmışlardır ve sinir sistemleri de büyük ölçüde faal bir vaziyettedir. Aylarca içinde yaşadıkları alışageldikleri sıcak ve huzurlu ortamı terk edip, o ilk anda kendilerine buz gibi gelen dünyanın soğuk atmosferi ile tanıştıklarında hayatlarının ilk şokunu yaşarlar ve basarlar feryadı. Attıkları o ilk çığlık, aynı zamanda ilk tepkileridir aylardır alıştıklarından farklı dünyaya. Ama ne var ki o ilk tepki aynı zamanda, yapmaları gereken ilk şeyin de yapılış nedenini teşkil eder. Çünkü o ilk çığlığı atarken derin bir iç çekerek başlar her bebek nefes alıp vermeye. Doğa olağanüstü muhteşem bir bütünlüktür. Hiçbir şey nedensiz ve tesadüfî değildir. İşte bu nedenle de her şeyin bir fonksiyonu, işlevi vardır. Evrende yaşamı belirleyen her şey en ince ayrıntısına kadar nedensellik ağıyla örülmüştür, biri olmadan diğeri de olmaz ve bir şey varsa, bir şey oluyorsa, onun olmasını gerektiren bir nedeni de mutlaka vardır.

Evrende bütün hareketlilik, canlı ve cansız tüm yaşam biçimleri etki - tepki yasalarıyla belirlenir. Her etki mutlaka bir karşı tepkinin de nedenidir aynı zamanda. Bunların birbirlerini tetiklemesi hiç durmak bilmeyen bir hareketliliğe yol açar ki, yaşam dediğimiz şey de zaten bu art arda gelen hareketlilikten, devinimden ibarettir. Canlı varlıklarda tüm bu karşılıklı tepkisel hareketliliği tetikleyen faktör, bizim dürtülerimizin bir ürünü olan duygularımızdan başka bir şey değildir. Aynen yeni doğan bir bebeğin duyduğu rahatsızlık, mutsuzluk karşısında refleksif bir şekilde attığı ilk çığlığın nedeninin de, doğum anında karşılaştığı ve hiç alışık olmadığı yenidünyaya karşı verdiği duygusal tepki olması gibi.

Eğer insanın duyguları olmasaydı her şeye karşı tepkisiz kalır ve hareket edemez, eş deyişle yaşayamazdı. Bu nedenle, tüm canlı varlıklarda da olduğu gibi insanın duygusallığı, onun yaşayabilmesinin de olmazsa olmaz bir ön koşuludur. Bilincine henüz erişmemiş bir bebeğin hayatının ilk günlerini, ilk yıllarını yaşayabilmesi, sadece ve sadece dürtüleri ve duyguları sayesinde mümkün olmaktadır. Kısacası yaşam demek hareket demektir, hareket ise tepki demektir, tepki demek ise duygusallık, duygusal reaksiyonlar veya değişik bir ifadeyle de duygusal refleksler demektir. Maruz kaldığı etkilere karşı tepki vermemek doğa yasalarına aykırı ve bu nedenle de olanaksızdır. Sonuç olarak duygular; biz insanların istersek sahip olabileceğimiz, istemediğimizde de sahip olmayacağımız bir tepkisellik değildir. İstesek de istemesek de duygularımız vardır ve onlarla da yaşamamız gerekir. Başka bir ifadeyle de duygusuz insan yoktur, her insan aynı oranda duygularla donatılmış olarak dünyaya gelir. Daha az akıllı veya daha çok akıllı insan vardır ama daha az duygulu, daha çok duygulu insan yoktur. Çünkü akıl; insanın edindiği bilgi birikimi ve sorgulama yeteneği ile geliştirilebilen bir yetkinliktir ama duygular doğuştan itibaren sahip olunan bir etkinliktir. Ancak burada şunu da belirtmek gerekir ki, duygularında bir çeşit kuluçka evresi vardır ve bebek, çocuk hatta yetişkinler tarafından tam olarak hissedilebilmesi için zamana, zihnen ve bedenen gerekli alt yapının oluşturulabilmesi için gelişime ihtiyaç vardır. Örneğin yeni doğmuş bir bebekten estetik duygusuna sahip olması veya şüphe duygusunun fonksiyonalitesini yerine getirmesi beklenemez. Çünkü eğer şüphe duygusunun da doğum anında gelişmiş olması söz konusu olsaydı bu sefer de bebeğin kendisine uzatılan ilk memeye de şüpheci bir yaklaşım içinde bakması gerekirdi. Bu ise doğanın hiçbir şekilde girmeyeceği bir risktir.

Duygular deyince ilk akla gelen duygu çeşidi; en insancıl ve en saygıdeğer duygusallık olarak kabul ettiğimiz ve <ı>“sevgi” olarak tanımladığımız duygusallıktır. Ancak ne var ki duygularımız yalnızca sevgiden ibaret değildir. Sevgi dışında; kin, öfke, nefret, iğrenmek, korkmak, utanmak, acımak da dahil olmak üzere, tepkilerimize neden olan birbirinden farklı bir dolu şeye karşı farklı duygusallıklar gösteririz. Çünkü her şeyin iyi ve güzel olduğu bir cennette yaşamıyoruz ve bu nedenle de her şeye karşı sevgi duymamız da mümkün değildir. Daha da acısı sevdiklerimizden çok sevmediklerimizin olduğu bir dünyada yaşarız. Biz bir takım şeyleri severiz, neyi sevip neyi sevmediğimiz ise tamamen o güne kadarki yaşantımız ve biriktirdiğimiz deneyimlerle alakalıdır. Eğer bir Müslüman ailede doğup yetişmeye başlıyorsak elbette ki domuz etinden de tiksineceğiz. Çoğu zaman da neyi neden sevdiğimizi bilmeyiz bile, çünkü neyi sevip sevmeyeceğimizin ilk nedenleri çoğu zaman hatırlayamayacağımız kadar eski mazimizde yaşanmış ve bir şekilde bilinçaltımıza işlenmiş kişisel gerçekliklerimizdir. İnanmak, kabul etmek istemesek de sevgilerimiz; büyük oranda şartlanmışlıklarımız, koşullanmışlıklarımızdır aslında.

Sevdiklerimizle sevmediklerimiz arasında, durduk yerde ve nedensiz olarak bir değişiklik yapma şansımız bulunmaz. Sevişlerimizin de nedeni vardır sevmeyişlerimizin de. Çünkü her iki duygusallığımız da nedenlidir. Bazı şeyleri sevmemiz mümkün değildir, bazı şeyleri de sevmememiz. En basit örneğiyle standart bir eğitim almış bir Türk isek Atatürk’ü severiz, ama Abdullah Öcalan’ı, kısa adıyla Apo olarak bildiğimiz bebek katili olarak tanımladığımız kişiyi sevmeyiz. Ama şu da bir gerçektir ki Apo’yu seven fakat Atatürk’ü sevmeyen insanlar da vardır. Çünkü her duygusallık gibi sevgi de nedenli bir olgudur ve bu olguyu belirleyen neden de bizim kültürlerimiz eğitimlerimiz vasıtasıyla geliştirdiğimiz ve sahip olduğumuz <ı>“kavramlar ve değerler” sistemimizdir. Daha evvel yayınladığım “kavramlar ve değerler” başlıklı blog dizimde de belirttiğim ve nedenlerini açıkladığımı gibi, bizi biz yapan, diğer insanlardan farklı kılan en önemli etken; -örnekte de görüleceği üzere- Atatürk’ü ve Apo’yu nasıl birer insan olarak bilişimizi belirleyen ve onlara karşı aldığımız tavırları biçimleyen, kimi sevip kimi sevmeyeceğimizi dikte eden, kısacası duygusallığımızı nedenli yapan faktör: “kavramsal ve değersel yapımız”dır.

Duygusal hayatımız yüzde yüz nedenli olduğu için, durup dururken duygusal tercihlerimizi değiştirmemiz de hiçbir şekilde mümkün değildir. Ani bir kararla nedensiz bir şekilde Atatürk’ü sevmeye son verip, bir anda Apo’yu sevmeye başlayamayız. Çünkü duygusal hayatımız hiçbir şekilde tercihe dayalı, seçim yapabileceğimiz bir alan değildir. Bu da bizi göreceli, sübjektif ve taraflı olmaya sevk eden en önemli unsurdur. Sevdiklerimizle kendimizi özdeşleştiririz veya tersine kendimizle özdeşleştirdiklerimizi severiz. Aynı şekilde de sevmediklerimize karşı oluruz. Sosyal hayatta kurduğumuz tüm aidiyet birlikteliklerinin, karşıtlıklarının, hatta düşmanlıkların başladığı ve bittiği nokta da, kontrolümüz dışındaki bu duygusal duruşumuzdur.

Sevginin insanın yaşam biçimi üzerindeki en önemli işlevi, insanı sevginin objesi olan şeye veya kişiye bağlaması, yönlendirmesidir. Bu duygusal bağlılık sayesinde de, sevilen şey insan hayatında bir çekim merkezi oluşturmaya başlar. Ancak ne var ki, ne kadar seversek sevelim, bu sevgimiz sayesinde sevdiğimiz şey üzerinde direk bir etkinin yaratılması söz konusu olamaz. Değişen, belirlenen, sadece bizim kendi davranışlarımızdır. Her hangi bir şeyi severek onu bize direk olarak bağlamak veya yönlendirmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Sevginin belirleyici gücü sadece seven üzerinde, yani söz konusu duygusallığın ait olduğu kişi üzerinde etkilidir. Severiz, seviyorsak sevdiğimiz kişiye karşı davranışlarımız farklılıklaşır ve bunun sonucunda da sevilene karşı daha sevecen davranmaya başlarız. Sevilene karşı gösterilen bu sevecenlik de sevilen üzerinde etkili olur. Bu ise tamamen farklı bir olgudur. Çünkü bu durumda sevilen üzerindeki etkiye neden olan faktör sevenin sevgi duyguları değil, sevenin sevecen davranışlarıdır. Biz sevelim veya sevmeyelim, bir şey ne ise odur. Birilerinin Atatürk’ü sevip sevmemeleri veya başkalarının Apo’yu sevip sevmemeleri duygusallıklarının objelerini, -yani ne Ataürk’ü ne de Apo’yu- ne yüceltir ne de alçaltır. Kısacası duygusallıklarımız sadece bizim varlık biçimimizi etkileyen, insan olarak duruşumuzu ve haliyle de bunun sonrasında gelen davranışlarımızı belirleyen bir unsurdur. Halk arasında sevginin açamayacağı kapı yoktur şeklinde bir inanç vardır, ancak bu inanç sadece bir varsayımdan ibarettir. Çünkü sevgimizin kapıları etkileme gibi fonksiyonu elbette ki olamaz. Zaten olsaydı da duygularımızı ve sevgilerimizi birer anahtar olarak kullanarak sosyal hayatımızdaki sorunları çözmemizde mümkün olurdu. Buna karşılık sevgimizi değil de aklımızı kullanarak sosyal hayatımızdaki sorunları çözebilecek anahtarlar, yöntemler geliştirebileceğimiz muhakkaktır. Kısacası nereden bakarsak bakalım kişisel duyguların kendi davranışları üzerinde mutlaka ama karşı taraf üzerinde herhangi bir direk etkinliği bulunmadığın tespiti hiç de yanlış olmamalıdır.

Sevginin en az ilki kadar önemli bir diğer fonksiyonu da sevdiğimiz şeyi içinde bulunduğu bütünlükten ayırt etmesi ve onu bizim gözümüzde diğerlerinden farklı kılmasıdır. Bu fonksiyon da, aidiyet bağlarının oluşmasında gösterilen etkinin tamamen tersinin ortaya çıkmasına neden olur. Çünkü sevdiklerimizi içinde bulundukları bütünlükten ayırt ettiğimizde geriye sevmediklerimiz kalır ki, severek gösterdiğimiz sübjektifliğimizin asıl tahripkâr etkisi de burada ortaya çıkar ve geride kalan ve kendi değerler sistemimizce <ı>“sevilmeyenler” olarak etiketlenenler de, yaptığımız bu ayrımcılık sonunda<ı> ötekiler haline gelir ve bizim tarafımızdan ötekileştirilmeye başlanırlar. Dindarların dinsizleri sevmemesi veya Atatürk severlerin Atatürk’ü sevmeyenleri sevmemesi, hatta Galatasaray severler ile Fenerbahçe severler arasındaki sözüm ona tatlı rekabet olarak tanımladığımız bu karşıtlıklar, ve bu yönde çoğaltabileceğimiz daha bir dolusu, <ı>aidiyet ve duygusallığa dayalı ötekileştirme tezahürlerinin en basit örnekleridir.

Bir şeyi seviyor olmanın en kötü yanı ise; sevdiklerimiz ve sevmediklerimiz ayrımcılığını yaptığımız ölçüde, bu ayrımcılığımıza paralel bir şekilde geri dönüşlü olarak da kendi değerler sistemimizin bozunumuna neden oluyor olmamızdır. Sevdiklerimizin eksikliklerini, kusurlarını görmemeye başlar veya görsek bile kendimizle de özdeşleştirdiğimiz için görmezden gelir, buna karşılık da sevmediklerimizin iyi yanlarını tamamen göz ardı etmeye başlarız. Aynı davranış biçimlerini farklı şekillerde değerlendirerek çifte standart uygular hale geliriz ve bunun sonucunda da; yaşam karşısındaki duruşumuzu belirlerken hayati öneme sahip şeyleri birbirleri ile karşılaştırmamak için gereksinim duyduğumuz tartmak, ölçmek, biçmek gibi yetilerimizi kaybederiz. Ölçüsüzlük ise; tüm tutarsızlıklarımızın göstergesi olan övmek ile sövmek arasındaki ince çizgiyi çoğu zaman gözden kaçırıyor olmamızın temel nedenidir. Oysa insanı insan yapan şey, insanı hayvanlardan, erdemlileri erdemsizlerden ayıran şey; birilerinin duygulu diğerlerinin duygusuz veya birilerinin sevgi dolu diğerlerinin sevgiden yoksun olmaları değil, neyi sevip neyi sevmememiz gerektiğini bize gösteren “<ı>değer ve ölçü sistemlerimiz”dir.

Duygularımız ve bunlar vasıtasıyla geliştirdiğimiz değer yargılarımız bizim için hayati bir öneme sahiptir. Ama bu demek değildir ki, duygularımızın varlığı ve değerlerimizin olması her şeydir. Duygusuz ve değer yargısız tek bir insan, tek bir hayvan yoktur. Eşeklerin bile duyguları vardır ve hatta onların akıllarına karpuz kabuğu geldiğinde gösterdikleri duygusallığı yüzlerce metre uzaktan bile duymamak mümkün değildir. Yaşayan her canlının duyguları da vardır mutlaka, ama önemli olan bizim duygularımızı ne şekilde değerlendirdiğimiz, daha da açıkçası duygularımızı değerlendirirken <ı>akıl dediğimiz o en yüce değeri geliştirip geliştiremediğimizdir. Aklın egemen olmadığı, aklın yönetmediği duyguların, duygusallıkların ise, hayvanın bile sahip olduğu duygulardan, duygusallıklardan en ufak bir farkı yoktur.

Duygusal yaşamımızı; sadece en gözde ve popüler duygu çeşidi olan “sevgi” duygusallığını göz önüne alarak değerlendirmek ve anlamak mümkün değildir. Duygular yaşamımızın her alanını kapsarlar ve bu nedenle de çok çeşitli bir o kadar da karmaşıktırlar. Ama her şeye rağmen duyguların fonksiyonelliğini ortaya çıkarmak istiyorsak, onların bir şekilde kategorize edilmesi gerekecektir. Duygular; işlevsellikleri göz önüne alındığında 3 ana gurup altında kategorize edilebilirler ve bunlarda

1. “sevgi” ve “nefret”

2. “korku” ve “güven duymak, kendini güvende hissetmek”

3. “inanç” ve “şüphe, endişe duymak” duygularıdır.

Her ne kadar halk arasında sevgi en önemli duygusallık çeşidi olarak kabul edilse de, insan yaşamında.tüm bu yukarıda sayılan duygusallık çeşitlerinin birbirlerinden farklı önemli fonksiyonları vardır Çünkü örneğin nefret de en azından sevgi kadar önemli ve belirleyici bir duygusallık türüdür. Aynı şekilde korku da, inanç da, şüphe de insanın niteliğini belirleyen önemli duygusallıklardır. Nefret kavramı en azından kulağımızı tırmalar, oysa sevmenin negatif halinden başka bir şey değildir ve bazı şeylerden nefret etmeden de yaşam biçimimizi yükseltmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Kötülüklere, çirkinliklere karşı tepkilerimizin oluşabilmesi sevgi duygusallığımız sayesinde gerçekleşmez. İyi ile kötü arasında ayrım yapabilmemiz için iyiyi sevip kötüden de sevgiyi esirgememiz, ona karşı durmamız ve hatta ne kadar kulağı tırmalarsa tırmalasın <ı>nefret<ı> etmemiz gerekir. Sokaktan yürürken karşımızdan gelen insanın gözümüzün içine baka baka yere tükürmesi karşısında duyduğumuz iğrenme duygusu ve nefret bir duygusuzluk belirtisi değil, aksine son derece sağlıklı bir tepkidir. Bu nedenle de kötülüklere karşı nefret duygularımızın oluşması, söz konusu kötülük biçimleriyle mücadele etmenin de birinci şartıdır. Kötülük yapanları severek, onlara budalaca sevgi gösterilerinde bulunarak erişebileceğimiz hiçbir güzellik veya iyilik yoktur ve bütün bunlar yaşamımızın çok önemli bir alanı olan duygusallığı sığlaştırmaktan, bayağılaştırmaktan, anlamsızlaştırmaktan ve işlevsizleştirmekten başka hiç bir işe yaramaz. Önemli olan sevgilerimizin de nefretlerimizin de haklı nedenlere dayalı olmasıdır. Bu nedenle de amaç; her ne olursa olsun sevmek olmamalı, aksine sevgide hak ediş olup olmadığına bakmak olmalıdır. Eğer sevilmeyi hak etmeyen bir kişi / olay / durum karşısında sevgi gösterisinde bulunuyorsak, bu ölçüsüzlüğümüz nedeniyle en az kötüler kadar kötü olabiliyoruz, haksızlığa ve adaletsizliğe çanak tutuyoruz demektir.

Duygusal yaşamımızın en işlevsel alanlarından biriside hiç şüphesiz ki <ı>korkularımızdır. İnsan doğası gereği güven ihtiyacı hisseder. Çünkü var olmanın en önemli koşullarından birisi de var oluşun mümkün olabileceği ortam ve koşullarda yaşamı sürdürebilmektir. Sevgi ve nefrette olduğu gibi korku ve güven duyguları da birbirilerinin zıddı ama var olmanın da olmazsa olmaz şartlarıdır. Korkmamak, özellikle bizde bir erkeklik belirtisi sayılan <ı>“Allahtan başka hiçbir şeyden korkmamak”, insanın kendi kendisini kandırmasından başka bir şey değildir. Her canlı gibi insan da korkar ve bu doğaldır. Korkmadan güven duygusunu duyabilmemiz olanaksızdır. Korkacağız ki, bizim için tehlike teşkil eden unsurlara karşı kendimizi güvence altına almamızı mümkün kılacak önlemler alabilelim.

Korkularımız da aynı sevgi duygusallığımızda olduğu gibi en doğal ve herkesin doğuştan itibaren sahip olduğu duygusallık biçimlerindendir. Nasıl ki sevmek için veya tersine sevmemek, nefret etmek için bir şey yapmamız gerekmezken, korkmak için de bir şey yapmamız gerekmez. Severiz, sevmeyiz, nefret ederiz, korkarız veya korkmayız bütün bunlar son derece doğal, kendiliğinden ve bütün hayvanlarda da kolaylıkla gözlemlenebilen duygusallıklardır. Hayvanlarda işaretleri görülen ama tam anlamıyla tespit edilemeyen, bu nedenle de en insancıl duygusallık biçimi olarak kabul ettiğimiz duygu çeşidi inanmak duygusudur. İnanç duygusu; aslında duygu olup olmaması açısından tartışmaya da açık bir duygu biçimidir ve özellikle de inançlarımızı salt dinsel inançlarımız olarak kabul ettiğimizde de inançların duygusal yanlarının olmadığını düşünmek de mümkündür. Oysa inanç duygusu yaşamımızı dini inançlarda olduğundan çok daha fazla bir şekilde belirlerler. Çocukların anne ve babalarına büyüklerine inanmaları, onların her şeyi bilen koruyucu ve yol gösterici birer model olarak kabul etmeleri, onların düşünce ve davranış biçimlerini karşı koymaksızın benimsemeleri, tamamen duygusallıktan kaynaklanan aidiyet oluşumlarıdır. “Büyüklerinin yaptıklarını yap, onlar gibi ol, onlar gibi düşün, onlar gibi davran” şartlanmışlıkları, doğanın bize yaptığı ve bizim de yaşama başladığımızda karşı koyamadığımız duygusal bir dayatmadan başka bir şey değildir. Bütün bunların böyle olması gerektiğine, bütün bunlara uyduğumuz takdirde en doğrusunu yapmış olacağımıza bilincimiz dışında inanırız ve bu nedenle de yaşamı ezberlemeye, alışageldiklerimizi tekrarlamaya çalışırız. Zaman ilerledikçe, yaşadıklarımız karşısında duyduğumuz mutsuzluklar arttıkça, ya bu mutsuzlukları bir kader olarak kabul etmeye başlarız, ya da ezberlediğimiz düşünce ve davranış biçimlerinin doğruluğu ile ilgili şüphe duymaya.

Şüphe duygusu tüm duygu çeşitlerimiz içinde belki de en az anlaşılanı ve en çok hor görülen duygusallıklarımızdan birisidir. Özellikle inanç toplumlarında şüphecilik inançsızlıkla eşdeğer tutulur ve olumsuzluk, negatiflik, hatta kusur olarak kabul edilir. Oysa şüphe duygusu işlevleri açısından bakıldığında gelişim ve bunun ön koşulu olan değişimin belirleyici nedenidir, dolayısıyla da duygusal yaşantımız içinde en yararlı olanlardan birisidir. Çünkü insanın sevdikleri ile sevmedikleri, korktukları ile korkmadıkları şeyler arasında bir ayrım yapıp bunların her birinin rasyonelliğini sorgulayıp sorgulamaması onun her şeyi olduğu gibi kabul edip etmeyeceğinin de belirleyici nedenidir. Duygularımız tek başlarına bizim yaşam biçimimizi geliştirmemize, niteliğimizi yükseltmemize neden olamazlar. Önemli olan duygularımızın bize doğru yolu gösterip gösteremediğidir. Bu da bizim duygularımızın sesini koşulsuz bir şekilde takip etmeden önce onun doğruluğu ve haklılığına dair bir şüphe duyup duymuyor oluşumuzla ilgilidir. Şüphe duymak ile şüphe duymaya başladıktan sonra tepkiselliğimizin nedenlerini ve etkilerini sorgulamaya başlamak birbirinden oldukça farklı olgulardır. İnsan canı yandıkça, yaşananlar karşısında mutsuzluklar yaşadıkça yaşam biçiminin doğruluğu hakkında şüphe duymaya başlar. Şüphe bir anlamda aklın anası veya babasıdır. Akıl da yeterince gelişkin ve erişkinse sorgulama süreci başlar ve bunun da sonucunda şüphenin objesi sorgulanır. Bu nedenle de şüphe ile akıl arasında bir çeşit “tavuk - yumurta” ilişkisi bulunmaz. Şüphe bir duygudur ama yaşandıkça etkinleşir. İşte bu nedenle de bebek ve meme misalinden de çıkarabileceğimiz gibi bebek saf inançla yaşama başlar ve şüphe duygusunun etkinliğine kavuşabilmesi için önce belli bir düzeyde de olsa mutsuzlukların yaşanması gerekir. Aklın etkinliğine kavuşabilmesi ise şüpheler artıp sorgulamaların başlamasına bunun sonrasında da sorgulamalardan rasyonel kararların çıkmasına bağlıdır. <ı>

Duygusal olmak veya sevmek tek başına ne ifade eder ki? Önemli olan kimi, neyi ve neden sevdiğimizdir. Sevdiğimiz kişi veya şey bize zarar veriyorsa kendi kendimizin de sonunu hazırlamış olmaz mıyız? Örneğin sigara içmek bir alışkanlıktır, peki, bu alışkanlıkta sigarayı sevmemizin rolünü göz ardı edebilir miyiz? Aynı şekilde alkol almayı da seviyor olabiliriz. Peki, alkolü sevmek de bir sevgi biçimi değil midir? Sırf karakaşları, kara gözleri yüzünden sevilen insanlar belli bir süre beraberlikten sonra bir yığın mutsuzluğun da nedeni olmuyorlar mı? Peki, bu ve buna benzer birçok seviş biçimlerimizde de olduğu gibi sevgilerimizin yani duygularımızın bizi yanlış ve zararlı bir şekilde yönlendirdiğinden de söz etmemiz gerekmez mi?

Sevgi, nefret, korku, inanç, şüphe ve güven gibi tüm duygusallık çeşitlerimiz kendiliğinden ortaya çıkıveren duygusallıklardır. Ama ne var ki bu duygusallıkların objeleri, çoğu zaman ortaya çıkardığı duygusallıkları hiç de hak etmezler. Sevmememiz gereken şeyleri sever, nefret etmemiz gerekmeyen şeylerden nefret eder, korkmamamız gereken şeylerde korkar ve de güvenmemiz gereken şeylere veya kişilere güvenirsek, başımız da çoğu zaman olduğu gibi dertlerden kurtulmayacak demektir. Hatta eğer şüpheciliğimiz gereğinden fazla geliştiğinde de güvenilmeyi hak eden şeylere karşı bile şüphe duyarız. Çünkü duygularımızın sorgulama, analiz etme gibi yetenekleri yoktur. Onlar bizim bir takım şeyleri sevmemizi, korkmamızı, nefret etmemizi, güvenmemizi veya şüphe duymamızı sağlarlar ama bu sağlayışların her zaman haklı nedenlere dayandığını öne sürmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Örneğin çoğu insan ve özellikle de kadınlar farelerden sebebini bilmedikleri bir şekilde korkarlar. Oysa fare insanı görür görmez kaçacak delik arayan bir hayvandır. Bu nedenle de insanın fareden korkması için hiçbir neden yoktur, aksine farenin insanlardan korkması daha rasyonel olan korkudur. Benzer bir şekilde insanlar çoğu zaman kendilerine değer vermeyen, saygı göstermeyen, yalan söyleyen, bencil davranan kişileri severler ve bunun sonucunda da mutsuz olurlar. Oysa sevginin haklı nedenlere dayalı olup olmadığı şüphesini duyanlar, kendilerini kolaylıkla bazı mutsuzluklardan koruyabilirler.

Yaşamda başarılı, mutlu olmak istiyorsak, duygusallıklarımızın da mutlaka haklı nedenlere dayalı olması gerekir. Bu haklı nedenlerin var olup olmadığından da şüphe duygusu olmaksızın hiçbir zaman emin olamayız. Çünkü ancak belirli bir şüphe duygusunun hissedilmesinden sonra, duygusallığımızı ve duygusallıklarımızın objelerini sorgulayıp haklı nedenlerin var olup olmadıklarının da anlaşılır hale gelmesi söz konusu olacaktır.

Sadece sevgi ve nefretlerimizin değil, diğer korku, inanç, güven ve şüphe gibi tüm duygusallıklarımızın da haklı nedenlere dayalı olup olmaması, yaşam seviyemizi yükseltebilmemizin de ön koşuludur. Korkuyoruz ama korkmamızı gerektiren nedenler var mı yok mu diye sormuyorsak, korkuyoruz ama bizi korkutan şeye karşı en ufak bir tedbir almıyorsak, korkuyor olmamızın, korkmak gibi çok yararlı bir duygusallığa sahip olmamızın da bize en ufak bir faydası yok demektir. Eğer korkuyor, korktuğumuz şeyin mahiyetini tam olarak fark edebiliyor ve ona karşı etkin önlemler alabiliyorsak işte o zaman doğanın bize armağan ettiği duygusallıklarımızın da bir yararını görebiliyoruz demektir. Almanlar bir süre Adolf Hitler’i taparcasına sevmişlerdir. Şimdilerde de PKK lılar Abdullah Öcalan’ı benzer bir şekilde seviyor ve bir dediğini iki etmiyorlar. Almanlar Adolf Hitler sevgisine karşı hiç şüphe duymadılar, PKK lılar da Abdullah Öcalan’a karşı hiç şüphe duymuyorlar. Peki, hal böyle iken şimdi kim kalkıp da sevginin “her kapıyı açabilecek”, insanlara derinlik ve nitelik kazandırabilecek bir duygusallık biçimi olduğunu savunabilir? Almanlar duygularına çok başarılı bir şekilde hitap etmesini bilen Adolf Hitler’e karşı şüphe duyabilselerdi, taparcasına sevmeselerdi, tarihin akışının değişmesi ve milyonlarca acılı ve göz yaşlı dramın engellenmesi mümkün olmaz mıydı?

İnsanlara nitelik kazandıran tek şey, insanın duygusallığına karşı şüphe duymaya başlaması ve onların haklı nedenlere dayalı olup olmamasını sorgulamasıyla ortaya çıkan “akıl” vasıtasıyla mümkün olmuştur. Çünkü ancak akıl vasıtasıyla insanlar kimin veya neyin sevgiye, nefrete, korkuya, güvene veya şüpheyle karşılanmaya laik olup olmadıklarını anlayabilirler. Kültürlerimizin bize yıllar boyunca dayattığı şeyleri sevmek, onlardan nefret etmek veya korkmak bir marifet veya erdem değildir. Önemli olan duygusallıklarımızın bizi ne derece doğru veya yanlış yönlendirdiğidir. Duygularımızı denetim ve kontrol altına almak da ancak bizim geliştirdiğimiz veya geliştiremediğimiz akıl ile ilgili bir sonuçtur. Duygusallık; doğanın bize armağan ettiği ve doğuştan sahip olduğumuz bir etkendir. Ama akıl hiçbir insanın doğuştan sahip olmadığı, zaman içinde geliştirip geliştiremediği bir ölçme, biçme, karşılaştırma aracıdır.

Aklın denetimine girmeyen, aklın süzgecinden geçmeyen doğal duygusallık, büyük ölçüde hemen her gün yaşadığımız sayısız adaletsizliklerin de en önemli nedenlerinden birisidir. Bu konuda en canlı örnek de hiç şüphesiz ki uzun yıllardır yaşanan Ermeni soy kırım meselesidir. Hepimizin bildiği gibi hemen hemen bütün batılı Hıristiyan ülkeler biz Türkleri Ermenilere karşı soy kırım uygulamış olmakla suçlamaktadırlar. Bu suçlamaların belirleyici unsuru da, Hıristiyan kültürlerin Ermeni camiasına sempati beslemesi ve buna karşılık Müslüman kimlikli Türklere daha mesafeli bakmalarıdır. Batılıların yıllarca Türk diplomatlarına karşı terör eylemlerinde bulunan Ermeni militanlarına sempati besleyip, Türkleri tarihi gerçeklikleri çarpıtmak pahasına suçlu göstermeleri; duygusallığın, ölçüsüz sevginin, aidiyet bozunumlarının bir göstergesi değil midir? Bu tür örnekleri çoğaltmak kolaylıkla mümkündür çünkü yaşanan haksızlıkların ve adaletsizliklerin birçoğunun altında yatan neden, insanların sevgi ve nefretlerini şüphesiz hiç sorgulamadan kontrolsüz ve ölçüsüz bir şekilde yaşamalarıdır. Batı dünyasının bize yaptığı haksızlıkları biraz da bu duygusal yaklaşımlar çerçevesinde incelemek muhakkak ki duygusallığın yıkıcı etkileri hakkında da yol gösterici olacaktır.

Haksızlık ve adaletsizlik her zaman karşısında olduğumuz ama ne yazık ki yaşama ait gerçekliklerdir. Çoğu zaman insanları, dostlarımızı ve siyasi liderlerimizi, ne yaptıklarına, bize ne yarar sağladıklarına bakmaksızın severiz veya sevmeyiz. Ancak bunu yaparken, ne yapıp yapmadıklarına bakmadığımız insanlara karşı da, Hıristiyan dünyasının aynen Ermeni soy kırımı meselesinde bize yaptığı haksızlık gibi haksızlıklar yapıyor olabileceğimizi düşünmeyiz. En azından iş dünyasında işini en iyi yapana değil, bize en sempatik gelene kolaylık gösterir, onun ilerlemesine ön ayak oluruz. Tartışmalı durumlarda yakınlarımızdan, sevdiklerimizden yana tavır takınır ama bunu yaparken de haliyle diğerlerine karşı da haksızlık yapmış oluruz. Kısacası hepimiz bir şekilde binlerce kez şahit olmuşuzdur ki, her haksızlık mutlaka kişisel çıkara ve maddi menfaatlere dayalı değildir ve yapılan haksızlıkların çok daha büyük bir bölümü bizim çoğu zaman duygusal nedenlerle hak edene değil, hak etmeyene destek vermemizden ve haklı olanı yalnız bırakmış olmamızdandır.

Duygularımızın varlığı bizi mutlu etmez, çünkü örneğin karşılıksız bir sevgi bizi fazlasıyla da mutsuz edebilir, ama akıl bizim duygusallıklarımızı rasyonelleştirerek mutlu olmamızı sağlayabilir. Sevmemiz gerekeni sevmememiz gerekenden, korkmamız gerekeni korkmamız gerekmeyenden ayırt edebilirsek, duygusallıklarımızı dolu dolu yaşayabilmemiz önünde de hiçbir engel kalmaz demektir. Bu açıdan bakıldığında sosyal hayatımızda yaşadığımız haksızlıkların ve adaletsizliklerin büyük ölçüde bizim <ı>ölçüsüz duygusallığımızdan, neyi sevip neyi sevmeyeceğimizi veya kimi hangi ölçüde sevmemiz /sevmememiz gerektiğini objektif bir şekilde değerlendiremememizden kaynaklandığını görürüz. Hangimiz bir insanı severken ve onun bu sevgiyi hak edip etmediğini ölçüp biçerek seviyoruz?. Aldatılıyoruz diye feryat ediyoruz. Peki, her aldatılışımızın arkasında biraz olsun bizim de kusurumuz yok mu dersiniz? Sevilmeyi hak etmeyen birisini seviyorsak bunda hasız yere sevilenin ne kusuru olabilir ki? Acaba kaç kişi evlendikten çok kısa bir süre sonra yanlış bir eş seçip seçmediğini sorgulamaya başlıyor dersiniz?

Duygularımızın ve duygusallıklarımızın açabileceği hiçbir kapı yoktur. Oysa akıl açılabilecek her kapıyı açabilecek en değerli anahtardır. Sonra şunu da belirtmeden geçmeyelim ki, duygusallıklarımız hiçbir acıyı tedavi etmez, hiçbir acıyı dindirmez, aksine ne kadar duygusalsak acılarımız da bir o kadar derin yaralar açar, derin izler bırakır. Ama akıl bizi en azından gereksiz, önlenebilir acılara karşı rahatlıkla korur. Hatta şöyle de sorabiliriz, <ı>“kocamdır, ister döver ister sever ” diyen kadın, sevilmek neyse de yediği dayakların nedenselliğini biraz da kendiliğinden oluşturmuş olmuyor mu?

Netice olarak her ne şekilde adlandırıyor, kategorize ediyor olursak olalım duygularımız bizim içine düştüğümüz dünyada ve bir mensubu olduğumuz toplumda duruşumuzu, tepkilerimizi dolayısıyla yaşam biçimimizi belirleyen en önemli faktörlerden birisidir. Ancak sadece duygularımızla mutlu bir yaşam sürmemiz mümkün değildir. Mutluluk için her şeyden önce akıl gerek, çünkü gerek özel hayatta, gerekse toplumsal yaşamda açılabilecek her kapıyı açabilen anahtar duygular değil akıldır. Ama duygular olmasaydı aklı da geliştiremezdik, o da ayrı bir mesele. Onun için duygularımızın önemini, değerini bilelim, onları layıkıyla yaşayalım ama bütün hayvanlarında duyguları olduğunu fakat sadece insanın aklını geliştirebildiğini unutmayalım. Hayvanlarla insanlar arasındaki yegane fark birilerinin aklının olması diğerlerinin ise olmamasıdır. Bütün insanlar aynı düzeyde duygusaldır ama bütün insanlar aynı seviyede akıllı değillerdir. İşte insanlar arasındaki farklılığın temel nedeni de budur. Akıl ise ne yazık ki süpermarketlerde, hipermarketlerde satılmıyor, ona sahip olmak için çok çalışmak gerekiyor çok...

07.12.2007

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..