Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Mayıs '13

 
Kategori
Efsaneler
 

Efsanevi kuş – Zümrüdü Anka Kuşu’ndan alınacak ders

Efsanevi kuş – Zümrüdü Anka Kuşu’ndan alınacak ders
 

Zümrüdü Anka Kuşu


Neyi arıyorsan sen, O’sundur”

Mevlana.

 

 

Sênmurw (Pehlevi) ve Sîna-Mrû (Pâzand) diğer isimlerindendir.

Sadece Anka kuşu olarak da anıldığı olmuştur.

Türk mitolojisinde karşılığı Tuğrul kuşu’dur.

 

Kuşların hükümdarı olan Simurg

( Zümrüt-ü Anka, Kaknus, ya da batıda bilinen adıyla Phoenix )

Bilgi Ağacının dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş.

Bu kuşun özelliği gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir.

Kuşlar Simurg‘a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş.(alıntı)

 

Ben efsaneleri çok severim.

Onun içindirki kitap yazarım. Onun içindirki tarihe bayılırım, onun içindirki mitolojiye düşkünlüğüm vardır. Ben hayal kurmasını severim, masalları çok severim. Çocukken çok masal dinlemiştim, belki masallardır bana bu güzelliklerin kapılarını aralayan, oradan geçmem için izin veren ve beni masallardan sonra efsanelerle buluşturan.

Efsaneler halk edebiyatı ürünleridir.

Çok büyük bir özlliği bir çeşit bilgi aktarımı yapmasıdır. Geçmişimizi, kültürümüzü bize anlatır, üstelik masal tadında olduğu için sıkılmayız, aklımızda kalır.

Efsanelerde gerçekler kadar hayali kahramanlar olurki bunların iyileri var ise bizler bunlardan çok hoşlanır ve keyif alırız. Olağan üstü olaylar yaşanırki, şimdilerde fantastik diyoruz!

 

Ben çok masal bilirim. Çokda anlatmışlığım vardır. Kardeşlerim benim masala olan tutkumu bilirler, onlarada yeni öğrendiğim masallarımı defalarca anlatmışımdır. Çocuklarıma masal anlattım demek isterdim ama anlatamadım, onlar ikna olmadılar masallara… Ne pamuk prensesteki sihirli aynaya inandılar, ne külkedisinin bal kabağı arabasına. Onların zamanlarında masallar yerini çizgi filmlere bırakmıştı. Dolayısı ile hayal güçlerini bence çokda kullanamadılar.

 

Masallarda mutlaka bir Zümrüdü Anka kuşu olurdu. O kuş çok büyük olur, üstünde istediğini istediği yere uçururdu. Benim bildiğim bir masalda, kuşun şöyle bir isteği vardı, yâda kuşa binmeden; yanındakilerin binene söyledikleri alması gereken önlem!

“Gak diyince et – Guk diyince su vereceksin.”

İşte bunu iyi hatırlıyorum, iyi biliyorum. O zamanlar kuşun neden et yediğini düşünmüştüm:

“Çok büyük ya başka türlü karnı doymuyor demekki” demiştim.

Oysa et yiyen bir sürü kuşların olduğunu da biliyordum.

 

Arada sizlere masallar – efsaneler anlatmaya karar verdim. Dünyamız ağır günler yaşıyor, bizler stresle savaşıyoruz. Arada bir nefeslenmek kime iyi gelmezki, kim ışığın ötesinin merakından kurtulup, pembelerle açık leylaklarla ve mis gibi kokuları ile soluklanmak istemezki!

Efsaneler bizleri dinlendirir, rahatlatır. Sevindirir.

 

Zümrüdü Anka kuşunun bir çok efsanesi var elbette. Ben şimdi sizlere aktaracağım anlatıyı çok seviyorum. İsterseniz önce onu bir okuyalım…

 

Kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı’nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş.

Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg’u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg’un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

 

Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;

Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş(oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış);

Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış;

Baykuş yıkıntılarını özlemiş,

Balıkçıl kuşu bataklığını…

 

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.

Nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi;

“Şaşkınlık” ve sonuncusu Yedinci Vadi;

“Yokoluş”ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş.

 

Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Simurg’un yuvasını bulunca ögrenmişler ki;

“SİMURG ANKA – Otuz Kuş”demekmiş.

 

Onların hepsi Simurg’muş.

Her biri de Simurg’muş.

 

Simurg Anka’yı beklemekten vazgeçerek,

Şaşkınlık ve yokoluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek,

Kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça,

Her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda,

Tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.

Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır.(alıntı)

 

Bir efsane bu kadar güzel olabilir.

Mevlana Celaleddin’i Rumi:

“Neyi arıyorsan sen, O’sundur”

 

Yazının başında söylememiştim. Ben her efsaneden bir ders almışımdır. Çünkü öyledir. Boşuna anlatılamaz, akıllarda kalamaz. Onun içinde önemli bir şeyler vardır. Ders alacağımız, edinimimizi güçlendireceğimiz, aklımızın büyük kütüphanesindeki artılara bir artı daha ilave edebileceğimiz bir şeyler vardır.

Bunda da öyle olmadı mı? Bence oldu…

 

·        

 

Şimdi bir başka Zümrü’dü Anka kuşu efsanesini aktaracağım. Çok beğendim. İçim sadece okuyup kendime saklamayı elvermedi…

 

Binlerce kuş hep birden Mezopotamya ovalarında kızıl kanatlarını çırparak, coşkun bir nehrin akıntısı gibi arkalarında kurşunî bulutlarıyla süzülüp gittiler.

Kurşun rengi toz bulutunun binlerce çeşit,

Binlerce renk,

Binlerce ötüşlü meltem kanatlı kuşları;

Nazlı gelinler gibi süzülüp,

Bin renk çiçeğin,

Bin renk kokusuyla bezeli ovaların,

On bin yıllık ağaçlarının yorgun dallarına konarak,

Dağlarda dolaşan bir ozanın büyülü kavalına kulak kabarttılar.

Ozana büyülü sesli bir kuş eşlik ediyordu.

 

Kuşun büyülü ötüşü ozanın kavalını tanrının kutsal ışığına dönüştürdü.

Kuşun sesini ancak kalbi temiz olanlar,

Yüreği iyilikle dolu yanık sesli ozanlar duyabilirdi.

O ozanlardan biri ve hiç kuşkusuz en önde geleni de Mezopotamya'nın yakıcı güneşi altında kavruklaşmış teni, sırma bıyıkları, ceren gözleriyle Mir Mehmet'ti.

Mir Mehmet, binlerce kuşun arasında sesi yüreğini paralayan bu büyülü kuşu aramaya başladı. O, sese yaklaştıkça, ses ondan uzaklaştı. Ses ondan uzaklaştıkça Mir Mehmet ona koştu. Ses onu günlerce peşinden sürükledi, durdu. Mir Mehmet günlerce haftalarca aylarca yol alıp, dağlar, tepeler, ovalar göller aştı ancak bir türlü sese ulaşamadı. Büyülü sesin sahibi kuş, ozanı ısrarla çağırıyor, ardı sıra avare âşıklar gibi sürüklüyordu. Mir Mehmet gittiği her yerde sesin sahibi kuşu arıyor, gördüğü herkese onu soruyordu. İnsanlar da ona bu kuşa asla ulaşamayacağını, böyle bir kuşun hiç var olmadığını, onu aramayı bırakması gerektiğini söylüyorlardı. Kuşu bulursa da ölümsüzlüğe ulaşacağını ekliyorlardı.

Mir Mehmet kuşu aramayı ısrarla sürdürdü. Önce Amanoslar'a gitti, çıkmadığı tepe, geçmediği dere kalmayana kadar aramaya devam etti.

Oradaki bataklıklarda Flamingolar'ı gördü. Önce büyülü kuşa benzetti onları ama çok geçmeden aradığı kuşun bunlar olmadığını anladı ve umutsuzca memleketine dönmeye karar verdi. Aylardır görmediği babasını konaklarının önünde kendisini beklerken buldu. Sıkıca sarıldı babası Mehmet'e.

Babası oğlunun onuruna günlerce süren şölenler yaptırdı. Daha sonra baba oğul dertleşmeye koyuldular. Babası ona aradığı kuşu görüp görmediğini sordu. Mehmet derin bir üzüntüyle görmediğini ancak onu yine arayacağını ve mutlaka bulacağını söyledi. Babası da şöyle dedi oğluna:

"Oğlum, eski ozanların her biri bahsetmiş bu kuştan ancak sesini duyan olmuşsa da şimdiye kadar kimse görememiş. O kuşu aramaktan vazgeç artık."

Mehmet babasının nasihatlarına şöyle karşılık verdi;
"Kuş beni çağrıyor baba, vazgeçmem onu aramaktan."

Mir Mehmet bir müddet sonra tekrar düştü yollara, büyülü sesin sahibi kuşu bulmaya çıktı.

Önce Yezidiler'in kutsal topraklarına düşürdü yolunu, Laleş'e vardı.

Çok iyi ağırladılar ozanı. Mir Mehmet, Mezopotamya'nın bu kara bahtlı halkını uzaktan duymuş ve haklarında çok şey öğrenmişti. Onların mutlaka kuşun yerini bileceklerini düşünüyordu. Ne de olsa onlar da bir kuşa vermişlerdi gönüllerini, avuçlarını açmış kutsamışlardı Melek-î Tavus'u.

Ancak maalesef Mezopotamya'nın bu cefakâr insanları da ona yardımcı olamamışlardı.

Bu kez yüzünü batıya çevirmişti. Binlerce hurmalığın şıra kokusuna kestiği bir coğrafyayı taramaya başladı. Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı.
Artık Mir Mehmet'i bir yorgunluk sardı. Bitkinlikten iki büklüm olup düştü durduğu yerde.

Bir süre sonra üzerinden binlerce rengin bir araya geldiği dev bir gölge belirdi. Gölgeyle birlikte yine o kutsal kuşun sesini duydu ve hızla gölgenin sesinin ardından koşmaya başladı... Gölge hızlandı, ozan da hızlandı. Ses uzaklaştıkça ozan ardından koşmaya başladı. Ancak Mehmet'in yorgun bedeni dayanamadı ve yere yığıldı. Kendinden geçen Mehmet'i saatler sonra bir çoban su vererek uyandırdı. Çoban; "Sen de mi o kuşu arıyorsun?" diye sordu.

"Evet" dedi Mehmet ve sordu;

"Uçan dev gölgeli kuş o muydu?" Çoban;

"Bilmiyorum, emin değilim" diye cevap verdi.

Mir Mehmet tekrar yola koyuldu, ormanlar aştı. Günler sonra Koçerlerin yaşadığı ovalara vardı. Kıl çadırlarda ağırladılar ozanı. Konuksever Koçerler günlerce onu konuk edip güçlendirdiler.

Günler sonra bin renkli, bin kulaç kanatlarından daireler çizerek yeryüzüne inen kuş sürüsünü yine gördü ozan. Kuşlar Mezopotamya ovalarında nazlı nazlı süzülüyorlardı.
Ozan yine o büyülü kuşun ardına düştü. Ve sonunda nihayet arzusuna kavuştu. Heyecanla bağırdı;

"İşte orda, vallahi de, billahi de o kuş işte, bin ötüşlü kuş işte" dedi.

Koçerler hep bir ağızdan karşılık verdiler ona;

"Hayır o değil, biz ötüşünü duymuyoruz. Duysaydık cenneti yaşar, ölümsüzlüğü tadardık.”

Mehmet ısrarla kuşun ardından gitti, yine dereler tepeler aştı, yollar katetti, ama yine kaybetti kuşun izini.

Mir Mehmet, Torosları, Amanoslar'ı, Çukurova'yı dolaşmış, Dicle ve Fırat'ı aşmış Cudi, Zagros, Sincar, Abdülaziz dağlarında gezmediği yer bırakmamıştı. Bir türlü kararından vazgeçmiyor, yine dağlar tepeler aşıyordu. Gittiği her yerde Mezopotamya'nın kaval sesi kadar yanık sesli ozanları ile karşılaştı. Ozanların yanık ezgileri yüreğine cesaret, bedenine güç verdi ve kararlığını sürdürmesine yardımcı oldu.

Mehmet, günler sonra ulaştığı köyde dinlendikten sonra o kutsal ötüşlü kuş için yaktığı türküleri okumaya başladı. Yanına nur yüzlü yaşlı bir ozan geldi.

"Sen Mir Mehmet'sin" dedi ve durdu yanı başında Mehmet'in. Mehmet şaşırmış halde ihtiyara baktı ve cevap verdi;

"Evet benim" dedi.
Yaşlı ozan, Mehmet'in yanına oturarak konuşmasına devam etti,

"Senin aradığın kuşu biliyorum. O kuş Zümrüd-ü Anka'dır..."

Mehmet heyecanla kulağını ve gözünü yaşlı ozana verdi.

"O bütün kuşların hükümdarıdır. O'nun yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindedir. Oraya varmak için yedi dipsiz vadi aşman gerekir. Ona ulaşmak isteyen kuşlar beş vadi aşamadan telef oluyorlar. O, sadece bir insan oğluna bakıp dost olmuş, o da kendi eliyle büyüttüğü Rüstem'in babası Zal'dır."

 

Mehmet, yaşlı ozanın anlattıklarından çok etkilenmişti. O günden sonra güzel sesli Zümrüd-ü Anka için türküler okudu ve Hz. Süleyman gibi bütün kuş dillerini öğrendi. O, artık kuşların Miri'ydi. Ozan Mir Mehmet'ti... (alıntı)

 

 

Efsaneleri çok sevdiğim gibi kuşlarıda çok severim. Benim bütün kitaplarımda kuşlar vardır. Onlardan ister istemez söz etmişim. Bir yakınım söyledikten sonra dikkatimi çekmişti.

Evet, kuşları seviyorum.

Onların gökyüzündeki hallerini,

Pencere önündeki duruşlarını,

Parklarda, cami avlularında hep birlikte havalanırken verdikleri enerjileri,

Vapurla karşıya geçerken simit yiyişlerini,

Onların ötüşlerini,

Tık – tık hızla başlarını çevirip, tek gözbebeği olan gözlerini yüzünüze başlarını yan çevirerek bakmalararını,

Onların şarkı söylemelerini seviyorum.

Ben kuşları seviyorum…

 

 

 

Nazan Şara Şatana

 
Toplam blog
: 1731
: 4678
Kayıt tarihi
: 09.12.10
 
 

Turizmci; Genel müdür Yazar ; Romanlar, senaryolar müzikkaller... Sinema filmleri, TV filmleri.....