Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Temmuz '09

 
Kategori
Kültürler
 

Ebruli düşlerimiz...

Ebruli düşlerimiz...
 


Bir düş gördüm. Kızıl tan aydınlığında kınalı kuzular... Kızıl şafağın ardındaki ak bulutların arkasına saklanmış güneş, altın rengi hareler yollamış, sabahın ilk altın ışıklarıyla okşuyor bembeyaz kuzuları, tek tek...

Dağların eteklerine inmiş sisin alacasında, bir çoban... Kızıla kesilmiş çayı arkasına almış, sürüyü vadiye indiriyor. Birazdan gün ağaracak. Bir horoz ötecek uzaklarda.. Belki bir çıkrık sesi, sabahın sessizliğini bozacak. Canlılar kıpırdanmaya başlayacak güneş yükselirken...

Ne zamandır böyle düşler görmeye hasret kalmışım. Yoksa, yok etme sırası düşlerimize mi geldi şimdi de.. Mavi, yeşil, alacalı, gümüş rengi, şarabi, kurşuni, kızıl düşlerimizi almasınlar bizden! Zifiri düşlerle limoni düşler, isterlerse onların olsun!

Ama, ille de ebruli düşler... Ebruli düşlerimizi kimselere veremeyiz. Ebruli düşlerimiz, “halkların kardeşliği” düşlerimizdir bizim. En insanca.. en gerçekçi düşlerimiz!...

Zelin Artuğ


***


Bir yorum, bir çağrışım...


Sevgideğer Zelin...

Yazı yazmak, pek bana göre bir iş değil.. Sitenizde, senin ve dostların yazdıklarınızı her gün okuyorum okumasına da blog nasıl yazılır pek bilemiyorum. Bu konuda oldukça deneyimsiz olduğumdan, yazdıklarım genellikle mektup biçiminde yazılar oluyor.

Şimdi düşünüyorum da, en son 1987 yılında, cezaevinden eşime mektup yazmışım.. Oysa gençliğimde uzun uzun mektuplar yazardım arkadaşlarıma. Özlemişim mektup yazmayı.

Birini alıyorsunuz karşınıza, hiç sormadan, şu an yaptığım gibi ne geçiyorsa aklınızdan, yazıyorsunuz. O an sizi dinlemediğini de biliyorsunuz tabii. Olsun, dinlemesin. Sevdiğiniz birine yazıyorsanız bu satırları, nasıl olsa okuyacaktır yazdıklarınızı, öyle değil mi?

***

Sevgideğer Hazan..( Tharıkof sofrasının sevgideğerlerinden, onun adının Taner olduğunu da öğrenmiş bulunuyorum) Bitmeyen Dans adlı yazıya yaptığı yorumda çok doğru bir saptama yapmış:

“İç içe yaşasak da Kafkas kültürüne yabancı kalmışız.”

İşte onun bu sözünden yola çıkarak görüşlerimi yazmak istedim.

Kafkas kültürü ve dilleri yaşamalı ve yaşatılmalı.

Türkiye’de Türk Milleti yaratma politikası, diğer kültürlerin inkarı biçiminde uygulandı.
Milliyetçilik ve ırkçılık, etnik gruplara uygulanan yanlış ve kötü politikalarla, neredeyse birbirinden ayırt edilemeyen kavramlara dönüştürüldü.

Kafkaslara gelelim.. Kafkasların büyük bir çoğunluğu diyasporada yaşıyor. Kafkaslar
gerek Türkiye’de gerekse yaşadıkları diğer ülkelerde hiçbir toplumsal problem yaratmadılar. Hatta bulundukları ülkelerde en sadık vatandaşlar olarak kaldılar, yaşadıkları ülkelere katkıda bulundular.

Günün baskıcı yönetimlerinden, kendileri için hiç bir talepte bulunmadılar.

Bu kültür can çekişiyor. Dil unutuluyor. Bugün, benim gibi dilini bilen çok az Çerkez var. Ben dilimi biliyorsam, bunu da köyde doğup büyümeme borçluyum. Bugün köylerde de dilini bilen kalmadı.

Hiç unutmam, köy ilkokulunda okurken, dilimizi evde bile konuşmamız yasaklanmıştı. Yasaklayan öğretmenim, anneme de “anne” diye seslenirdi. Yıllar sonra o öğretmenin, milliyetçi ve ırkçı bir partinin taraftarı olduğunu öğrendim. Buna ne demeli?

Ben, bütün halklara, kültürlerine ve dillerine saygı duyuyorum. Onların yaşaması ve yaşatılması için çaba gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Eğer Kafkas kültür ve dilinin yaşaması ve yaşatılması için resmi olarak bir şeyler yapılmış olsaydı, Sevgideğer Hazan, yukarıya aldığım cümlesini kurmaya gerek görmeyecekti.

Benim anlayışıma göre, şu koskoca dünyada saf ırk, saf kültür, saf dil yoktur! Irklar, kültürler, diller birbirinin karışımıdır. Senin .. benim değil.. herkesindir. Evrenseldir!..

Az önce “cici kızım Fevziye” odama bir bardak suyla geldi, “Size su getirdim.” dedi. Çince mi konuştu şimdi benimle, kızım? Evet.. çoğumuz bilmeyiz Türkçe’deki Türkçe sandığımız ‘su’ sözcüğünün Çince olduğunu.

(Bunları senin sözün üzerine yazıyorum Hazan.. Yoksa amacım, insanlara ahkam kesmek değil.. Aslında buna benzer nice sözcük var diller arası.. Bu, yalnızca küçük bir örnek..)

***

Hikayeci Ömer Seyfettin, hikayelerini arı Türkçe ile yazardı. Ortaokul sıralarındayken, öğretmenlerimiz onun hikayelerinde kullandığı Türkçe’yi, arı dile örnek gösterirlerdi. Öğretmenlerimizin onun hikayelerini okuttuklarını anımsıyorum, derslerimizde.. Tam olarak hepsi kalmamış aklımda. Kaşağı hikayesi, bunlardan biriydi. Sen de anımsayacaksın, eminim.. Dadaruh adında bir uşak karakteri vardı hikayede.

Ara sıra televizyon programlarını izlerim. Bunlardan birinde, bir şarkı yarışmasında, jüri üyelerinden biri Bülent Ersoy’a dönerek, şöyle söyledi: “ Bir mail aldım senle ilgili.. Senin, programda “dadaruh ettiğini” söylüyorlar.”

Bülent Ersoy, ne “dadaruh”u biliyor, ne de “dadaruh etme”yi.. Böyle bir cümle, baştan sona yanlış zaten!.. Derken bu konuşma, basının magazin sayfalarında da yer aldı. Kimsenin aklına Ömer Seyfettin gelmedi tabii..

Bir akşam, Okan Bayülgen, bir başka programda bu konuyu gündeme getirdi ve birlikte program yaptıkları Hakkı Devrim’e “Dadaruh ne demek hocam?” diye sordu. O şirin duruşuyla Hakkı Devrim, bu sözcüğün anlamını hiç duymadığı, bilmediği şeklinde bir şeyler yuvarladı.. Program devam ederken Türkçe sözlükler getirildi, bakıldı.. Bu sözcük, Türkçe sözlüklerde de yoktu.

***

Şimdi ben açıklıyorum “dadaruh” sözcüğünün anlamını!..

Türk milliyetçiliği ile bilinen Ömer Seyfettin, aslında Çerkez kökenli bir yazardır. Yazdığı hikayeler ise, konuk odalarında, konukların kendi aralarında anlattıkları hikayeler.. Bu hikayelerin hiçbiri, yazarı tarafından kurgulanmış hikayeler değil. Kaşağı da.. Diyet de.. birer Kafkas hikayesi. Bu hikayeleri bugün, Kayseri’deki okuma yazması olmayan orta yaşlı bir adamdan dinleyebilirsiniz.

“Dadaruh”a gelince... Bu, halkın uydurduğu, Çerkezce bir sıfat.. Çocukluğum köyde geçti benim. Erkek çocuklar, ya da biraz paspal bir yetişkin için kullanıldığını anımsıyorum.

Türkçe’de “ısırgan otu” diye bir sözcük vardır. “Isırgan” sözcüğü için sıfat-eylem diyebilir miyiz, bilmiyorum. Dadaruh da böyle bir sözcük işte.. Sıfat-eylem!.. Çerkezce, “çok gaz çıkaran”, “ çok yellenen”, “kokarca” anlamlarında bir sözcük.

(Sevgili Hazan.. Birbirimizden ne kadar habersiz yaşıyoruz, değil mi? Bu ülke insanları, tıpkı balık gibi birbirinden habersiz. İnsanlarımız, kendi kültürlerine yabancı..)

Hikaye sanatına da.. yazarına da söylenecek çok lafımız var. Yapılması gereken pek çok da işimiz...

Hepinizi, saygı ve sevgiyle selamlıyorum.


Muzaffer Tokmak, Temmuz 2009, Ankara


***

Sevgideğer...

İnsanlarımızın kendi kültürlerine yabancı olmaları çok doğal. Çünkü resmi politikalar ve bunlardan geri kalmamacasına... halkın içinden bazı mal mülk sahibi “egemen”ler ve bunların taklitçileri de işlerine gelmeyen kültürlere baskılar uyguluyorlar! Ezenin ezilene, bir “kendi kültürünü dayatması”dır gidiyor bin yıllardır. Bu yüzden, çocuklar ana babalarına; kardeşler birbirlerine düşman oluyor. Can cana insanlar kolaylıkla, kendi kültürlerini yok sayan bu saçma sapan kültürlerin saçma sapan kurallarına yenik düşüp, birbirlerine yedi kat yabancı olarak, egemen kültürlerin içinde eriyip gidiyorlar.

Haklısın dosto! Hikaye sanatına da... yazarına da... –ayrıca- bu sapına kadar gerçek (!) hikayelere de söylenecek çok sözümüz var. Yeter ki söyleyecek sözümüz, söz söyleyecek gücümüz olsun! Yeter ki yüreğimizin feri sönmesin!


Zelin Artuğ, Temmuz 2009, Yeryüzü

 
Toplam blog
: 142
: 969
Kayıt tarihi
: 04.07.08
 
 

Yaşam, sorulardan ve yanıtlardan oluşmuş. Her soru, aynı zamanda kendinin yanıtı... Çift yumurta ..