Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Nisan '19

 
Kategori
Güncel
 

Eksik Bir Yazı; Hayal

Beyin kabaca bir anlatımla; ne görürse onu kaydeden bir cihazdan başka bir şey değildir. Bunu en bariz şekilde çevresindekilerin her hareketini sürekli izleyen bebeklerden de anlamak mümkünken pek de uzağa gitmeye gerek yok. Herkesin evine gitmesi, çocuklarını gözlemlemesi, birçok hareketini aile ve çevreden kopyala yapıştır kadar birbirine benzer olduğunu görmesi aslında pek de şaşırtıcı değildir.

Günümüz toplumlarında ise beyinlere kaydedilen şeylere ilave olarak görsel yayın araçları ilgili olarak, farklı eklemeler yapıldığı söz konusu durumun kuşaklar arası farkı gittikçe açtığı da söylenebilir. Bu durumda çevresini taklit etmesi beklenen insan çevresinden farklı davranışlar edinebilir. Toplumsal çatışmaları artırması beklenen söz konusu gelişmeden en fazla öğretmenler etkilenmekte olup, öyle ki her yıl öğrenci profilinin nasıl da değiştiğini görerek hayrete düşseler de pek fazla da şaşırmıyorlar artık. En azından şaşırmamaları gerekir.

Türk toplumunda ise ben seksen sonrasını biliyorum çok ciddi değişimler olduğu aşikâr. Aslında bu durumun teknolojiyle birlikte hızlanarak arttığını görmemek toplumsal değişimlere duyarsız kalmamakla eşdeğer.

Türk toplumu kabuk değiştirdi, doğrudur; eskiden yoldan geçene nerden geldiği nereye gittiği, kimlerden olduğu sorulur ve söz konusu yolcu tanrı misafiri kabul edilirken, özellikle kırsal kesimde otel, kalacak yer konusunda sıkıntı çekilmezdi ve mutlaka birisi o insanı evinde misafir ederdi. Tabi o köprünün altından çok sular geçti, beyinler yerli, milli, demokrat, medeni, aydın, baydın derken beyinlerde çok farklı bir toplumsal profil oluşturuldu, şöyle ki;

İnsanlar tanımadıkları insanlara güvenmemeleri gerektiğini televizyon dizilerinden, suyuna ilaç atan robdöşambrla kendini gösteren adamlardan öğrendiler.

Masumane yol soran ablalara kamyoncu esnafına hakaret eder bir şekilde gösterelim yavrum repliği ciddi bir iş çıkardı.

Banker skandalları, köprü satan amcalar, sahtekârlar, daha çok sahtekârlar değer gördü, beyefendi oldular da bir tek emeğiyle alın teriyle çalışanlar hor görüldüler.

Emeğiyle alın teriyle çalışanlar, hiçbir devirde aşağılandıklarını belki de hiç bu zamanki kadar hissetmemişlerdi. Köylülük kabalıkla eşdeğer bir kelime haline geldi. İşçiler, emekçiler, amele, çöpçü, gibi aşağılanmalarına maruz kaldılar.

Mesleğe göre kız alıp vermeler, selam vermeler, aşağılanmalar devam etti.

Sonra yetmişli yıllarda türeyen aslı astarı olmayan, acıların çocuğu referanslı gerçekte gerçek emekçilerin kendilerinden utanmalarını içselleştiren bir akım ortaya çıkarıldı ki, onlarca yıldır gerçekte halkın en üretken kesiminin sırtına binmiş güruhlar, bir yandan sabır tavsiye ederken, diğer yandan acıların çocuğuyum diye bağırıyorlar, pis kokulu bir pavyon köşelerinden.

Üreten emeğiyle kazanan insan elbette asla ben olmasam, üretim durur, sen olmazsın hayat durur demek, diyebilme bilincine asla ulaşmadı, ulaşamadı.

Kendi emeğiyle geçinenler utandı, hırsızlar, dolandırıcılar utanmadı, hatta değer gördü, ünlü oldu.

Köylüleri sonradan görmeler aşağıladılar, çobanlar, köylüler aşağılandı, hâlbuki kendi emeğiyle geçinen, başkasına asla yük olmayan, devletin unuttuğu diyarlarda kendi halinde yaşam mücadelesi veren insanların utanmalarını gerektirecek bir suçları, kabahatleri yoktu. Ama olsun, onlar çoban, köylü hatta kaba sabaydılar. Sanki sert doğa koşullarında yumuşak, yumuşak sadece insan gücüyle mücadele etmek kolaydı da.

Misal ben de o köylülerden biriydim. Annem on iki çocuk doğurmuş ve yedisi çeşitli nedenlerden dolayı hayattan ayrılmış. Beni de doğurtan köy ebesi beni gördüğünde takılıp dururdu. Hatta ben ölü doğmuşum ama sürpriz de değilmiş aslında. Nasıl olsa bir çocuk doğunca yaşama ihtimalinden ölme ihtimali daha fazla.

Çocukluğumuzda şehirler bize uzay üssü gibi gelirdi, doksanlı yılların başında üniversiteye girdiğimde on altı yaşındaydım ki, ben oldukça büyüktüm. Ne de olsa on üç yaşındayken yalnız başıma bin kilometre yol gidip, Bursa’da Işıklar Askeri Lisesi sınavına girip geri eve dönmüştüm. Kimse de beni merak etmemişti, ettiyse de belli etmemişti.

Yani kısacası aşağılanan insanlardan biri de bendim yani. Ya da öyle hissediyordum. Uzun yıllar sonra birkaç bin kitap okuyup, üniversite bitirip gerçekten sorguladıktan sonra anlayabiliyorum, iyi anlatamıyor olabilirim ama anlıyorum.

“Kışları okul tatil olunca bize köyde ki aslında bizim mahallede ortak döküm veya salma denilen para ile görevlendirilmiş bir hocamız vardı; Mustafa hoca, halen görüşürüz, oğulları vardı, biri büyüktü de benden diğerlerinden büyük olanın adı Ahmet, küçüğünün adı Mehmet’ti. Mehmet’le neden bilmiyorum o zamanlar ben çok kavga ederdim ki, kavgaya tutuştum. O sırada Ahmet de geldi, Ahmet gelince abim de geldi. İkiye iki kavgaya tutuşmuştuk ki, o sırada onların en büyükleri geldi. Üçe iki olmamıza rağmen biz bunları dövüyorduk ki tam o sırada hoca efendi geldi bana vurdu. Ben buna çok bozulmuştum. O zamanlar küçücük bir çocuktum ama hoca önce sormalıydı ve ondan sonra ceza vermeliydi.  Bir de benim de hocamdı, çocuklarının da hocasıydı o halde neden adaletli davranmamıştı? Ben yıldırım hızıyla bunları düşünürken, gözüme orada soba odunu ilişmesiyle, onu kapıp hocanın dizkapağına geçirmem arasında saliseler geçtiğini ve Kur’an Kursundan kaçtığımı, abimin de arkamdan geldiğini hatırlarım. Bir daha da gitmedim. Adaleti olmayan bir hoca bana ne öğretebilirdi ki?..”

Değil mi ama?

“Sonra bir başka hoca vardı, sünnet falan da yapmıştı mahallede oynarken yakalayıp galiba beni de ağlata ağlata sünnet etmişti. Ünlü bir hocaydı. Yine bu hocalar eskiden imamlık yaparlar ancak kadrolu imam olmadıkları için diğer işlerini de yapmaya devam ederler. Hayvan alıp satarlar vs. O hoca öyle derin bir hocaymış ki, camide insanlar iki gözü iki çeşme çıkarlarmış. Bu derin hoca bir gün babamdan koyun almış. Beş tane koyun. Şu anda iki bin beş yüz lira ile beş bin lira arası bir rakam. Babamı atlatıp duruyor. Babam da sızlanıp duruyor, her hafta haftaya diyor. İyice sıkılmış babamın içi yoldan geçerken yakalayıverdim atının yularından. Bana saldırmadı ama ben hocaya bir sürü kızdım. Müslümanlığın şartlarından birinin sözünün eri olmak olduğunu babamı ne diye her hafta haftaya salladığını, eğer bir daha haftaya derse onu bu yoldan geçirmeyeceğimi söyledim. Yani sözünde durmasını söylemek istiyordum ama hoca nazikçe yapmak istediğim uyarımı dikkate almadığı gibi üste çıktı.”

Bizler çocuktuk o zamanlar, çıplak ata eyersiz biner, yelesini yular yapardık, gözümüzü budaktan sakınmazdık, gerçekten sert bir iklimde sert bir coğrafyada mücadele ediyorduk.

Sözünün eri olmak o zaman da erdemdi, kimsenin dinin, Allah’ın arkasına saklanarak sözünü çiğnemesine, bulunduğu mevkii kullanmasına o zaman tahammülümüz yoktu.

Kimsenin malında gözümüz yoktu, savunmadaydık yani, hakkımızı almaktı derdimiz, verilen sözlerin tutulması, akitlere tarafların uyması gerekiyordu. Bu gün de milyonlarca insan gibi hala öyleyim gerçi.

O zamanlar dağ başları bizimdi ama şehre indiğimizde, süt dökmüş kediye dönüyorduk. Televizyon görmemiştik, keşke görmeseymişiz, elektrik ilkokul biterken geldi, biraz daha geç gelse de olurdu. Arabesklerle daha geç tanışırdık hiç olmazsa.

Kimin faydalı, kimin faydasız, kimin zararlı olduğunu anlıyorum ama yine anlatamıyorum. Uzmanlığım o alanda olmadığından mı, korkudan mı bilemiyorum anlatamadığımı biliyorum. Bunu dokuz on yaşında da anlayabiliyordum, şimdi de anlayabiliyorum.  Görünen pencereden görmeden önce ıssız bir yaylada bir gürgen altındaymışçasına düşünmek gerekiyor, kalp gözünü açarak, fazla bir şey beklemeksizin. Borçlu olmaksızın, alacaklı ve veren el olarak düşünmek, gerekebilir, sonra kaybetmekten başta kaybetmek iyidir. Eli yükseltmemek ve insanlar hakkında hayale kapılmamak ise çok daha iyidir.

Gerçi sözler gerçeği en yalın haliyle yazıyla eksiksiz nasıl anlatabilir onu da doğrusu bilemiyorum. Bunun önemi olduğunu da zannetmiyorum. Konu uzadı ve dağıldı. Farkındayım.

Bekleme gelmesini, gelmez asla!
Git ve al
Alamazsan dön geriye
Ders vardır belli ki, ders al
Fazla hayal kursan da
Hayaldir, boş ver
Her gün ne hayaller
Gören ben değil miyim rüyamda
Kanma kimsenin tahtına
Ne sen kimsenin tahtını taşı uzun süre
Ne de tahtını taşıt kimseye
Hayal kur,
Bedeli olmasın özgürlüğünün
Hayaldir, yeniden kur…

 

 
Toplam blog
: 2271
: 163
Kayıt tarihi
: 15.10.14
 
 

Bugünün doğrusu yarının eğrisi, dost görünenler düşman ve herşey aslında zıddı olabilir. Büyük ih..