Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ocak '10

 
Kategori
Edebiyat
 

Edebiyat Eleştirmeni Olarak Oktay Akbal

EDEBİYAT ELEŞTİRMENİ YANIYLA OKTAY AKBAL 2009 yılının son günlerinde Oktay Akbal, Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde Sait Faik’ten bir alıntı yaparak Türk edebiyatçılarının yaşadıkları sıkıntıları anlatmıştı: “Annesi, ‘kaç tane hikâye kitabın çıktı’ diye sorduğunda, Sait Faik çok da saf bir cevapla çekildiği tuzağa düşer: Böbürlendim: ‘Onuncu çıkacak’ dedim. ‘Kaç para aldın hepsinden’ dedi. Hani bir paradan söz açılınca kızaran burjuva çocukları vardır, onlar gibi oldum, kızardım: ‘1200, bilemedin 1300’ dedim”. Bu cevabı alan anne vay benim enayi oğlum diyerek mutfağa tarhana çorbasını pişirmeye geçer.” (Akbal, Cumhuriyet Gazetesi, 20.12.2009) Akbal kendini düşündüğünde annesinin bu soruyu kendisine hiçbir zaman sormadığını itiraf eder. Annesinin her zaman yanında olduğunun bilincindedir. Ancak Akbal, annesinin de edebiyatla ekmek parası çıkarılmayacağını bildiğini bu yazısında dile getirir. Bu kısa hatırat bile yazarların, en yakınlarının gözünde yazarlıklarının maddî olarak önce kendilerine sonra da yakınlarına bir şey kazandırmağının kanıtıdır. Yazarlık acaba hayatı kazanmak için mi yapılmalıdır? Yoksa hayata bir şeyler katmak için mi? İşte bu çelişkiyi içlerinde yaşayan edebiyatçılarımız her zaman hayata, insanlara bir şeyler katmak inancıyla önce beyinlerini sonra da kalemlerini yılmadan konuşturmuşlardır. 20. yüzyıl Türk edebiyatında kalemlerini konuşturan önemli edebiyatçılarından biri olarak kabul edilen Oktay Akbal, 1923 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. İlk gerçekçi romancılarımızdan Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın torunudur. Ortaöğrenimini çeşitli Fransız okullarında ve İstiklâl Lisesi’nde tamamladı (1942). Bir dönem İstanbul Hukuk (1944) ve Edebiyat (1946) fakültelerine devam etti, fakat yüksek öğretimini yarıda bırakarak kendini yazarlığa verdi. Servet-i Fünun - Uyanış dergisinde bir yıl sekreterlik yaptı, 1947-1951 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda çalıştı. Fakat yaşamını asıl anlamda gazetecilik yaparak kazandı. 1939-1940 yıllarında Yeni Sabah ve İkdam gazetelerinde çevirileri ve öyküleri yayımlandı. Vakit gazetesinde eleştiriler ve tanıtma yazıları yazdı (1944-1946). Büyük Doğu dergisinde her hafta “Dünya Fikir Sanat Hareketleri” sütununu yazdı, kendisinin belirttiğine göre J. P. Sartre ile Existentialisme’den ilk kez burada konu açtı. 1951-1956 yılları arasında Vatan gazetesinde, düzeltmen, sekreter ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı. 1956'da “köşe yazarlığı”na başladı. 1969 yılından 1991 yılına kadar Cumhuriyet gazetesinde çalıştı. Bir dönem Milliyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptıktan sonra şu günlerde Cumhuriyet gazetesinde yazı hayatına devam etmektedir. Oktay Akbal, bir asra yaklaşan hayatı boyunca Türk edebiyatına büyük katkıları olan bir yazarımızdır. Akbal’ın Türk Dili dergisinde Türk ve dünya edebiyatlarından eserleri ele alan, tanıtan, eleştiren yazılarının yanı sıra şiir çevirisi ve hikâye gibi 74 edebî metni yayımlanmıştır. Edebiyat bilimi ile uğraşanlara göre edebî eleştirinin bir tanımlamasını yapmak onun edindiği amaçları ve kullandığı yöntemleri önceden belirtmek demektir. Edebiyat eleştirisini edebiyat bilimcileri “eski ve çağdaş eser yaratıcılarını aydınlatmak, açıklamak ve onlara değer biçmek olarak” tanımlamaktadırlar. (Carlaut – Fillox, 1985: s.5) Oktay Akbal da Türk Dili dergisindeki yazılarıyla hem Türk, hem de Batı edebiyatçılarının eserlerini okurlara açıkladığı, değer biçtiği gibi ele aldığı yazarlara karşı bir yön gösterici ve aydınlatıcı bir rol de üstlenmiştir. Oktay Akbal, Türk Dili dergisinde hikâye, şiir, eser tanıtım ve değerlendirme yazıları ve Batı dillerinden yaptığı edebî çevirilerle bir kalem ustası olarak kendini göstermiştir. Bu yazımızda Akbal’ı edebî eser tanıtım ve eleştirisi adına yazdıkları ile ele almaya çalışacağız. Bu yaklaşımı sergilerken de yazıları açısından belirli bir kronolojik takip değil de eser tanıtım ve eleştiri konusu çerçevesi içinde kalmaya çalışacağız. Bu nedenle Türk Dili dergisinde yayımlanan bütün yazılarını değil sadece söz konusu alanda kaleme aldığı yazıları göz önüne alacağız. Türk Dili dergisinin Temmuz 1960 sayısında Gide’yi Okurken adlı yazısında Akbal, Yeni Nimetler adlı eserinden yaptığı alıntıyla “hayatı başkalarının sana sunduğu şekliyle kabul etme” diye yol gösteren Gide’nin çizdiği yolu takip eder: “Hayatın daha güzel olabileceğine inandır kendini; hayatın, hem senin, hem başkalarının hayatının daha güzel olabileceğine inanmadığın an olmasın…. Kabul etme. Hayatın hemen hemen bütün acılarından Tanrı’nın değil de insanların sorumlu olduklarını anladığın günden sonra bu acılara bir daha razı olmayacaksın. Hiçbir şeyi putlara feda etme.” (Akbal, 1960: s. 511) Akbal, söz konusu eseri ilk okuduğu yıllarda bir lise öğrencisi olmanın verdiği coşkuyla Gide’nin çizdiği bu yolda putlara inanmayacağı, hiçbir şeyi, hiç kimseyi putlaştırmayacağı konusunda kendisine söz verir. İki dünya savaşı arasında Avrupa’da insanoğlunun düşünüş ve duyuşuna yaptığı büyük etkinin yadsınmadığını savunan Akbal, Gide’nin sadece iyi bir şair, denemeci ve romancı olmadığını aktarır. Ona göre Gide, “kişioğlunun görüş açısını genişten, insana kendi kendisinden kurtulmasını, yepyeni duygular, izlemler, duyular keşfetmesini öğreten” bir öncüdür. Akbal, Gide’nin Yeni Nimetler adlı eserini olgun çağlarında tekrar okurken, “hayata, bu şaşırtıcı mucizeye hayranlıkla bakacağım, yaşamak denen şaşırtıcı mucizeye niçin yeterince hayranlık duymadığımı düşüneceğim” diyerek “Hiçbir şeyi putlara feda etme sözünün anlamını, değerini yaşadıkça duyacağım. Yaşadıkça hiçbir şeyi putlara feda etmeyeceğim” sözünü kendisine ve okurlarına bir edebiyatçı olarak tekrar hatırlatır. (Akbal, 1960: s.512) Şubat 1959’da kaleme aldığı bir yazısında Akbal yazarın özgürlüğünü tartışmıştır. Ona göre yazar özgür olmalıdır. İnsanoğlunun bu dünya üzerinde bıraktığı iz olarak kabul edilen uygarlığın tarih sahnesinde belirişi, düşsel gibi görünen bir takım duygu ve düşüncelerin özgürce gerçekleştirilmesinden başka nedir ki? Yazar özgür olmalıdır, ancak hiçbir dönemde bu ideal özgürlüğe ulaşılamamıştır. Eski çağlardan beri özgür düşünceli yazarlar önlerinde yaratıcılıklarının önünde engeller bulmuşlardır. Bu engellerin ilk akla geleni her çeşidi ile siyasal iktidarlardır. Geniş halk kitleleri de özgür yazarların yetişmesini önlemek, yetişenleri ürkütmek, onları yollarından caydırmak için ellerinden gelen baskıyı yapmaktan geri kalmazlar. Halk kitlelerini oluşturan bireyler bir takım yerleşmiş düşüncelerin, alışılagelmiş kanıların, ezberlenmiş yargıların çevrelediği bir dünyada yaşarlar: “Okudukları, kitaplar, gördükleri eğitim, aldıkları öğrenim onları belirli bir kişiliğe, bir anlayış seviyesine getirmiştir. Dünya görüşlerini kökünden yıkacak, inançlarını sarsacak herhangi bir fikir, değişik bir görüş huzurlarını kaçırır. Bu yüzden özgür düşünceden korkarlar. Yeni akımlara karşı gösterilen şiddetli tepki, yeni düşüncelere, yeni duyuşlara karşı beslenilen karşı koyma direnci bu korkunun sonucudur. Alışkanlıkları değiştirmek bir çaba işidir. Kişioğlu ise çabadan hoşlanmaz. Elde ettiği bilgileri, düşünceleri atıp yenilerini öğrenmek çoğu kişinin hoşlanmadığı bir durumdur. Yaratıcı sanatçıların, düşünürlerin içinde yaşadıkları toplumlarda, bu toplum hangi uygarlık ölçüsüne ulaşmış olursa olsun karşılaştıkları direnç tepkisinin özünde işte bu çabadan kaçma isteği vardır.” (Akbal, 1959: s.246) Akbal’a göre yazarlar yaratıcılıklarını işte bu direnci kırmak için ortaya koymak zorundadırlar. Kendisine verdiği “hiçbir şeyi putlaştırmayacaksın” sözü burada anlam kazanır. Ona göre toplumun baskısı karşısında sinen, geri adım atan, alışılmış düzene kendini kaptıran yazarlar yaratıcı olmaktan uzaklaşırlar. Yazar için, gerçek anlamda yaratıcı bir yazar için yaratma özgürlüğü, her yerde, her çağda, her ülkede var olmuştur. İnsanoğlunun içinde taşıdığı bu iç alevi sayesinde uygarlıklar tarih sahnesinde boy gösterebilmişlerdir. Akbal’a göre yazarlara düşen görev, özgürlüğü her değerin üstünde tutmak olmalıdır. Özgürlükle yaratıcılık Akbal’ın düşünce dünyasında eş değerdedir. Biri sönünce diğeri de yok olur. Benzer bir yaklaşımla Kléber Haedens’in Roman Sanatı adlı eserini ele alırken de karşılaşırız. Akbal, yaratıcı bir yazar için tek bir temel dayanak noktasının varlığını kabul eder. Bu da yazarın kendi kişiliğidir. Yazar, başkalarının belirlediği kurallara, çizdiği yollara, temel fikirlere alışılagelmiş ilkelere karşı koyduğu oranda benzersiz başarılara imza atabilir. Önceden belirlenmiş kaideleri baş tacı yapanlar ise, o kaideler olmadan ne yapacaklarını pek bilmeyenlerdir. Akbal’ın kendi yoluna ışık tutan “putlara tapmayacaksın” ilkesi burada da kendini gösterir. Bu kural onun için edebî bir tutarlılık oluşturmuştur. Bu kuralın varlığı, Akbal’ın edebiyat eleştirisi yazılarında her zaman gözlenmektedir. Akbal bu çizgide yaratıcılıklarını ortaya koyan yazarların kendi kişiliklerinde taşıdıkları cevheri ortaya dökeceklerini ve kendi zenginliklerini yeryüzüne armağan edeceklerini ifade eder: “…Bu hep böyle olmuştur, hep böyle olacaktır. Cılız eleştirmenlerin, piyasa romancılarının, gündelik anlayış ve düşünüşlerin bütün karşı koymalarına rağmen her yaratıcı kendine yeni bir yol arayacaktır. Her yaratıcı kendi sanatının ilkelerini, kurallarını kendi getirecektir.(Akbal, 1953: s. 704) Akbal, Haedens’in tanıtımını yaptığı söz konusu eseriyle “romanı bağlayan bağları kırmak, koparmak” istemiştir. Haedens bu kitabıyla yazarlara yol göstermek, önünü aydınlatmak, iddiasında da değildir. Akbal’a göre Haedens, yazarın özgürlüğüne, yaratmasındaki başıboşluk içindeki düzene inanmaktadır. Bu eseriyle Haedens, bir anlayışın hicvini yapmak, okuyucuların dikkatini bu çeşit boş laflar, gülünç anlayışlar üzerine çekmek istemiştir. Roman, edebî bir tür olarak belli bir hikâyeyi, başı sonu belli bir olayı anlatır. Roman Sanatı adlı eserinde Haedens, bu edebî türün sadece olay demek olmadığını iler sürer. Ona göre yaratıcı yazarlar olayı çok geri planlara atan, büyük başarıda romanlar ortaya koymuşlardır. Akbal’ın eserden alıntıladığına göre, klasik yazarlar olaylarını mitolojiden, tarihten, ilkçağ yazarlarından veya çağdaşlarından almaktan hiç çekinmezler. Çünkü yaratıcı bir yazar için bir olay icat etmek keyfiyeti onlara değersiz ve boş görünür. Akbal aynı noktada buluştuğu Haedens’in şu görüşlerini de aktarır: “Demek romanda esas konu değil, yazarın iç zenginliği, bir âlem yaratabilmek kudretidir..” (Akbal, 1953: s. 705) Haedens’e göre romancılar eserlerinde bizzat kendilerini koymaya davet edildikleri zaman, değersizlikleri kendiliğinde ortaya çıkar. Düşünce, duygu ve hayâl değersizliği. Eserlerinde hayal ettiklerini ortaya koymaktan çok, olay uyduran romancılar hemen daima yaratıcı hayalden en yoksun olanlardır. Bütün yaratıcı yazarlar eserlerinin ardında silinmemişler, daima eserlerini içinde varlıklarını okuyucularına hissettirmişlerdir. Akbal, Türk Dili dergisinde Alfred De Vigny’nin günlüklerinin bir kısmını yayımlamıştır. Bu günlüklerde De Vigny’nin bir gün günlüğüne düştüğü şu nota okuyucunun dikkatlerini çeker: “Her sorunun karşılığında bir o kadar ‘Hayır’, bir o kadar ‘Evet’ vardır. Seçmeyi yapan kişinin iradesidir.” (De Vigny, 1962: s. 498) Bu alıntı ile Akbal, kişinin özgür iradesine Andre Gide’nin edebî çizgisinden devam ederek önemli bir vurguda daha bulunur. Akbal’a göre edebî anlamda günlükler bize yazıldıkları çağın havasını da yansıtmalıdırlar. (Akbal, 1961: s. 788) Ona göre yaşadığı çağın tanığı olmayan yazar yoktur. Öykü, deneme, eleştiri alanında kalemini konuşturan edebiyatçılar kadar, güzel sanatların diğer alanlarında resim yapan, heykel yapan, müzik besteleyen sanatçıların da çağlarının tanıkları olarak geleceğe seslenmeleri gerektiği inancını taşır. Bir edebiyat eleştiricisi olarak Akbal, başarılı bir eserin yaşanılan çağı aşıp gelecek çağa da aynı değerle kalabildiyse tanıklık görevini de yapmış olacağını ileri sürer. (Akbal, 1958: s. 244) Büyük yaratıcılar gündelik akımların, gündelik olayların üstüne çıkabildikleri için tanıklık görevlerini gereğince başarabilirler. Edebiyat çevrelerinde sadece sıradan bir tanık olmak gayesiyle yazılan yazılar ve eserlerin uzun bir yaşama süresine sahip olmadıkları kabul edilir. Çağının havasını içine sindirmiş güçlü kalemler ister istemez içinde yaşadıkları çağın etkilerini eserlerinde gösterirler. Akbal’a göre büyük öykücüler, büyük ozanlar çağlarını anlatarak ölümsüzlüğe erişmezler. Bu kalemler çağlarını anlatmaktan daha güç, daha önemli bir sorunla uğraşa gelmişlerdir. Bu sorun, edebiyatın hiç ölmeyecek teması olan insandır. Bu çizgide güçlü kalemler kişileri anlatarak çağlarını da çizerler. Çağa yön ve biçim veren yine kişioğlu’dur. “Kişi değişmese, yücelmese, kendini anlatmakta, kendini öğrenmekte yeni yeni sınırlara ulaşmasa, kendini çözmek yoluyla yeni sorunlara el atmasa çağ değişmeleri de olmazdı tabiî.” (Akbal, 1958: s. 244) Bir Şairin Günlüğü’nden Parçalar adlı çeviri yazısında Akbal, De Vigny’den şu alıntıyı yaparak edebiyatın toplum önünde üstlendiği rolün bir başka yönüne dikkatleri çeker: “Kuvvetli kişiler olayları kendileri yaratırlar, zayıflar ise kaderin kendilerine zorla kabul ettirdiği şeye katlanırlar. Bir dalgınlık çok defa kaybetmeye sebep olur. Kişioğlunun kendi hayatını sonsuz bir dikkat altında tutması olmuştur. Az rastlanır bir özellik bu.” (De Vigny, 1955: s. 235) Akbal aynı yazısında güçlü kalemler yetiştirmiş bir toplumun kişisi ile evrensel sanat dünyasına tek bir önemli yaratıcı kalem veremeyen bir toplumun kişisi birbiriyle ölçüşemez, der. Ona göre, toplumu kişiler kurar, Kişileri de etkileyen büyük sanat yapıtlarıdır. Toplumların uygarlık alanında yücelmeleri çağların değişmesini sağladığına göre, büyük eserlerin çağlarının tutsağı değil, çağlarının öncüsü, çağlarının yol göstericisi olmaları gerekir. Çağının fotoğrafını veren yazar başarıya ulaşmış sayılamaz. Edebi eserin çağı aşan bir yönü, yeni çağlara bildiriler gönderen bir üstünlüğü de olmalıdır. Oktay Akbal edebiyatçının aynı zamanda iyi bir çözümlemeci olması gerektiğine de önemle vurgu yapar: “Öykücüyü, ozanı ilgilendiren yaşanılan çağın olayları değil, o olaylar içindeki kişinin kendisidir. Kişiyi çözümlemekle çağı da çözümleriz. Kişisiz bir çağı düşünmek mümkün değildir. Demek yaratıcı çağının bir tanığı olmaktan çok, geçmiş çağlardan günümüze, günümüzden gelecek çağlara doğru akıp giden insan seli üzerinde eğilip yeni sorunlar, yeni çözümlemeler yapmakla görevlidir. Varlığının niteliği budur…” (Akbal, 1958: s. 244) Fransızcadan çeviriler yaparak Batı edebiyatının Türkiye’de tanıtımında büyük katkıları olan Akbal, F. Ramuz’un günlüğünden alıntılar yaparak Türk Dili dergisinde yayımlar. Bu alıntıların bir yerinde Ramuz’dan yaptığı şu alıntı, batılı bir edebiyatçının eserini oluştururken gerçeklik konusunda nerede durduğunu göstermesi açısından dikkate değerdir: Ramuz, Akbal’ın Türkçesiyle bir edebiyatçı olarak “Aradığım gerçek değil, benim kendi gerçeğim… Bir sanat eseri hiçbir şeyi açıklamaz, kabul ettirir” diyerek çağının okurlarına, gerçekliği kabul ettirici tavrını hissettirir. (Ramuz, 1954: s. 214) Edebiyat eleştirmenleri, ele aldıkları eserleri okuyucuların gözü önüne sürerken ulaştığı yargıya sadece kendi özel düşüncelerini değil birçok okurunun da düşüncesini yansıttığı inancıyla hareket ederler. Bu tavır toplumda oluşan genel bir edebî beğeninin, estetik bir zevkin bulunduğu yönünde bir inanışa dayanır. Eleştirmenler bir yandan genel okuyucunun edebî beğenisine göre eserleri ele alıp tanıtır, üzerinde eleştirilerini yazarken diğer yandan da yazarların geçmişleri ve kişilik yapıları üzerinde de durma gereği hissederler. Böylesine çok yönlü bir edebî tavır edebiyat eleştirmenlerinden beklenmektedir: “Bunlar, eleştirmenlerin çok okuduklarını, güçlü bir bellek taşıdıklarını, sanatça izlenimlere açık olduklarını, kesin fakat orta malı bir eğilimden öteye geçmediklerini ve değerlendirmelerini yığınların değerlendirmelerine uygun düşüren ve okurların onları benimsemesini sağlayan yumuşak bir yanları bulunduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü edebiyat eleştirileri, görüşleri yansıtmaya yarar. Bu görüşler de, başkalarının katıldığı oranda değer kazanır.” (Hennequin, 1963: s. 587) Edebiyat eleştiri üzerine düşünce üretenler, genel olarak eleştirmenlerin değerlendirme yazılarında yargılarına, inceledikleri yazarların kişilikleri, hayatları ve yaşadıkları çağın özellikleri üzerine düşüncelerini de kattıklarını ileri sürerler: “Herhangi bir eserin verdiği ya da vermediği hazza dokunuluyordu ama, daha çok yazarın kim olduğunu, yani eseri meydana getiren kişinin ne olduğunu ve yazarı etkileyen tarihsel yanı toplumsal durumların bütününün ne olduğunu araştırmaya önem veriliyordu.” (Hennequin, 1963: s. 588) Oktay Akbal da Türk Dili dergisinde tanıtım ve eleştirilerini yaptığı birçok eser için benzer bir tavrı sergilemiştir. Belli bir edebî birikimin yanı sıra içinde bulunduğu toplumun tarih ve kültürü konusunda da duyarsız değildir. Söz konusu bu tavrını, Millî Eğitim Bakanlığı’nın İspanyol klasikleri arasından yayımlanan Cervantes’in Örnek Alınacak Hikâyeler adlı eseri değerlendiren yazısında da görebiliriz. Akbal, eseri çevirmenine varıncaya kadar tanıtırken yazarının geçmişini de ele almayı ihmal etmemiştir. Cervantes’in çalkantılı hayatında bir dönem İspanyol ordusunda Kıbrıs adasını Türklerden kurtarmak için düzenlene sefere katıldığı, Akbal tarafından Türk okuyucusuna aktarılır. Cervantes’in Türk tarih ve kültürü ile ilişkisi bununla da kalmamıştır. İnebahtı deniz savaşına da katılarak sol eli sakatlanan Cervantes ülkesinde 1575 yılından sonra “İnebahtı Solağı” olarak tanınmaya başlanmıştır: “Bu yıl Türk korsanlarının eli geçer ve Cezayir’e götürülür. Ömrünün beş yılını burada geçirir. Kaçmaya teşebbüs eder, başaramaz. Fakat Cezayir valisinin ilgisini çeker. 1580’de vali ile birlikte İstanbul’a gitmek üzere iken kurtuluş akçası verilerek kurtarılır.” (Akbal, 1952/I: s. 481) Akbal, Gün Ortasında Karanlık adlı eserini tanıtırken Arthur Kostler’in de benzer bir şekilde kişisel geçmişini ele alır. Viyana’da doğan bu Macar asıllı romancı daha çok İngiltere’de edebiyat çevrelerinde tanınmıştır. Serüvenci bir ruha sahip Kostler hemen bütün Avrupa’yı gezmiş, hatta 1936’da İspanyol iç savaşına da katılmıştır. Bu savaşta Frankistlerin eline düşen Kostler uzun ve ıstıraplı bir hayat sürmüştür. Başından geçenler, hayat hikâyesini zenginleştirmiş, eserleri için gerekli malzemeyi ona sağlamıştır. Kostler, hemen bütün eserlerinde acı çeken insanoğluna kayıtsız kalamayan bir filozof duyarlılığı sergiler. Akbal’a göre değerlendirdiği bu eser, Kostler’in yalnızca en önemli eseri değil kişioğlunu tanımamız yolunda ileri atılmış bir adımdır: “Bu kitabında yazarın ele aldığı mesele, kolektif bir topluluk içinde bireyin durumudur… Kişioğlu satranç tahtasında bir taş mıdır, yoksa onun kendine vergi bir hayat, kişiliği var mıdır?” (Akbal, 1952/II: s. 109) Akbal bu yazısında Kostler’in söz konusu romanının kahramanlarından komutan İvanof’u konuşturarak insanoğlu üzerine toplumda var olan iki farklı eğilime dikkatleri çeker. Ona göre bu iki karşıt ahlâkın boğuşmasını Kostler’in Gün Ortasında Karanlık adlı eserinde bulabiliriz: “…Birey hakkında iki türlü görüş vardır. Biri Hristiyanî ve beşerî anlayış, insan topluluklarına matematik kaideleri uygulamayan, insana sonsuzluk veren görüş. İkincisi ise tamamıyla materyalist anlayış, insanı bir tecrübe hayvanı durumuna düşüren, insanın durumunu sıfıra indiren görüş.” (Akbal, 1952/II: s. 110) Akbal, söz konusu eseri Türk okurlarının beğenisine sunan Varlık yayınlarını da eserin eksik çevrilerek yayımlanışı nedeniyle eleştirir. Ona göre esere asıl değerini veren çevirisi eksik yapılarak esere katılmayan ideolojik konuşmalar ve diyalektik tahlillerdir. Kitabın anlamını bu kahramanların bu diyaloglarında bulabiliriz. Akbal’ın ele alacağımız bir diğer tanıtım yazısı da Antov Çehov’un Memurun Ölümü adlı eseri üzerinedir. Varlık Yayınevi yazarın yirmi bir hikayesini bir araya getirerek Türk okuyucunun beğenisine sunmuştur. Akbal, söz konusu yazısında eseri tanıtmaya başlamadan önce yazarı ele almıştır. Çehov’u Türk okuyucusuna tanıtırken, çevirisini başarılı bularak beğendiği İrene Nemirovsky’nin Çehov’un Hayatı adlı eserden yararlanmıştır: “…Çehov’u çok yakından tanımam, onunla aynı çağda yaşamış gibi, çocukluğundan ilk aşklarına, sıkıntılarına, acılarına, saadetine, son anlarına kadar, hayatının en derin, en gizli serüvenlerine ortak olabilmem bir mutlu tesadüfle oldu: Irene Nemirovsky’nin Çehov’un Hayatı’nı dilimize çevirirken… Hiçbir çeviriye bu kadar zevkle, sevinçle, heyecanla çalıştığımı söyleyemem. O 160 sayfalık kitabı okumuş olanlar Nemirovsky’nin Çehov’un ruh hâline, dünyasına girmekte ne kadar ustalık gösterdiğini anlamışlardır.” (Akbal, 1952/III: s. 692) Akbal, Memurun Ölümü adlı seçkiyi ele alırken, görünüşte basitlik, sadelik içinde derinliklere inildiğine vurgu yapar. Çehov bu hikâyelerinde lüzumsuz tasvirlerden, teşbihlerden, süsten uzak sağlam bir teknik, sağlam bir üslûp oluşturmuştur. Akbal’a göre Çehov her şeyi açıkça söylemekten çok, hissettirmek, sezdirmek ister. Bir iki satırda bir karakteri okuyucun gözü önüne koyar. Bütün bunlara rağmen Çehov’un sanatına bir çeşit karamsarlılığın hâkim olduğu gerçeğini de gözden kaçırmaz: “Ama bu kötümserlik yalnız ona vergi bir özellik taşır. Hikâyelerindeki insanlar sıkıntı çekerler, bahtsızdırlar, Yaşamaktan tiksinirler, yalnız geleceğin daha iyi, daha güzel olacağını umut ederler.” (Akbal, 1952/III: s. 692) Akbal diğer eserlerini de göz önünde tutarak, bitip tükenmeyecek bir yalnızlık içinde olan diğer insanlar gibi Çehov’un da hayata karşı yabancılık duyduğuna vurgu yapar. Hayatı ve eserleriyle insanlığa hayatın hiçbir anlamı olmadığını, daha doğrusu onda bir anlam bulmanın imkânsız olduğunu ortaya koyan Çehov, belki bu edebî tavrıyla haksız değildir. Akbal’a göre bu tavrıyla yarattığı eserler onun kırk yıl süren serüveninin silinmez, kaybolmaz anlamı olmuştur. Bu anlam insanoğluna yıllardır seslenmektedir ve daha çok yıllar da yaşayacaktır. Ferid Edgü’nün Ders Notları adlı gündelik notlarından oluşan deneme tarzındaki eserini bir başka yazısında değerlendiren Akbal, başlığını Her Yazı Bir Çözümlemedir olarak seçmiştir. Bu yazısında Edgü’nün 1954’ten bu yana yazma yeteneğini, gücünü geliştirdiğine vurgu yapar: “Sanatçı sesini güzelleştirmek için sürekli çaba harcamalıdır. Bunu yapan kişiye zaten sanatçı denir… Belki yalınlık, içtenlik - ki sanatta başarının ilk basamaklarıdır - onlar da yoğunlukla var. Ama ustalık, kesinlik, belirli bir çizgide, dorukta seslenme gücü şimdiki yazılarında…” (Akbal, 1979: s. 234) Akbal’a göre yazarlar gerçeği yakalamak için türlü yönlerden, yanlardan yaklaşırlar. Ters düşen, tutarsız gibi görünen, yalan gibi gelen savlar ileri sürerler. Etkilere açıktırlar. Çelişkilere düşmekten korkmazlar. Bir dediği bir dediklerine uymasa da bu durum gözlerini korkutmaz. Zaman zaman bir yazı içinde bile çelişik görüşleri savunabilirler. Akbal’a göre ‘gerçek’ çelişkilerin içinde aranır, bulunur. Kimi zaman da bir başka yazıda bulunan gerçek de bir yana bırakılır, unutulur. Akbal bu düşünceler doğrultusunda Edgü’nün deneme tarzında kaleme aldığı Ders Notları adlı eserinde düştüğü çelişkileri bu çizgide değerlendirmiştir. Eser içinde nice çelişkiler, tutarsızlıklar ve özdeyişler taşısa da Türk okuyucusuna nice dersler sunmaktadır. Oktay Akbal, 1950’li yılların başında edebiyat dünyasında kendini göstermeye başlayan genç yazarlar ve bunların eserlerini yayımlayan yayınevlerinin varlığını olumlu bir gelişme olarak görür. Akbal’a göre Türk okuyucusu içinde yaşadığı çağa izlerini aksettiren, gerçek sanat anlayışı ile yazılmış eserlere susamıştır. Okuyucu edebiyat dünyasında beliren şiir ve hikâye kitapları ile susuzluğunu gidermeye başlamıştır. Bu yıllar içinde Türk edebiyatında kendini göstermeye başlayan yazarlardan biri de Salah Birsel’dir. Birsel, genç bir yazar olarak kaleme aldığı Şiirin İlkeleri adlı eseriyle heyecanların, duyguların, karanlık sözlerin ve kelime oyunlarının şiir dışı şeyler olduğunu göstermeye çalışmıştır. Akbal, kendine göre bir şiir anlayışı geliştiren Birsel’i, şiir üzerine düşüncelerini ortaya koyduğu bu eseriyle, sanatının bir çeşit özelliği bulunduğunu da kabul ederek tanıtmaya çalışır. Akbal şiir alanındaki şekilciliğini açıklamaya çalışırken, Birsel’in bilinen kalıp, hece ve vezinle hiçbir ilgisinin bulunmadığına da dikkatleri çeker. Birsel’e göre her şiir ayrı bir şekildir. Birsel şiir üzerine düşünceleriyle hemen hemen yeni şiire bir çeşit klasik bir anlam vermektedir. Akbal, kitabın kapağındaki şiir felsefesi sözünün okuyucuyu yanıltmaması gerektiği kanaatini taşır. Birsel büyük iddialarla ortaya çıkmaz. Şair olarak Birsel sanat konusunda kesin konuşmanın doğru olmadığı inancındadır. Birsel, sanatı “öz” sanıp da şiiri konusuna bakarak değerlendirmek isteyenlerin yanlış görüşlerini ortaya koymaya çalışmıştır. Birsel eserinde şiirin bir bütün olduğunu, konusundan, anlamından, kelimesinden kalıbından veya şeklinden ayrı ayrı söz etmeye imkân olmadığını okuyucunun dikkatlerine sunar. Şiirin İlkeleri adlı eserinde Birsel’in Türkçe konusunda gösterdiği titizlik gözden kaçmaz. Akbal, bu titizliğin Birsel’i bazen epeyce zorladığını da ileri sürer. Kendine has bir üslûp kurma yolundaki çabası onu doğallıktan uzaklaştırır. Akbal bir öneride bulunarak kalemini biraz akışına bırakmasının Birsel’i daha başarılı kılacağını ifade eder. Oktay Akbal Türk Dil Kurumunun aylık süreli yayını olan Türk Dili dergisinde 1952’den 1982’ye kadar 30 yıl süre ile okuyucusu ile buluşmuştur. Türk Dili dergisinde yer alan İlk yazısı Ocak 1952 sayısındaki Evden Kaçış adlı bir hikâyesidir. Akbal bu uzun süre içinde, ilk yıllarda eser tanıtım, eleştiri ağırlıklı yazıları ile derginin sayfaları arasında yerini alırken, daha sonraları hikâyeler ile edebiyatçıları ve edebî olayları değerlendiren yazılarıyla kalemini konuşturmuştur. Akbal, 1982 Anayasa’sı hazırlık aşamasında bir dil akademisi oluşturulmasının anayasa taslağı içine alma tartışmalarını Türk Dili dergisinin Ekim 1982 tarihli sayısındaki Aktarmalar: Atatürk’le Ters Düşmek adlı son yazısında ele almıştır. Akbal’ın Servet-i Fünun-Uyanış dergisinde çalıştığı dönemden başlayarak eski-yeni tartışmalarının ve yeni edebiyatın içinde yer aldığı kabul edilir. Kendi yaşam deneyimlerinden, çocukluk anılarından yola çıkan, küçük kent insanını da göz ardı etmeyen duygulu öyküleri kaleme almıştır. Edebiyat çevrelerinde geniş ve olumlu yankı yapan Önce Ekmekler Bozuldu adlı ilk kitabını 1946’da çıkarmıştır. Onu Aşksız İnsanlar (1949) izlemiştir. Eserlerinden oluşan bir seçki aşağıda verilmiştir. Oktay Akbal Türk Dili dergisindeki yazıları ve kaleme aldığı bütün eserleriyle Türk edebiyatına çok şeyler kazandırmış bir yazarımız olarak anılacaktır. Kendisine kalemini konuşturacağı daha nice sağlıklı yıllar dileriz. Eserleri: Öykü: Önce Ekmekler Bozuldu (1946), Aşksız İnsanlar (1949), Bizans Definesi (1953), Bulutun Rengi (1954), Berber Aynası (1958), Yalnızlık Bana Yasak ( 1967), Tarzan Öldü (1967), İstinye Suları (1973), İlkyaz Devrimi (1977), İki Çocuk (1979), Karşı Kıyılar (1979), Hey Vapurlar Trenler (1981), Lunapark (1983), Ey Gece Kapını Üstüme Kapat (1988) Roman: Garipler Sokağı (1950), Suçumuz İnsan Olmak(1957), İnsan Bir Ormandır (11975), Düş Ekmeği (1983), Yeşil Ev (1990) Anı: Şair Dostlarım (1964), Anı Değil Yaşam (1985) Günce: Günlerden 1(81968), Anılarda Görmek (1972), Yeryüzü Korkusu(1974), Yüzyıldır Umutsuzluk (1991) Deneme: Konumuz Edebiyat (1967), Dost Kitapları (1977), Yaşasın Edebiyat (1977), Temmuz Serçesi (1978), Önce Şiir Vardı (1982), Geçmişin İçinden (1985), Bir de Simit Ağacı Olsaydı (1990) Köşe Yazıları: Yazmak Yaşamak (1972), Ölümsüz Oyun (1974), Atatürk Yaşadı mı? (1975), Zaman Sensin (1977) Gezi: Hiroşimalar Olmasın (1976) İncelemeler: Çağdaş Dünya edebiyatçıları Sözlüğü (1967) KAYNAKÇA Gazete Yazıları Akbal, Oktay ‘Vay, Benim Enayi Oğlum!’ Evet/Hayır, Cumhuriyet Gazetesi, 20 Aralık 2009 Türk Dili Dergisi Makaleleri Akbal, Oktay. (1952/I) Cervantes [Örnek Alınacak Hikâyeler], (Kitaplar - Tenkit) Mayıs 1952, C: I, S: 8, s. 481-483, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi Akbal, Oktay. (1952/III) Anton Çehov: Memurun Ölümü, (Kitaplar - Tenkit) Eylül 1952, C: I, S: 12, s. 692-693, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi Akbal, Oktay. (1952/II) Arthur Koestler: Gün Ortasında Karanlık, (Kitaplar - Tenkit) Kasım 1952, C: II, S: 14, s. 109-111, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi Akbal, Oktay. (1953) Kleber Haedens: Roman Sanatı , (Kitaplar - Tenkit) çeviren: Yaşar Nabi Nayir, Temmuz 1953, C: II, S: 22, s. 704-707, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi Akbal, Oktay. (1958) Çağının Tanığı Olmak, Şubat 1958, C: VII, S: 77, s. 244-245, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi Akbal, Oktay. (1959) Yazar Özgür Olmalı, Şubat 1959, C: VIII, S: 89, s. 246-248, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi Akbal, Oktay. (1960) “Gide'i Okurken”, Temmuz 1960, C: IX, S: 106, s. 511-512, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi Akbal, Oktay. (1961) Günlüklerim, Temmuz 1961, C: X, S: 118, s. 788-789, Deneme Özel Sayısı, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi Akbal, Oktay. (1979) Her Yazı Bir Çözümlemedir [Ferid Edgü, Ders Notları], (Kitaplar - Tenkit) Mart 1979, C: XXXIX, S: 330, s. 234-235, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi Hennequin, Emile. (1963) Eleştirinin Gelişimi, çeviren: Salâh Birsel, Temmuz 1963, C: XII, S: 142, s. 587-591, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi Eleştiri Özel Sayısı – I, Ramuz, C. F. (1954) Günlükten Seçmeler, çeviren: Oktay Akbal, Ocak 1954, C: III, S: 28, s. 214, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi Vigny, Alfred de, (1955) Bir Şairin Günlüğü”nden Parçalar, çeviren: Oktay Akbal, Ocak 1955, C: IV, S: 40, s. 235-236, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi Vigny, Alfred de, (1962) Fransız Edebiyatı: Günlük, Çeviren: Oktay Akbal, Nisan 1962, C: XI, S: 127, s. 498-499, Günlük Özel Sayısı, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi Kitaplar J. C. Carlaut – J. C. Fillox, (1985) Çev.: Ayşe Hümeyra Çakmaklı, Edebî Eleştiri, Kültür ve Turizm Bak. Yay. Ankara 1985

 
Toplam blog
: 14
: 691
Kayıt tarihi
: 24.03.08
 
 

1962 doğumlu, 1985 Gazi Üniv. İletişim Fakültesi Mezunu. 1985-88 arası Ajans Türk İşletme Müd. Yr..