Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Eylül '12

 
Kategori
Edebiyat
 

Edebiyatta yemek; Huzur

Edebiyatta yemek; Huzur
 

Her şeyin yeri, zamanı var. Bu ikisi kesinlikle birbiriyle örtüşecek. Birinden biri eksik olunca iskambil kağıdından kule yapmışcasına bütün planlar yıkılıp gidiyor.

Bu, sadece insan ilişkileri ile sınırlı değil tabii ki.

 

Geçtiğimiz hafta bir roman okudum, arkamdan sanki atlı kovalıyordu. Sayfaların tozu dumanı birbirine karıştı. Bi de romanın içeriği kadar, çeşitli kahvaltılıklardan, leziz yemeklerden bahsedince, ne zamandır yazmak istediğim edebiyatta yemek konusunu yazayım dedim.

 

Edebiyat yaşamı anlatıyorsa, yaşamın en temel gereksinimi yemekten oluşuyorsa, edebiyatta yemekten bahsetmemek olmaz tabii.

Bahsettiğim romanın ismini vereyim önce: Ayfer Tunç – Yeşil Gece Perisi. Romanı anlatmak falan değil derdim. Ama konusunun 'yeraltı' olduğunu söyleyebilirim. Yazarın akıcı üslubuna karşın, sıkı bir yemek araştırması yapmış ve bunu da ballandıra ballandıra anlatıyor.

 

Hele bir "taze ceviz reçeli" diye bir şey vardı ki; domates, karpuz reçeline kadar bilen ben, taze ceviz reçelinden bihaber olduğumu anladım.

Meğerse bu taze ceviz reçelini yapmak bile başlıbaşına bi serüven. Çünkü cevizin üzerinde daha yeşil kabuğu varken, kireç kaymağına bastırılarak yapılan bir reçelmiş. Bi kere o cevizi bulmak için pazara gitmek yeterli değil. Kaynağına, ağacına kadar iz süreceksin. Yollara düşürür adamı. Her babayiğidin harcı değil işte.

 

Yeşil Gece Perisi'nden sonra sıra, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur romanına geldi sıra. Bu olanlar geçtiğimiz haftaydı ve hava serinlemişti. Ben sanki hava serinlememiş gibi buzdolabından karpuzu bol miktarda yiyince üşütmüşüm. Hastalıktan epey etkilendim. Huzur'u da okumayı o kadar istiyordum ki. Evet okumaya başladım. Tam da benim  hastalığıma denk gelince, romanın da içeriği hastalık, savaş, maddi manevi yoksunluklar olunca enerjim iyice düştü de düştü. Öff yani dedim. Okumucam, okumucam. İçim karardı iyice. Yarım bıraktım ben de.

 

Hastalık mastalık aklıma yine edebiyatta yemek geldi. Öyle ki bu edebiyatta yemek konusu epey ilginç. İnsanı hastaysan bile diriltir. Kalk git kendine bi çorba yap dedirtir, iştahını arttır. Mesela hangi roman olursa olsun, o romanda karakter yemekten bahsetsin isterim. En azından mutfağa girsin. Olumsuz anlamda bile. Bulaşıkları birikmiş olsun en azından. Bu bile insan varlığının yaşamının devamıdır.

 

Hele mevsim kışsa, karakter buz gibi sokaktan eve gelmişse, her şey kötü gitmiş olsa bile mutfağa girip kendisine bi yoğurt çorbası pişirse; buzdolabını açıp dün marketten aldığı yoğurdu açıp, bir kaseye göz kararı yoğurt koysa. Sonra, yıllar önce yabancısı olduğu bu şehirde ilk aldığı eşyalardan biri olan yeşil yaprak desenli, beyaz emaye tenceresinde suyu kaynatıp, bir avuç da pirinç ilave etse. Öğrenciyken yoğurtlu makarnayı ne kadar çok sevdiğini, hele üzerine acı biber ilave edilmiş kızdırılmış tereyağ dökerken o çıkan cızır cızır sesi çok sevdiğini hatırlasa. O sesler , renkler, kokular da kayboldu birer birer. Hangi ara ne zaman kaybolduğunu anlamadan. Yavaş yavaş sanki bir uyuşturucu verilmiş de, o bu kesinliği anlamamış gibi. Hızla gözleri kaynayan pirinçlere kaysa. Yoğurdun içine bir yumurtayı kırıp, günlerdir kara kışa inat, bembeyaz olan yeryüzü gibi olan yoğurda kırdığı yumurta, yoğurdun içinde sapsarı güneş gibi doğunca, içine bir umut doğsa. Umudun kaybolmaması için aceleyle çırpsa, bir iki kaşık da unu yukardan serpse, oyun oynar gibi. Karışımı hızla kaynayan tencereye salıverse. Yavaş yavaş çırpma teliyle karıştırsa. Bütün pürüzleri yok etmek için. Tereyağı kızdırıp, biraz da nane. Kokusu evi sarsa. Ev birden ısınsa.

Edebiyatta yemek insana yemeği değil, hayatı sevdirir.

Edebiyatta yemek mistir, mis.

 
Toplam blog
: 246
: 1012
Kayıt tarihi
: 15.02.08
 
 

..