Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Ağustos '11

 
Kategori
Ekonomi - Finans
 

Ekonomi bir savaş aracı mıdır?

Ekonomi bir savaş aracı mıdır?
 

Bir kaç yumurta daha kırmak zorundayız ama bitirdiğimizde iyi bir omlet olacak.Balyoz:Fiyat kontrolü


*Karikatürde Mugabe: "Birkaç yumurta daha kırmalıyız ama bittiğinde güzel bir omlet olacak!" diyor 

Bu soruya yaygın cevabın, düşünülmeksizin haykırılan bir “Evet!” olacağını tahmin etmek zor değil. Hele “ Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” gibi kitaplara bakınca… Son meydana gelen krizler, ekonomiyi Marksist hurafelerle izah etmek eğilimini güçlendirdi. Ne dediği anlaşılamayan hiçbir aksiyomatik önermesi bulunmayan, kârın anlamını bilemediği için onu yanlış bir dört işlem çözümüyle izah ettiğini sanan, bir kara cahile bel bağlamak moda oldu. İnsanlar türbelere çaput bağlayan gelinlik kızlar gibi gene koştular Marx Dede’ye… 

Ekonomi bir savaş aracı olabilir mi? Bu soruyu “ Süpürge sapı bir savaş aracı olabilir mi?” şeklinde de sorabiliriz. Bir süpürge sapıyla da yeterince korku yaratabilirsiniz. Bu durumda ne yapılmalıdır? Mesela süpürgelerde sap kullanımını yasaklamak çözüm olabilir mi? 

Sorun ekonominin tabiatına bakışla ilgilidir. 

Sorunu Marksist tarihsici diyalektik materyalizmle ele aldığımızda ekonomi denen faaliyet “egemen sınıfların yürüttüğü, tarihsel bir sapmadan ibaret bir tür çarpık ve gayri meşru faaliyettir”.  

Marksistlere ve içinde kollektiviteyi esas kabul eden her türlü düşünceye göre ekonomi, düzenlenmesi gereken, bireylerin değil, devletin komuta etmesi gereken bir faaliyet alanıdır. Bunun sebebi de üretici, güçlerin işbölümüyle üretime yabancılaşması, üretimden eşit pay almaması, en nihayetinde tüketim mallarından eşit istifade edememesidir. O halde ekonomideki çıkar çatışması, yani kapitalistlerle işçiler arasındaki çıkar çatışması devrimle ortadan kaldırılmalı ve daha sonra bu, küresel olarak bütün dünyada daha çok üreten ülkelerin devrimle yok edilmesine kadar sürdürülmelidir. 

Sorun şudur ki bu kolektivist bakış açısı, milliyetçilerin, siyasal dincilerin, faşistlerin temel iktisadi felsefelerini oluşturur. Çünkü bu üç grup da ekonomiyi, sosyalistlerle beraber, “ Kutsal bir kollektivite adına, kolektif ve Tanrısal bir irade tarafından yürütülen bir faaliyet” olarak görür. 

Hal böyle olunca her üreticinin aynı zamanda bir tüketici olmasının, tüketicilerin taleplerinin tek belirleyici olduğu gerçeğinin hiçbir önemi kalmaz. Tüketiciler üreticileri yok etmek istemez. Çıkarlarının üreticilerin çıkarıyla çeliştiğini düşünmezler. Üreticileri yok ederek, teflon tava, ayakkabı, mobilya elde edemeyeceklerini bilirler. Kaldı ki kendilerinin de başkalarının taleplerine hizmet eden üreticiler olduklarını bilirler. 

Dolayısıyla ekonomi, sınıf çatışmasına rağmen yürütülen zoraki bir faaliyet değildir. Ne işçiler karşılıksız çalışarak üreticilerin ürünlerini almaya zorlanır ne de üreticiler emek dahil üretim faktörlerinin hepsini bedavaya mal ederek fahiş fiyattan , müşterilerini alış veriş etmeye zorlar. Bunlar sosyalist romantizmin içi bulanık adalet romantizminin sloganlarından ibarettir. 

Bu durum yurt içinde olduğu kadar uluslar arası ticarette de böyledir. Ford Türk ekonomisini yerle bir etmek için otomobil üretmez. Nestlé aslında içi boş ambalajlar üreterek bize süt ürünü satıyormuş gibi yapmak için fabrika açmaz. İlâç üreticilerinin amacı, Türkiye’de diyabet ilâçlarının üretilmesini engellemek değildir. Apple bize işe yaramaz bilgisayar kasaları ve telefonlar satmaz. Türk tüketicisi, ululararası ticaret yoluyla akıllı telefonlara çabucak ulaşır, görüntülü arama yapar, internette makale tarar, haberleşir. 

“Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” gibi popüler iktisat dışı yayınların sosyalistlerce gizlenen yönü, bahsedilen uluslar arası ekonomik örgütlerin zaten serbest ticaretin önündeki en büyük engelleri oluşturduklarıdır. Bunlardan belki daha önemlisi, o tetikçi gibilerin çalıştığı firmaların, büyük batı ülkelerinde devletle yakın teşvik, kredi ve kayırma işlerine girişmiş olmalarıdır. 

Komşunuzun devletçe kayırılması ve hak etmediği gelirlere devlet tarafından ulaştırılması nasıl size basbayağı adaletsizlik olarak görünürse, batılı hükümetlerle lobi ilişkilerine giren şirketler de hem kendi ülkelerinde ciddi kaynak ve sermaye malı israfına hem de dünyada çıkar çatışmasına yol açmaktadır. 

Üreticiler arası rekabette ortak ve tartışılmaz tek hakem müşteridir ve müşteriyi en iyi tatmin yolunda gösterilen çaba dışında üreticilerin birbiriyle savaşmasını gerektirecek hiçbir şey yoktur. Üreticiler arasındaki rekabette devlet gücünün devreye girmesi sorunu, devletin kimin yaşayıp kimin ölmesi gerektiğine karar veren bir makam haline getirir. İşte müşterilerin memnuniyetsizliğiyle batan şirketlerle, devlet kayırmalarıyla baş edemediği içim batan şirketler arasındaki fark buradan kaynaklanır. 

Müşterinin talepleri, iflası ve büyümeyi savaşsız şekilde gerçekleştirmenin yegâne yoludur. Müşteri sadece daha ucuza daha kaliteli malı kimin arz ettiğiyle ilgilenir. Yoksa hangi şirketin devlet kayırmasıyla hangi şirketi batırdığıyla değil. 

İnisiyatif bir kere müşteriden devlete geçtiği takdirde, piyasada kaynak ve sermaye malları tüketimini belirleme gücü de devlete geçer. Bu durumda kıt kaynakların tüketiminde fiyat( talep) değil evlet emri etkili olmaya başlar. 

Uluslar arası ticarette, kaynakları barındıran ülkelerin kaynakları sermaye mallarına dönüştürememesinden dolayı, bu kaynaklar hiçbir zenginlik ve refah oluşturamadan toprağa gömülü kalır. Bor rezervleri zengini olmamız, ancak Bor’un hidrojenin yakıt kaynağı olarak kullanılmasını sağlayan teknolojiyi geliştirenler sayesinde bir önem kazanmıştır. 

Ülkemiz siyasetinin bariz sosyalist karakteri, borun bir “millî” değer olduğu masalıyla onun toprağa gömülü kalmasına sebep olmaktadır. Bordan yararlanılarak geliştirilecek teknolojiler ve bunun yaratacağı refah, “bizim “ denen bir kolektif mülkiyete duyulan kıskançlıkla sürekli engellenmektedir. 

Kollektivist siyaset ile sahipsiz her malın kolektif mal olduğu ve dolayısıyla devletin malı olduğu kanaati yüzünden ne yapılacağı konusunda hiçbir fikrimizin olmadığı milyonlarca ton cevher, hayatımızı her gün daha pahalı hale getirmektedir. Geri kalmışlık doğrudan doğruya bir maliyet sorunudur ve geri kalmış ülkeler, “ne pahasına olursa olsun” yaşamaya çalışan ülkelerdir. 

Ekonomiyi savaş aracı sanalar, ancak cevherlerin topraktan çıkarıldığı gibi satılarak para getirdiğini sananlardır. Eğer yarın o cevherlere ihtiyaç duymayan bir teknoloji geliştirilip de onların kârlılığı kalmazsa ne olacağı konusu, bizimki gibi geri kalmış ülkelerin, sağcısıyla solcusuyla kolektivizme/sosyalizme esir olmuş siyasetçilerinin aklının almadığı bir konudur. 

Ekonominin savaşlara yol açmamasını, bir savaş aracı olmamasını istiyorsak, devlet müdahalesini ortadan kaldırmalıyız. Devlet ne kimin ne kadar kazanması gerektiğine dair şaşmaz bir adalet yeteneğine sahiptir ne de rekabetin verimliliği konusunda hesaplama melekesine. Dolayısıyla Almanya’ya tekstil ihraç eden girişimcilerimizle gurur duyduğumuz kadar, diyabet ilaçlarını ülkemize getiren firmalara da müteşekkir olmazsak işte o zaman savaş başlamış demektir. 

 
Toplam blog
: 153
: 503
Kayıt tarihi
: 11.02.11
 
 

Eczacıyım, memlekete meraklıyım.....