Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Kasım '09

 
Kategori
Psikoloji
 

Ego'nun fotoğrafını çekebilir misin Abidin?

Ego'nun fotoğrafını çekebilir misin Abidin?
 

Bence EGO.


Baştan not düşeyim, hafiften kantarın topuzunu kaçırdım ve uzattım yazıyı. Ama faydalı bir eser olduğu kanaatindeyim. Filhakika. ,
Bundan 25-30 yıl öncesinin Ajda Pekkan' ını bilenler hatırlayacaklardır, Ajda her demecinin içine mutlaka ve mutlaka birkaç tane Fransızca kelime sokardı. Hınk diye kalırdık okurken onu mesela bir Ses dergisindeki başlıkta.
Bu kelimeler Enrico Macisas' la olan dostluğu sırasında diline pelesenk olmuştur ne yapsın kızcağız dedirtebildiği gibi, en çok da "herkesden farklı olabilmek" adına kullandığını düşündürtmüştür bana, hala da öyle.

Şimdilerde pek takip etmiyorum kendisini ama sanırım eskisi kadar Fransızca lügatla yatıp kalkmıyor. Yine yıllar önce oynadığı bir nevresim takımı reklam filminde " teveccühünüz" diyerek son derece ağdalı bir arapça- osmanlıca kelime ile de bundan sonra artık özüme döndüm mesajı verdi ve bir daha da duymadım onun ağzından Fransızca ara nağmeler. Fransız özentiliği, kendine Bridget Bardot' u örnek alırcasına evinde beslediği 96 tane kedi ve bir o kadar da köpekle sınırlı kaldı epeydir.

Akıllı kadın Ajda, dış dünyayla sıkı iletişim halindedir muhakkak. Dış dünya ile iletişimde olan insanların kendi iç dünyaları ile de iletişimleri kuvvetli oluyor haliyle. Deneme, yanılma, gördüklerinden, duyduklarından, yaşananlardan ders çıkarma gibi muhasebeleri daha kolay çözümleyebilirsin içinde. Analiz ve sentezleri doğru yapabilmek şartıyla tabi.
Bu bağlamda kadın, bir zamanlar topluluğa hitap etme ortamlarında yaptığı gibi- bu bir sahne olabilir, bir gazetecinin sana uzattığı ses cihazı, bir miting alanı, bir tv kamerası mikrofonu olabilir, her şekilde karşındaki en küçüğünden en kalabalık insan topluluğuna karşı- artık çok zikretmiyor annovn kelimeler. Çünkü artık herkes yerli yersiz, bilip bilmeden pek çok annovn kelime kullanıyor farklı olmak adına ki , herkes kullandığı için de senin farkın kalmıyor doğal olarak. Böyle bir lanetli durum bu. Yani.

Yıllar içinde, sinema ile başlayan ve televizyon ile artık iyice halk diline yapışan pek çok durum tekerlemeleri evreleri geçirdik, geçiriyoruz da.... Hey corc versene borç dedik, şakayla karışık sadri alışık dedik, yemezler dedik, dumur olduk, oha falan olduk, çaktın mı köfteyi dedik, kimyamız bozuldu, döncem sana dedik, hepimize kal geldi...

Ancak bu durum tekerlemeleri ve kelimeleri halk arasında dönüp dolaşırken Türkçemizin, güzelim dilimizin matematiğinden sonuna kadar faydalanırken biz, arkasında yatanın "naif" bir modaya uyma endişesi olduğunun altını çizmemde fayda var. Amiyane veya argo da diyebileceğimiz bu sözcükleri ya da sözcük kalıplarını durumlar karşısında zikrederken dikkat edin çoğu zaman, "farklı olmak" endişesinden uzak durup tam aksine gruba dahil olmak endişesiyle kullandık. Kullanıyoruz da. Tabi her kalıbın zamanla " modası" çok kullanılmaktan ya da , o kalıbı dillere yapıştıran dürtünün miyadının dolması sebebiyle, tükeniyor. hemen yerine bir yenisi geliyor. Bu böyle sürüp gidiyor.

Atasözlerimiz ve deyimlerimizin , bu günlük konuşma diline yapışan kalıplar gibi "kısa süreli kullanımlı" olmamasının nedeni de muhakkak ki içinde, derinlerinde barındırdıkları felsefeler. Onlar hala dilimizde ve çocuklarımıza, torunlarımıza bizden miras her zaman.

Bu yazının asıl amacı yukarıda belirttiğim şekilde halk diline belirli zaman aralıklarında yerleşen bu argo ya da amiyane tabir / sözcüklerin, dilimizi ne kadar da katlettiği ya da gereksiz olduğu değil - ki bilakis sınırlı sayıda kelime hazinesine sahip dilimize belki de bir renk getiriyor….
Asıl mevzu halkın değil, aydın ya da sanatçı – sözümona kesimin konuşma ve yazma diline soktukları kelimeler. Kullanıma bir anda giren ve kullanıla kullanıla tüketilen , aslında hiçbir zaman “moda” olmak gibi sınırlı bir zamanda kullanılmaması gereken, hepsinin belirli bir sözlük anlamı olduğu halde yalnızca” moda” olduğu zamanlarda söylene söylene tüketilen kelimeler.
“Nostalji “ ile başlayan bir çılgınlık…sonrasında hatırlayabildiğim kadarıyla “beyin fırtınası” ile devam etti, ardından “ motivasyon” geldi…sonra onu “depresyon- ki çoğu kesim buna deprasyon der- takip etti…o bitti “empati” başladı…empati ile beraber herkesin “ psikolojisi” bozuldu…

Bunlar olup biterken de şimdi dillerde bir “ ego” dur gitmekte…
Dilimize başka dillerden giren ve çoğu da psikoloji ve ekonomi bilimlerine ait bu kelimelerden tüketilip bitmiş olanları bir tarafta dursun, hali hazırda tüketilmeye mahkum ve üstelik konuşma dilinde son derece “hatalı” kullanılan, sözlük anlamından çarptırılarak kullanılan “ego” ile ilgili bir şeyler söyleme gereği duyuyorum.

Ego kavramını hepimizin de bildiği gibi- zaten herkes biraz reklamcı, biraz doktor, biraz da avukattır bilirsiniz- Sigmund Freud psikoloji bilmi literatürüne sokmuştur.
Kişilik kavramını çözerken ki, bu zart diye oluşmamıştır. Yıllarca yaptığı yoğun çalışmalar sonunda vardığı en son noktada, kişilik tanımını yaparken zihni üç katmana bölüyor Freud. İd (alt benlik) , ego (benlik), süperego (üst benlik) diyor bunlara. Kısaca:
İd: Doğuştan getirdiğimiz biyolojik dürtüleri barındırır. Bunların tatmin edilmesi için uygun zaman ve mekan geçerliliği yoktur. Kişiliğin karanlık, ulaşılmaz bölümüdür. Amaç dürtülerin ne pahasına olursa olsun, tatminidir.
Ego: İd’in gemini çekendir. İd’in direttiği “hemen, burada, şimdi” ısrarlarına , dur bi dakka leyn, hop dedik diyen kısımdır. Özetle. Ego, kişiliğin çevreye uyumunu sağlamakla görevli bölümüdür. Ego, düşünme yoluyla biriktirdiği bilgileri sentezler ve varoluş açısından kişinin daha uyumlu ve başarılı olmasını sağlar. Çünkü düşünen insan arzu doyumlarının olası sonuçlarını önceden tahmin edebilir. Bu tahlilde, Freud EGO’ yu, atını ustalıkla yöneten bir süvariye benzetir.
Süperego : Ahlak polisidir, sadece kendi davranışlarını değil, çevresindeki eylemleri de gözlemler ve denetler. Freud önceleri kişiliğin bu “ yargılayan” kısmını egonun içinde görmüş ancak daha sonra ayrı bir kişilik yapısı olarak değerlendirmiştir. Vicdan, süperegonun tartışmasız bir parçasıdır. Süperego, egoyu denetler ve gözetler, ahlaki yaptırımlar uygular. Ona katı ve sert davranır. Örneğin suçluluk duygusu EGO ile süperegonun bir çatışmasıdır.. Süperegonun oluşumu erken çocukluk dönemindeki cinsel gelişmeyle ilişkilidir. Cinsel hazzın keşfi, ebeveyn ilişkileri, dış kaynaklı yasaklar, iyi kötü kavramlarının oluşması evrelerinde şekillenir.

Bu kısa açıklamalardan da anlaşıldığı üzere, mankeninden tut, haber yorumcularına, futbol eleştirmenlerine, saz ve caz sanatçılarının demeçlerine kadar herkesin diline pelesenk “ egosu kabarık, egosu yüksek, biz sanatçıların egosu vardır” tarzındaki anlamsız cümlelerin anlamını anlamaya çalışmak abesle iştigaldir.
Ne hazindir ki, şımarık, kaprisli, kendini beğenmiş ya da kendine aşırı güveni olan anlamında kullanılmakla cezalandırılmış bir kelimedir EGO. Maalesef. Onu da zaten yanlış kullanıyorlar. Bir kere birini kendini beğenmiş olmakla itham ederken “ egosu yüksek” dediğin zaman, (egonun yüksek ya da alçak olması değil zayıf ya da güçlü olması durumu vardır ya hadi neyse, ) işte “egosu yüksek” dediğin zaman bu aslında iyi bir şey, erdemli bir davranış anlamında gelir bir kere. Çünkü içindeki hayvani dürtüleri dengelemek için devreye giren eğer EGOysa ve bu da onların tabiri ile “yüksek” se, eee?? Bu iyi bir şey…Olmuyor mu?

Evet, neymiş, EGO yükselip alçalmaz, karakterin bir parçasıdır, daha doğrusu karakterin bütünüdür.
Gün içinde, yükselip alçalmadığı, tavan yapıp yerlerde sürünmediği gibi, Ego –İd- Süperego dengesi başta, erken çocukluk döneminde sağlıklı bir şekilde oluşmadığı zaman, birinden birinin diğerlerine baskın durumları oluşur ve bu kişilik yapısını şekillendirir.
Sağlıklı bir çevreye uyum da bu üçlü yapı içinde EGO’ nun belli bir güç kazanması ile oluşur. Ego kalıtsal ya da travmatik dış etkenler nedeniyle zayıf kaldığında, id ve süper ego arasındaki çelişkileri dengeye oturtamaz. Daha doğrusu zayıf bir EGO, bu aradaki çelişkilerin bilgilerini sağlıklı yollardan alamaz. Dolayısıyla da olaya müdahele edemez.

Geçenlerde bu “yüksek bilinç zart zurtlarından, yeni çağın modern gurularından biri, hani sabahları aynada kendinize gülün, kendimi seviyorum deyin, gün içinde 5 kişiye günaydın 10 kişiye merhaba deyin, yavru kedi besleyin, parayı düşünmeyin, o size gelecek falan diye zırvalayan kesimden biri bir kitap yazmış, televizyona çıktı ve dedi ki “egonuzu serbest bırakın”!!! Tamam, hop bıraktık. !!! Bu nasıl bir öneridir şaştım kaldım. Bu kadar tehlikeli bir cümle kurabilir mi bir yazar?
Neyse,
Conclusion:
İdimiz: Doğuştan getiririz. Açlık, susuzluk, seks…. Doyurulması gereken hazlar. Kaynayan heyecanlar kazanı.
Süperegomuz: Sosyalleşme ile şekillenir. Anne baba otoritesi , önemli öteki kişiler( öğretmen, eğitici) vs etkendir. Bastırma, yadsıma, karşı tepkiler kurma, vicdan, ahlak kuralları, yasaklar, aşağılık kompleksi – ki bu başlı başına bir konudur. Ego ile süper egonun arasında cereyan eder. Ego’ nun süperegoya özenmesi sonucu ortaya çıkar- Süper ego kısaca içimizdeki ahlak zabıtasıdır.
EGOmuz : BİZ’iz dir. Ben. Bizi biz yapan bölüm. Dengeyi kuran. Düşünen ADAM. Yani öyle GURU yazarımızın dediği gibi hoppadanak EGOnuzu serbest bırakamazsınız. Ya da Manken kızımızın bir köşe yazarına çemkirdiği gibi “ egosu tavan yapmış onun” diyemezsiniz. Ya da , tırışkadan POPçuların” biz sanatçıların egosu biraz yüksek olur” cinsinden demeç veremezsiniz. Onun başka bir adı vardır. Ona da “kı.ımız kalktı bizim” derler.

- Yukarıdaki foto, EGOnun fotoğrafı mıdır Abidin?
- Bence evet.
- Neden?
- Çünkü, doğuştan gelen cinsel dürtülerin tatmin edilme yolu olarak seçilen güçlü kadın imajını (id), ahlak zabıtasının copunu ensende hissederek ( süperego), kıyafet ve saç şekli seçimi, ellerin belli bir konumda tutulması endişesiyle dengede tutmaya çalışması ( EGO) resmedilmiştir de ondan.

Esen kalın. Kalın giyinin, havalar soğudu.

 
Toplam blog
: 30
: 2105
Kayıt tarihi
: 10.01.07
 
 

1967 doğumlu. İ.Ü Psikoloji lisans, İ.Ü Davranış Bilimleri Yüksek Lisans eğitimi aldı. Halkla ilişki..