Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ağustos '11

 
Kategori
Öykü
 

Elif yazdı yollarını / NASİP!..

Elif yazdı yollarını / NASİP!..
 

Görene idi tecelli. O güzel resim için...


Nasip, on sekizindeydi ancak, babası Kadir Usta’nın o feci yangında can verdiği sırada. Bu nasıl bir nasipti Ya Rabbi? On yıl ara ile hem annesini hem de babasını almıştı Azrail ondan. Bu nasıl bir nasipti Ya Rabb'im? Onların rızıklarını sağlayan bu bereketli oyma dükkanı bir anda kül olmuştu. Biz olsak, “ah, vah” ederdik; “kara talih” der dövünüp dururduk yerimizde. Ama Nasip, sizin bizim gibi değildi! Babası nasıl kaderine razı olanlardansa o da kaderinin önüne koyduğu nasibe, bütün gönlüyle rıza gösterenlerdendi. Biliyordu o, taa küçük yaşlardan biliyordu. Biliyordu o, babası öğretmişti ona; canı alan da canı veren de Hüda idi. Cana iki cihanda da gülistanı tattıran da Hüda. İnsan olana yalnızca, bilmek görmek, bulmak gerekti.Eğer şu yokluk denizinde beden kayığı can mumu ile yüzecekse daha, ummanı ve ışığı gösteren Rabb, nasibi de verecekti elbet. 

Hem, babası ona ve kardeşine öyle bir kader bırakmıştı ki. Daha dün yanmış, oyma dükkanının ruhu hala yaşıyordu sanki. Üstelik, yanan yalnızca tahtalardı; biliyordu bu oğlancık. O tahtalar ki, şimdiden sonra yolu aydınlatan köz köz olmuş can ışığıydılar. Ruh vardı şu yanışla gelen dirilişte, iki yetime de son nefeslerine kadar baki kalan. 

Kader Usta’nın bu çarşıya, şu yaşadıkları mahalleye çok emeği geçmişti. Yalnızca, ünü dört yana ulaşmış oyma eserlerine emek vermemişti o. Alın teri ve göz nuru ile kazandığı akçeleri “çarşı sandığına” helalinden veren ustalar arasında başı çekenlerdendi. Kaç çırak, kalfa; kaç kalfa kalfa-usta olmuştu yanında. Hele kaç tanesi de, onun “peştamal giydirmesi” ile ustalığa ulaşmıştı. O dahi sayısını unutmuştu yetiştirdiklerinin, destek olduklarının. 

Çoğu zaman da, sandığın nasibine düşenden fazlasını – bir anda yanından gidiveren, ama kalbinden hiç sökemediği gül yüzlüsünün; gül ağacının yanında yüzünün güldüğünden emin olduğu için, sevinçle ve huzurla- fakirlere, kimsesizlere, eri sefere giden yalnız gelinlere, evlenene, ev yapana, dükkan açana, işi rast gitmeyen esnafa yardım olsun diye akçeleri dizerdi “sandık”a… Kim ondan medet umarsa; onun yanında olduğunu yardım dileyene hissettirmeden “medet peşinde olanın ta yanı başında olabilmek için” yapardı bu yardımları can-ı gönülden… Onu örnek alan daha nice çarşı ustaları, onun yanında çalışıp da kendi dükkanında usta olan nice erler de aynı yolu takip ederlerdi. 

İşte gün gelmişti!.. Rabb'im, hangi kulunu yalnız, aciz, tek başına ve dertli bırakırdı ki? Tek ki; yolu, ışığı, yüreği ve yazıyı iyi okumak, yolun yazısını yürekle yazmak gerekti. Rabb, verirdi; dileyene… Rabb, verirdi; arayana… Rabb, verirdi kendi nesfsinden önce başka can için canı yanana! Rabb verirdi; Rabb’in gizemli işaretlerini sabırla okuyana… Rabb verirdi; almadan vermenin sırrına eren yüreklere. İşte, gün gelmişti.İşte gün, bugündü.Rabb’in var ettiği gün. Tam da vakti saati gelmişti o büyük tecellinin…Görene!

Görene! Görene idi tecelli…Elbette, kader görene idi, ancak. Kader, bilmediğimiz değildi aslında… Menzilin sonunda gördüğümüz o güzel resim için, yolları ilmek ilmek örmekti Kader. Kader, bilinmeyen değildi aslında. Kimine görülmeyendi; kimine göre ayan beyan yürekle görülen…İşte o gün geldi. Görebilmenin, erebilmenin vakti saati geldi çattı. Kader, Nasip’e Kader Usta’nın nasibini sandık aracılığı ile verdi. Öyle bir saatti ki bu, sanki bir tarafta canı ciğeri oyulmuştu babasının gidişine oğlanın; diğer tarafta canı hayat bulmuştu nasibine erişine. 

Çarşı esnafı yangının çıktığı gecenin hemen ertesi günü, sabah namazından sonra birleşti ve iki kararı bir anda verdi Kader Usta’nın emanetleri için. Birinci karara göre, Kader Usta’nın yadigarları iki pırlanta çocuk, çarşının çocuklarıydı .Bütün çarşı onlara kol kanat gerecekti. Çocukların veliliğini Sacid Molla hemen oracıkta, bu karar alınır alınmaz, kabul etti. İkinci karar gereği ise, “sandık”tan yüklüce bir miktar akçeyi Nasip’e vereceklerdi. Nasip hem medresede iyi bir talebeydi hem de babası Kadar Usta’nın yanında çıraklığa kadar gelmişti.Bir taraftan medresede eğitimini sürdürebilecek; bir taraftan da bBelli bir süre bir oyma ustasının yanında yetişmesine devam edecek; bir iki yıl içinde onun da Usta olması için ona yol verilecekti. Dükkanı da bu sandıkta toplanan para ile açacaklardı Nasip’e… 

Bu kararlara bir karar da Çarşı Ağası ekledi: “Cennet mekan Kader Usta bu çarşının babası, ustası, pîri idi. Çarşının yardım sandığına akçe verirken yalnızca kendine düşen payla kifayet etmezdi o. Nasip ile Medet’e kimse bir dirhem bir şey demeyecek! Ama biz onlara babasının her daim yaptığı gibi, paylarından fazlasını yüreklerimizden kopararak vereceğiz.” 

Bütün Çarşı ahalisi, bu sözün üzerine ne bir eksik ne bir fazla söz söyledi.Ve o gün herkes bir güne düşen nasiplerini sandığa eklediler…

Çocukların üzüntüsü daha taptazeydi. Bütün çarşı ve bütün mahalle birkaç gün beklediler, çocukların toparlamasını. Aslında, geçen süre içinde ne Nasip’in ne de Medet’in tek bir damla döktüklerine kimseler şahit olmamıştı. Ama Sacid Molla’nın tanıklık ettiği bir şey vardı ki… O yangın gecesinden ona kalan… Bu tanıklığı nasıl yoracağını, nasıl göreceğini bilemedi.Gözüne yangın gecesinden bugüne kadar dirhem uyku girmemişti. Birkaç kişinin ağzını aradı şöyle usulünce; yok, kendisinden başka kimse şahit olmamıştı bu muammalı olaya… Ama Molla, kulakları ile işitmiş ve gözüyle görmüştü… Kader Usta’nın yanmakta olan dükkanının içinde olduklarını fark ettiklerinde, iş işten geçmek üzereydi. O büyük panikte, o insanların çaresiz koşuşturmaları arsında, ağabeyi ile birlikte dükkanın yanan kapısına gelen Medet, gözyaşları içinde “Babaaaaaaaaaaa!” diye bir çığlık atmıştı. 

Evet, emindi Molla; o bu yaşına kadar konuşmayan çocuk ses vermişti… Nasip’e soracak oldu… Nasip daha babasının ölüm şokunu ve üzüntüsünü atamamıştı. Böyle bir şeyi ne duymuş ne de görmüştü.Görse bile unutmuştu. Ağabey olduğu için sessizlik ve vakarla ölümü kabullenmiş görünüyordu ama, Hoca'sı onu iyi tanırdı. Bu içli delikanlı içten içe, kimselere belli etmeden yıkılmıştı. Ve bundan sonra da hiç belli etmeyecekti, içine gömdüğü üzüntüsünü… Medet’e bakıyordu o haykırış saatinden sonra her ân Molla; hatta bir kez yanına giderek “Medet, sen konuşuyorsun.’Baba’ dedin, duydum” dedi çocuğa… Çocuk, Molla’nın gözünün içine baktı ve insanın içine işleyen bir gülümseyiş gönderdi hocasına… Ve hiç mi hiç ses çıkarmadı. Yine de, Hoca bildi bu susuşu; Medet ancak hakiki yürüyüşlerde, hakiki yanışlarda, hakiki görüşlerde dile geliyordu ve gelecekti bundan sonra da.
… 

Aslında, Sacid Molla dünden razıydı, Nasip’le Medet’i himayesi altına almaya… Bütün umutlarının karardığı bir ân’da hazine değerinde iki oğlan armağan etmişti Hüda ona… Ne sonsuz hazinesi vardı Rabb’in… Otuz beş senelik evli Hoca’nın hiç çocuğu olmamıştı şimdiye kadar. Yine de o, bir günden bir güne ne eşine ne de Rabb'ine “of” bile demedi. Hanımı kendini eksik hisseder diye, bir gün olsun “çocuk” sözü etmedi. Zaten medresedeki tüm çocuklar, onun ve Hatun’unun çocukları değil miydiler? Medreseye gelen tüm çocuklara hep kendi çocukları gözüyle bakmamışlar mıydı? Hayır! İtiraf etti Sacid Molla: Nasip’le Medet’i diğer talebelerinden bir parça fazla sevmişti yüreği. Yalan söyleyemedi kendine bile. Nasip on yıla yakındır ondan ders alıyordu. Medet’in de yanına gelmesii üç dört ay ya olmuştu ya olmamıştı. Nasip, medresenin en gözde talebesiydi. İki cihana ışık olacak bütün güzel amellerde gelecek vaad ediyordu. Her yönüyle herkese örnek, herkesin gıpta ettiği bir gençti Nasip.
On iki yaşına gelen Medet de eğer duyabilseydi, eğer konulabilseydi…”Duymak” deyince yine yangın gecesini hatırladı Molla:
”Allah’ım bu bir ışık mı yoksa? Belki gün gelir tamamen konuşur ve duyar Medet! Sen medet ihsan eyle bize!” diye mırıldandı yürekten. 

İşte eğer duyabilseydi, eğer konuşabilseydi, herkes görüyordu ki, bu oğlan da ağabeyinin yolundaydı. Üstelik, nasıl olduğuna kimseler akıl sır erdirememişlerdi ama, Medet iki aylık kısa bir sürede ağabeyinden okuma yazmayı sökmüştü. Sanki, ağabey ile kardeş arasında kimsenin çözemediği, çözemeyeceği gizli bir dil vardı. 

Medet, uzun uzun dinlemeyi seven bir çocuktu. Hep başı biraz öne eğik gibi durur; ama bulunduğu mekanın en ince ayrıntısını hemen hafızasına alırdı. Sanki, insanların ağzından, gözünden, nefesinden medet umarcasına usul usul dinler ve yüreğine nakşederdi olanı. Onu seyre dalan bir kişi, onun duymadığına ya da konuşmadığına asla ihtimal vermezdi. Her sohbeti başından sonuna kadar pür dikkat dinlerdi. Sacid Molla “bu çocuk duyuyor mu acep” diye geceler boyu uzun uzun düşünceler dalmıştı bir vakitler. İlk zamanlar yoğun bir şekilde bu düşünceye kilitlendi yüreği. Sonra bir gün, bu yanlış düşüncesinden kimselere sezdirmeden utanıverdi. O ki, bu medresenin en ulu kişisiydi; nasıl anlamamıştı ki? İdrak günü gelince, utancı tövbeye döndü o dem. Tam bir hafta, herkesten sakladığı bu kusurunu affettirmek için inzivaya çekildi ve Allah’a el açtı:
”Bu çocuğun kulağı duymuş, duymamış! Ne gam! Yüreği duyuyor. Ey Güzel Allah’ım! Ben bunu nasıl görmem? Görmeyişim için affet beni!” 

Medet, kendi isteği ile, medresenin mutfağında aşçıya yardım ediyordu. Ama en sevdiği ve en önem verdiği görevi, şöyle kıpkırmızı billur gibi çay demlemekti. Çok zaman geçmeden medresedekiler ve medrese sohbetlerine gelen misafirler Medet’in çayının tiryakisi oldular. Çay aynı çaydı aslında… Çay aynı çaydı ama, Medet’in değil de aşçıbaşının eli bile değse, bu çay aynı billur çay olmazdı ki… 

Sacid Molla, kendi kendine kanaat ettiği “bu çocuk duymuyor” hatası için bir hafta odasına kapanıp mağfiret diledikten hemen sonraki günlerde, Medet’le Nasip kadar, bazen Nasip’ten de öte ilgilenmeye başladı. Şimdiye kadar yarı acıyarak ilgilenmişti Medet’le, ama madem ki çocuğun yüreği ile duyduğunu idrak etmişti; dizinin dibinden ayırmadı onu. Çocuktaki alametleri, izleri iyi anlamalı, iyi okumalıydı… Hem de hayretle...Hoca, “çocuğu duymayanlardan” olmayacaktı bundan sonra. 

Çocuğun yakınına kadar gelip de, onu duymaya başladığından bu yana, Hoca her gün çocukta bir başka güzellik keşfetmeye başladı. Bir gün, çocukta bir farklı güzellik, bir farklı alamet daha gördü: Çocuk, “ben bu sohbetlerden anlıyorum, her kelimesini duyuyorum” dercesine dinlediği sohbetlerden bir figür, bir minyatür resmediyord sessizce.Bu minyatür ya bizzat sohbetin konusunu anlatan bir iz, figür oluyor ya da sohbetin en feyizli kişisinin tasviri. Bakardınız ki, bir sohbette “çeşmelerden” bahsolunuyor, işte o an çocuk çeşme resmetmiş; bakardınız ki, o gece sohbetin tüm konusu yardımseverlik, konunun tamamını özetleyen büyükçe bir minyatür düzüvermiş, Medet!! Ya da bir bakardınız; en hoşsohbet, en alim, sohbet ehli zatın resmi var önlerinde, Medet’in ellerinden süzülen… 

Molla, yapılan sohbetlerle çocuğun resmettiği minyatürlerin arasındaki isabetleri gördükçe günden güne daha büyük hayretler içinde kaldı. Nasip, şairlik, neyzenlik ve alimlik yolunda ilerleyedursun; Medet de minyatür ve hatt sanatında çırak olmaya başlamıştı.Çay demlemekte zaten çoktan Usta idi oğlan. 

İşte, öz evlatları gibi sevdiği ve bu çocuklar kendinin yanına geldiğinden beri, medresenin namının ve hikmetinin kat be kat arttığını gördüğü böylesi bereketli iki yavruya, Nasip’le, Medet’e babalık yapma zamanı gelmişti.Ne yüce bir mertebe idi, onun için. Mertebenin büyüklüğünü hissettikçe yüreği kabarıyor, gözleri nemleniyordu. Bu kutsal görev için bir taraftan tarifsiz bir mutlukla doluyordu içi; diğer taraftan da sebebini bilmediği bir sıkıntıyla daralıyordu yüreği… Çocukların yanında kaldığı bu birkaç gün bu sevinç, hayret ve sıkıntı girdabında Hocanın ağzından tek bir söz çıkar olmuştu: “Allah Allah!” 

Bir haftaya yakın medresede kaldı çocuklar. Cumartesi gecesiydi.O büyük felaketin ardından beş koca gün geçmişti.. Babasının ölümünden beri bir damla yaş dökmediği gibi bir damla da uyku uyumayan Nasip, medrese odasında kandilin ışığı altında düşünüyordu. 

Cuma namazından sonra Çarşı ahalisi Çarşı Ağasının başı çekmesi ile yanlarına gelmiş hem kararlarını Nasip’e bildirmişler hem de “sandık payını” Nasip’e vermişlerdi. Nasip ve Medet, o kadar olgundular ki o ân… Ne ”Bu akçeler de nereden çıktı” dediler, ne de “Aa zaten bu ân’ı bekliyorduk” duruşu sergilediler… Sanki sandığın sırrına bu küçük yaşta erdiler… Dinlediler; yalnızca saygı ve kanaatle dinlediler.Yalnızca bir bir büyüklerin elini öptüler ve “Allah razı olsun”” dediler… Her ikisinin de dili söyledi bunu, inanın! 

Nasip düşünüyordu.Son beş gündür, tüm bu olanları düşünüyordu. Sekiz yaşından bu tarafa, belki de bu kadar ciddi, bu kadar kılı kırk yararcasına düşünmemişti. Nasip ağabeydi! Düşünmeliydi Nasip Ağabey! Düşünmeli ve en hakiki kararı vermeliydi, kendileri için… Ağabey olduğu için bundan sonra nasiplerinde neler yaşayacaklarını kavrayabilecek ve kimden, neden medet umabileceklerini bilecek oydu. 

Medresede kaldığı sürece; annesi Nagehan’ı, babası İhsan’ı, babasının sembolü Kader Usta’yı, kardeşi yüreği duyan Medet’i ve kendinden öte kendinin içindeki Nasip’i düşündü. Ne yapmalıydı? Neler yapmalıydı? Kim ve ne onlara yol gösterecekti? Bütün oymaların bir gece içinde bir anda, insanın aklını başından eden kül oluşundan sonra; gündüz, bir gün ışığında, bir atan yüreklerin rızası ile sandıktan çıkarak bir çırpıda ayaklarına kadar gelen o büyük “sır” neydi? Ve bu sırrın değerine layık nasıl bir adım atmalıydı?

Bu, “ansızın” insana görünen “oluş-lar”da, “kader”in “bir” “işaret”i vardı, “mutlak”! Kardeşler nasiplerine düşeni iyi görmeli, iyi duymalı ve gördüklerince, duyduklarınca layıkıyla yaşamalı, hayat yolunda can bulmalıydılar… Ama bu nasip bu medrese değildi onlara; bunu anladı, işte o gece Nasip! Daha tam çırak olamadığı oymacı dükkanı da nasipleri olamazdı… Anladı, anladı da olmayacakları…”OL”AN NEYDİ? Bundan sonra ne yapmalıydılar; iki yürek bir olup…Kader’i nasıl okumalıydılar?...Sırra nasıl varmalıydılar? 

Tek şeyi net biliyordu… Fakat, bildiğini, anladığını nasıl anlatacaktı? Sacid Molla’ya ne diyecekti ki? Karıncayı bile incitmeyen kalbi Hoca’sını incitemezdi ki!.. 

Tek oluşu mutlak görüyordu şu an: O, Medet’in tek velisiydi artık… 

Seher yeli incecikten vururken açık pencereden odasına… Seher yeline bir taze yüreğin nidası karıştı: 

“Medet, Ya Hû!” 

Yegâh Elif Mirzâde 

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..