Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Şubat '07

 
Kategori
Felsefe
 

Duyular, hisler ve duygular

Duyular, hisler ve duygular
 

İnsanın bu güne kadar bilimsel olarak pek araştırılmamış, bu nedenle de pek bilinmeyen yanlarından birisi de hiç şüphesiz ki onun duyusal, hissiyat ve duygusal yanıdır. Biz bütün bunları bilinemez olarak kabullendiğimiz ruhsal özellikler sınıfına sokar, üzerinde ciltler dolusu yazılar yazar ama onları anlaşılır ve bilinir kılmak için de fazla bir çaba harcamayız. Oysa günümüz bilgi birikimi artık bu konular üzerinde de bilimsel verilerden yola çıkarak fikir yürütmemize olanak tanımaktadır.

İnsanın duyusal, hissi ve duygusal yaşamı onun insanlık bilincine erişmesinin de en önemli etkinlikleridir. Duyusal dünyamız duyu organlarımız vasıtasıyla belirlendiği için günümüzde artık bilinmeyen hiçbir tarafı kalmamış bir dünyadır. 5 duyu organımız vasıtasıyla dış dünyamızın bilgilerini duyumsadığız uzun zamandan beri bilinmektedir. Duyu organlarımız vasıtasıyla dışımızdaki dünyayı görürüz, kokusunu alırız, sesini işitiriz, onun değişik tatlarını alırız veya bunların hiç birisi yetmiyorsa bu seferde dokunarak neliğini anlamaya çalışırız. Özetle duyu organlarımızın fonksiyonu bizim ile dış dünyamız arasındaki iletişimi kurmak ve bu sayede dışımızdaki dünyanın ilk bilgilerini almaktır.

Örneğin gözümüzün görmekten başka hiçbir fonksiyonu yoktur ve bu nedenle de gözlerin insanın dış dünyasının bilincine optik bir şekilde varabilmek için evrim sürecinde geliştirilmiş bir organ olduklarını kabul etmemiz mümkündür. Zaten gelişmiş bütün canlı varlıkların da aynı fonksiyonu yerine getiren organları olduğunu düşünecek olursak gözlerin gerek var oluş nedeni ve gerekse de fonksiyonları açısından aynı işlevleri yerine getirdikleri de kendiliğinden anlaşılır olur.

Aynı şekilde bedenimizi tepeden tırnağa donatan sinir sistemimiz vasıtasıyla da kendi iç dünyamızın bilincine hissederek vardığımız da bilinmeyen bir olgu değildir. Acıktığımızı, susadığımızı, canımızın yandığını, kalbimizin sıkıştığını, nefesimizin tıkandığını veya sıcaktan bunaldığımızı, üşüdüğümüzü hissederiz. Duyularla hislerimiz arasındaki temel farklılık bizim duyularımız vasıtasıyla dış dünyamızın verilerini alırken, hislerimiz vasıtasıyla da kendi bedenimizin, yani iç dünyamızın verilerini alıyor ve böylelikle de hem içinde yaşadığımız dış dünyanın hem de kendimizin, yani iç dünyamızın bilincine varıyor olmamızdır. Duyu organlarımızla beynimiz arasındaki veri transferinin de sinirler vasıtasıyla gerçekleşiyor olması durumu hemen hemen hiç değiştirmez. Çünkü netice olarak beyin ile gerek dış dünya ve gerekse de iç dünyamız arasındaki bütün veri transferleri sinir sistemimiz aracılığıyla gerçekleştiriliyor demektir. Beyin de bütün bu verilerin toplandığı ve duyumsanır hale getirildiği bir bilgi işlem merkezidir. Eğer beynimiz olmasaydı duyu organlarımız ve bedenimizi boydan boya kaplayan sinir sistemimiz de hiçbir işe yaramazdı. Buna karşılık tabii ki, duyu organlarımız ve sinir sistemimiz olmasaydı beyin de hiçbir veri girişi olmayacağı için iç ve dış dünyadan bihaber kalırdı.

Duyu dünyamız ve his dünyamız nispeten kolay anlaşılır olmalarına karşın duygu dünyamız hakkındaki fikirlerimiz henüz daha çok yetersiz düzeydedir. Bu nedenle de duygularımızın tanımı yaparken ve onların ortaya çıkış nedenlerini ve de işlevlerini tanımlarken fazlasıyla karıştırırız olayları. Duygularımızın anlaşılmazlığı ve onlar hakkındaki fikirlerimizin kafa karıştırıyor olması biraz da duygular üzerine şimdiye kadar çok yazılmış, konuşulmuş ve bu nedenle de fazlasıyla çarpıtılmış olmasındandır. Örneğin sevmek bizim en sıradan duygusallıklarımızdan birisi olmasına rağmen bu duygusallık türünü salt bir duygusallık olarak kabul etmek istemez ve onu daha çok metafizik alanının kavramları ile anlamaya ve açıklamaya çalışırız. Oysa diğer her canlı türlerinin de yaptıkları gibi biz de bir takım şeyleri severiz, bir takım şeyleri de sevmeyiz. Bu, bu kadar basit, normal ve doğal bir duygusallık olgusu veya eylemidir.

Duygular, duyu organları vasıtasıyla dış dünyasını, hisleri ve sinir sistemi vasıtasıyla da iç dünyasını algılayabilen insanın bütün bunlara karşı gösterdiği reaksiyonlarıdır. Hoşumuza giden bir şey gördüğümüz zaman onu beğenmemiz ona karşı gösterdiğimiz tepkiden başka bir şey değildir. Aynı şekilde hoşumuza gitmeyen, hatta daha da ötesi bu hoşnutsuzluğumuzu bile aşabilen bir şey gördüğümüzde gösterdiğimiz duygusallık da yine etki tepki kuralları çerçevesinde gerçekleşen bir reaksiyondur. Antipati duyarız veya daha da yoğun bir tepki halinde de kızarız, öfkeleniriz, nefret ederiz hatta belki de iğreniriz. Ama ister beğenelim, ister beğenmeyelim, karşı olalım gösterdiğimiz her tepki bizim bilincimiz dışında gerçekleşen tepkisel bir duygusallıktır.

Biz hiçbir şeyi isteyerek sevmeyiz veya nefret etmeyiz. Sevişlerimiz de, öfkeleniş veya nefretimizde daima bizim karşı karşıya olduğumuz bir şeye, kişiye veya olguya gösterdiğimiz duygusal bir reaksiyondur. Şunu sevelim veya bundan nefret edelim diye irade çerçevesi içinde bilinçli bir şekilde verdiğimiz hiçbir tercih ve karar yoktur. Severiz veya sevmeyiz. Sevişimiz de sevmeyişimiz de mutlak bir şekilde verdiğimiz duygusal bir tepkidir. Sevebileceğimiz bir şeyden istesek de nefret edemeyiz veya tersine nefret edeceğimiz bir şeyi de kendimizi ne kadar zorlarsak zorlayalım sevemeyiz. Atalarımız uzun yıllar önce söyledikleri gibi: zorla güzellik olmaz!

Sevgi sözcüğü son yıllarda iyice dilimize yapışır oldu ve sanki sevgi her derde deva bütün sorunların sihirli bir ilacı gibi algılanır, pazarlanır oldu. Seviyorsak, sevebiliyorsak bütün sorunlar kendiliğinden çözülecek ve bütün dertler bitecekmiş gibi haller oldu duygusal dünyamızda. Oysa sevgi üzerine yazılan ve konuşulan bütün palavralar insanların kafalarını karıştırmaktan başka hiçbir işe yaramamaktadır. Biraz daha fazla severek dünyayı daha yaşanır bir hale getirebilecek olsaydık, örneğin bir Adolf Hitleri veya küçük çocuklara tecavüz eden bir cinsel sapığı da sevebilmemiz mümkün olurdu. Oysa bunlar ne mümkün ne de herhangi bir faydası olan eylemlerdir. Biz ne Adolf Hitler’i ne de bir cinsel sapığı sevebiliriz. Zaten onları sevebiliyor olsaydık da onları değiştirmemiz sevilecek insanlar haline getirmemiz yine de mümkün olamazdı. Evet, hiç şüphesiz ki hepimizin sevebileceği bir dünyada yaşıyor olsaydık hepimiz birbirimizi sevebilir ve bir arada yaşamaktan da büyük keyif alabilirdik. Ama böyle bir dünya da yaşamadığımız için de sevdiğimiz şeylerle olduğu kadar sevmediğimiz şeylerle de beraber yaşamak zorundayızdır. Bunun için de sevgiyi, birbirimizi sevmeyi salık vermenin de saçmalıktan başka bir fonksiyonu yoktur. Çünkü biz sevebileceğimiz şeyleri zaten severiz, sevemeyeceğimiz şeyleri de zaten sevmeyiz, hatta onları itici bulur onlardan nefret ederiz. Bu nedenle de toplumsala sorunlarımızın çıkış noktası, nasıl daha çok sevebileceğimiz sorunu değil, dünyayı ve insanları nasıl daha sevilir bir hale getirebileceğimiz sorunudur.

Duygusal dünyamız hakkındaki bilgisizliğimiz insanları çok yanlış bir şekilde duygulu ve duygusuz olarak kategorize etmemizin de temel nedenidir. Zannederiz ki bizden farklı şeyleri seven insanlar duygusuzdurlar. Oysa duygusuz bir insanın var olabilmesi tamamen bir olanaksızlık halidir. Herkesin duyguları vardır ve herkes de bir anlamda kendi duygusallığının yönettiği bir karmaşa da yaşar. Bebeklerin doğar doğmaz attıkları ilk çığlık da bir memnuniyetsizlik, mutsuzluk ifadesi değil midir? O çığlık ilk duygusal tepki değil midir?

Hepimizin aynı şeyleri sevmiyor olmamız ve hatta birimizin sevdiğini diğerimizin sevmemesi, daha da ötesi itici bulması birimizin veya diğerimizin duygusallıktan daha fazla nasibimizi almış olmamızdan kaynaklanmaz. Aksine hepimiz duygusalızdır ama birimiz bir şeyi severken diğerimiz de ondan hiç haz almayabilir. Ki bu farklılığımız da zaten bizleri birbirimizden o kadar farklı kılan en önemli etkendir. Birimizin lahmacun severken diğerimizin de zeytinyağlı enginar sevebilmesi kadar basit, anlaşılır ve nedensellik yasalarıyla açıklanabilecek bir olgudur, farklı zevklerimizin ve farklı beğenilerimizin olması. Bizim birbirimizden farklı zevklere sahip olmamızda tamamen bizim kişiliksel yapımızdan kaynaklanır, ki bu da bizim yaşamımız boyunca topladığımız bilgi birikimi ve edindiğimiz tecrübelerin doğal bir sonucundan başka bir şey değildir.

Duyusal, hissi ve duygusal dünyamızın gerçek dışı ve çarpık bir şekilde algılanışı bizim kendimizi de aslında hiç sahibi olmadığımız yeteneklere sahipmişiz gibi düşünmemizin ve kabul etmemizin de temel nedenidir. Kişinin kendisini yanlış algılaması! Örneğin insanların birbirleriyle telepati yöntemiyle zihinsel ilişki kurabildikleri varsayımı senelerce çeşitli üniversitelerde bilimsel olarak araştırılmış ama hiçbir şekilde de doğrulanamamış bir konudur. Aynı şekilde empati olarak tanımladığımız insanın başka bir insanın duygu ve hislerini duyumsayabileceği veya hissedebileceği varsayımı da telepati gibi saçma sapan bir olanaksızlık halidir. Çünkü biz biliriz ki, dış dünyadan her hangi bir şekilde veriler alabilmemiz ancak 5 duyu organımız vasıtasıyla mümkündür ve bunlarla da ne karşımızdaki bir insanın sinir sistemi ile ne de onun beyni ile iletişim kurmamız mümkün değildir. Diğer taraftan da bir şeyleri hissedebilmemiz ancak kendi sinir sistemimiz vasıtasıyla mümkün olabileceği ve bizim sinir sistemimiz de kendi vücudumuzun dışına erişmediği için dışımızdaki bir insanla hissi bir iletişim kurmak da hiçbir şekilde mümkün değildir. Duygularımız paylaşıyormuşuz! Sevsinler duygularını birbirleriyle paylaşabilenleri. Hadi benim karnım aç, gelsin de birisi benim açlığımı paylaşsın ve açlığımı yarı yarıya dindirsin. Duygularımızın yukarıda belirttiğimiz gibi bir haber alma sistemi değil, sadece bizim dış dünyamıza karşı koyduğumuz bir tepkiler bütünlüğü olduğunu düşünecek olursak telepatik ve empatik yetkinliklere sahip olmamızın olanaksızlığı da kendiliğinden ortaya çıkar. Tabi eğer bunu kendimizi bir an için duygusallık saçmasallığından soyutlayabilir ve anlayabilirsek.

Kısacası gerek telepati ve gerekse de empati olarak tanımladığımız güçler, yetkinlikler veya beceriler insan gerçekliği ile uzaktan yakından hiçbir şekilde alakası olmayan hayal ürünü saçmalamalar ve palavralardır. Buna karşılık insanın başka bir insanın duygu ve hislerini tahmin edebilmesi elbette ki kolaylıkla mümkün olan zihinsel bir beceridir. Ama ne var bunun için de ihtiyaç duyduğumuz şey ne duyularımız, ne hislerimiz ne de duygularımızdır. Bizim dışımızdaki dünyayı duyularımızın ötesinde anlayabilmemiz yalnız ve yalnızca aklımız vasıtasıyla mümkündür. Eğer biz yeterince insan bilgisine sahipsek, onun hangi koşullar altında ne ihtiyaçlar duyabileceğini, neler düşünebileceğini, neler hissedebileceğini biliyorsak, karşımızdaki bir insanın da içinde bulunduğu koşullar çerçevesinde ne düşünüyor veya ne hissedebiliyor olabileceğini kolaylıkla anlayabiliriz. Koşul: nedensellik kurgusunu kurabilmek. En basitinden kızgın güneş altında gün boyu çalışan ve kan ter içinde kalmış bir işçinin yorgunluk ve susuzluk hissedeceğini anlamak için ne telepatiye ne de empatiye ihtiyaç duymayız. İnsan bilgisi ve hayat tecrübesiyle olgunluğa erişmiş aklımız bize onun duygu ve hislerini yeterince yansıtacak anlamımıza olanak sağlayacaktır. Özellikle son yıllarda akıllı olmaları gerektiğine inandığımız koca koca insanların, düşünürlerin, profesörlerin, yazarların karşılarındaki insanların duygu ve hislerini akıllarıyla değil de olması mümkün olmayan bir empati yetenekleri ve becerileri ile anladıklarına inanmaları olsa olsa onların akıllarına yeterince güvenmemeleri ile açıklanabilecek bir şaşkınlık ve hatta bilinçsizlik halidir. Tabi burada sana ne be adam, bırak kim dünyayı neresiyle anlarsa anlasın demek de mümkündür ama ne var, bu adamlar sokaktan geçen insanlar değiller ki. Onlar her gün gazete köşelerinde yazıyorlar ve TV ekranlarında da ahkâm keserek insanın kafasını karıştırmak konusunda birbirleriyle yarış ediyorlar. Fatih Sultan Mehmet İstanbul kapılarındayken Bizanslılar meleklerin cinsiyetini tartışıyorlarmış, peki şimdide empatik güçlerimizle, pozitif düşünce yöntemlerimizle, birbirinden garip düşünce becerilerimizle yaşadığımız dünyayı aynı şekilde çarpıtmıyor muyuz? Adam pozitif düşünüyormuş! Türkiye’de her şey yolundaymış, hiçbir sorun yokmuş, sorun olduğunu iddia edenler münafıklarmış vb, vb, vb…

Netice olarak yazdıklarımızın hepsini kısaca toparlamak gerekirse biz duyu organlarımız vasıtasıyla dış dünyamızın, sinir sistemimiz vasıtasıyla kendi iç dünyamızın bilgilerine vakıf olur ve bütün bunları geliştirebildiğimiz ve geliştiremediğimiz aklımız vasıtasıyla bilinçli ve bilinçsizce algılarız. Duygularımız dış dünyamıza vereceğimiz dürtüsel tepkilerimizin de ilk belirleyicisidir. Zamanla aklımızı geliştirebildiğimiz oranda tepkilerimizi akıl süzgecinden geçirmeye başlar, insanlık bilincine eriştiğimizden ve uygarlaştığımızdan söz edebiliriz.

Duyularımız ve hislerimiz bizim doğuştan sahip olduğumuz organlarımız vasıtasıyla iç ve dış dünyamızın verilerini alış biçimimizdir. Bunlar için herhangi bir eğitim almamız gerekmez. Örneğin görmeyi veya açlık hissetmeyi öğrenmeyiz, bunları doğduğumuz günden itibaren yapabiliriz. Duygularımız, yani dünyaya karşı verdiğimiz reaksiyonlarda doğuştan sahip olunan ve öğrenilmesi gerekmeyen bir tepkiselliğimizdir. Buna karşılık aklımız doğuştan sahip olmadığımız, zaman içinde geliştirebildiğimiz veya geliştiremediğimiz bir beceridir. O da tamamen aldığımız eğitimin, edindiğimiz kişisel tecrübelerimizin ve her şeyden önce de edindiğimiz bilgileri sorgulama yetimizin niteliği ile doğru orantılı olarak geliştirilebilir. Bu nedenle de Allah bütün insanlara akıl vermiştir demek kadar saçma bir varsayım yoktur. Yeni doğan bir bebek tamamen akıldan yoksun bir şekilde dünyaya gelir. Ama o dünyayı kısa zamanda duyumsamaya, kendi iç dünyasını hissetmeye başlar ve doğduğu ilk andan itibaren de duygusallığını yaşar. Bu nedenle de dünyanın bütün bebekleri doğdukları anda zihinsel olarak birbirinin tıpatıp aynılarıdır. Aralarında hiçbir fark yoktur. Aralarındaki fark zamanla, eğitildikçe ortaya çıkmaya başlar. Çünkü onların önceleri tamamen yüzde yüz duygusallıkları ile belirledikleri tepkileri, daha sonra da yavaş yavaş da olsa geliştirebildikleri aklın süzgecinden geçmeye başlar.

Doğruyu söylemek gerekirse, insanlara, “ahh hanımefendi, beyefendi, ne kadar duygusal bir insansınız” sözleriyle iltifat yaptığım zaman, kendimi hiç iyi hissedemiyorum. Keşke bu kadar duygusal olmasalardı da onlara akıllı olduklarını söyleyerek iltifat yapabilseydim diyorum…

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..