Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Ağustos '11

 
Kategori
Öykü
 

Elif yazdı yollarını

Elif yazdı yollarını
 

"Kader! Bre Erenler..."


Çarşının en aranılan ustasıydı. Orta boylu, esmer, kara kaşlı, kara gözlü, halim selim bir adamdı. O çatık kaşları ile o pehlivan duruşunu karşıdan görenler heybetinden çekinirler, onu kesinlikle gözünü budaktan sakınmayan bir askere benzetirlerdi. Bu benzetiş yersiz de değildi hani; gençliğinde uzun yıllar asker talimi almıştı babasından.Yürüyüşü, duruşu tam bir asker gibiydi. O duruş yüzünden korku ve hayretle karışık yerinde çakılanlar, yanına varmayı göze aldıklarında yumuşak ve müşfik kalbi görüverince bir kez daha şaşırırlardı. Altmış yaşına merdiven dayamıştı. Fakat, kimilerine göre yetmişi çoktan devirmişti. Kimilerine göreyse, o İstanbul’un görüp göreceği en büyük depremde dokuz yıllık eşi biricik Nagehan’ını gözünün önünde Hakkın Rahmetine uğurladığı geceden sonra, saçlarına bir ân’da aklar düşmüştü. Bu aklar yüzünden oldukça yaşlı gözüküyordu; oysa daha kırk beşinde olmalıydı. Yaşı kaç olursa olsun öyle dimdik duruşu vardı ki. İşte bu duruş, ömre bedeldi.

Dedesi bir denizciydi, babası ise bir Serdengeçti. İlk sahip olduğu kitaplar ve ilk aldığı dersler dedesindendi.Bu hünerli ellerinin bir ömür yaşattığı oymacılık sanatı da babasından yadigardı ona. Babasının, aylar yıllar süren uzun seferlerinden evlerine dönüşünde; yalnızca yorgunluğunu atmak için uğraştığı bir sanatın, onun bütün bir ömrünün kaderini çizeceğini, o daha küçük bir çocukken kimseler bilemezdi. Henüz dört beş yaşlarında küçük sandıklar, küçük çerçeveler yapmaya başladı. Sekiz on yaşlarına gelince babasının götürdüğü bir oyma ustası ondaki yeteneği fark etmiş ve onu göstererek babasına:

“Bu oğlancık iyi bir Oyma Ustası olacak. Sakın ola bunu ziyan etmeyesin” demişti. Babası, Usta’ya hürmetten olgunluk içinde “Kader, ustam! Belli mi olur?” demiş; içten içe de “Ben asker yetiştireceğim oğlumu, şu adamın dediğine bakın hele!” diye söylenmişti. O, hem babasının hem de ustasının gözlerinde o gün gördüğü manayı hiçbir zaman silemedi benliğinden.

Kader Usta, babasının onu oyma ustasının yanına götürüşünü neden şu anda yeniden hatırladığına hayret ederek gülümsedi… Aslında, ustanın ona el vereceğinin işaretini aldığı o ilk günü ve o ilk sözcükleri hiç mi hiç unutmamıştı ya! Elindeki rahlenin gül motiflerini ince ince ve büyük bir sabırla oyarken o büyük ustanın, kendisinin gözlerinin içine bakarak babasına söylediği bu sözler şu ân yine geldi aklına işte. Babası, içinden de olsa ne kadar kızmıştı bu sözlere. Ama o, minicik yüreğinde ustasının ona güven ve hayranlıkla baktığı gözlerden süzülen tatlı bir ılıklık hissetmişti hemen oracıkta…Hem babası madem kızacaktı, neden götürmüştü ki ustaya?

Kader Usta’nın asıl adı İhsan’dı. Çocukluk yılları, onun hiç sevemediği, babasının asker talimleri ile geçti. Babası öyle büyük bir arzu ile oğlunu yiğit bir serdengeçti yetiştirmek istiyordu ki, daha beş yaşındayken oğluna sedef kakmalı, özel işlemeli kabzası olan dillere destan bir kılıç yaptırmış ve bu muazzam kılıcı oğluna sünnetinde hediye etmişti. Ama o ne yapmıştı? On beş yaşına az bir zaman kala asker babasının tüm itirazlarına rağmen, bu talime baş kaldırıp Sinop’taki baba ocağından kaçarak, İstanbul’da onu ilk keşfeden oyma ustasının yanına sığınmış, ustanın yanında çalışmaya koyulmuştu. Usta, babasına İhsan’ın yanında olduğunu bir name ile bildirdi vakit geçirmeden. Babasının olana rıza göstermekten başka yolu kalmamıştı. İstemeye istemeye ustaya “tamamdır; oğlum sana emanettir” dese de, asker adamın, oğluna gönlü onulmaz bir şekilde kırıldı. Zaten üç beş yıl geçmeden büyük üzüntüye dayanamayan İhsan’ın babası bu dünyadan göçüverdi.

İhsan bu ölümle çok yıkıldı. Günlerce yemeden içmeden kesildi. Ne olurdu sanki, babası ona rıza göstermiş olsaydı. Ama kaderin İhsan’a oyunu bununla da kalmayacaktı.

Daha babası ile arasını düzeltemeden babasının ani ölüm haberini alışından mıdır; büyük bir felaketin ardından biri sekiz biri iki yaşında yetim kalan iki erkek çocuğunu tek başına yetiştirmek sevdasına düşüşünden midir; yoksa her zorluk ve yokluk anında insana huzur veren bir gülümseme ile söylediği “Kader! Bre erenler…” deyişinden midir, nedir? Yıllar yıllar içinde Çarşı ahalisi İhsan’a “Kader” ismini münasip gördü. Ve yine yıllar Kader’i günün birinde, namı dört yana yayılmış Kader Usta yaptı. O da öğrendi sonunda, “Veren de alan da Allah"tı. İnsan kaderine razı olmalıydı. Bu, kaderine çoktan razı olmuş adam, ismini hiç yadırgamadan bağrına bastı. Sadece, cuma geceleri oğullarıyla birlikte ney ve hat dersleri verdiği gençler onu İhsan Baba diye bilirlerdi. O, çarşının ihsanı bol, vazgeçilmez kaderiydi.

Bugün elindeki rahle Kader Ustayı her zamankinden fazla uğraştırıyordu. Ve bugün yüzüne yayılan o sıcak ve huzur dolu gülümseme, sabahın seherinden şu ikindi vaktine kadar onu hiç bırakmadı. Şimdi, ceviz tahtaya oymakta olduğu şu tek gül motifini her zaman iki-üç saatte bitirirken bugün tam sekiz saattir uğraşıyordu motifle. Üstelik, gül deseni tam manasıyla da bitmemişti daha…

Sanki gülün her bir taç yaprağını sabırla ve gülücükle tahtaya oyduktan sonra eli kendiliğinden cevizden aşağı kayıyor; sanki görünmez bir el ellerinden tutuyor, görünmez bir göz ise gözlerini hayal perdesinden açılan mazideki gerçeklere götürüyordu bu akşam.

On on bir yıl öncesi açıldı şimdi yine önünde. Çok sıcak bir Ağustos gecesiydi. Kendisinin ve eşinin el emeği göz nuru ile biriktirdikleri akçelerle aldıkları Çamlıca’daki bu ahşap eve yerleşeli henüz bir yıl olmamıştı. Nagehan o gece eşinin yaptığı devasa tezgahının başına geçmiş o güzelim halılarından birini daha dokuyordu. Büyük oğlu Nasip babasının yanı başına oturmuş;mektepte yeni tanıştığı arkadaşına küçük bir kutu yapıyordu. Henüz iki yaşındaki Medet’i annesi uyutalı bir saat ya olmuş ya olmamıştı. Her gece olduğu gibi bu gece de aile yemeğini yemiş; büyüklerin namazından sonra herkes işine koyulmuştu. Sekiz yaşındaki Nasip’in çoktan uyuması gerekiyordu ama arkadaşına o kadar keyifle kutu yapıyordu ki, İhsan bu gece büyük oğlunun uyumamasına göz yumdu. Nasip, büyük adam edası ile öylesine aşkla işine sarılmıştı ki, babası onunla gurur duyduğunu düşündü o an… Belki de bu gururla oğlunun kocaman bir adam olduğunu düşünen yüreği, oğlanın uyanık kalmasına ses çıkarmadı. Kim bilir?

Zaman su gibi akıyordu. Baba ile oğlu oymaların aşkına, anneleri Nagehan dokuduğu halının renklerinin nârına bu gece zamanı unutmuş gibiydiler. Yatsıyı geçeli epey bir zaman olmalıydı.

Bir ân, havanın her zamankinden çok daha fazla sıcak olduğunu hissetti İhsan. Hatta alnındaki boncuk boncuk terleri fark etti; sofranın kenarında duran peşkirle alnını sildi.Yanındaki şu gayretli Nasip’e baktı. Bu bakışta her zamankinden çok daha fazla bir şefkat hissetti. Sonra kıyamadı bebeğine, ona da aynı ölçüde şefkatle bakarak gülümsedi. Ne kadar da güzel uyuyordu Medet? Bu da yetmedi yüreğinin karanlığını aydınlatmaya… Gül yüzlüsünü hatırladı ansızın. Sanki Nagehan’ı çok uzaklardaymış gibi, onu her zamankinden çok özlediğini düşündü… Tezgahın ahenkli sesini duyunca yüreğine su serpildi. Bir garipti bu gece… Kendine gelmek için bir tas soğuk suyu içti bir solukta. Yok, bu hararetin, bu şefkat selinin, bu incelişin kesileceği yoktu. Ailesini ne kadar çok sevdiğini düşündü, birden.Kalp atışları hızlandı durduk yere. ”Acaba, bu dört kişilik ailesini neler bekliyordu?” Bu soru aklına gelince irkildi. Ürperdi, silkeledi kendini! Bugün hem çok sıcak hem de çok yorulmuş olmalıydı. Yanında büyük bir sabırla küçük kutuya kendi çiçek motiflerini kazıyan oğluna döndürdü bakışını. Onun omzunu tuttu, biraz olsun ferahlamıştı:

“Bak hele şu oğlancağıza? Aferin, bu gidişle boynuz kulağı geçecek! Bak hele…” Biraz önceki ürpertinin yerini gururla gülümseyişin huzuru aldı… Yine tatlı düşüncelere daldı…

Hele, şu Nasip yok mu? Bu hünerli Nasip… Kim bilir, onun nasibine de neler yazmıştı Hüda… Nasip’i, dört yaşından beri özenle yetiştiriyordu. Dört yaşında mahalle mektebine başlamıştı Nasip, mahallenin bütün çocukları gibi. Altı yaşından sonra babası onu arkadaşı Sacid Molla’nın medresesine göndermeye başladı. Sacid Molla, çocuğu daha ilk gördüğünde çocuktaki o göz ve gönül açıklığını görüverdi. Nasip de babası gibi oymacılıkta hünerliydi. Henüz çok küçük yaşlarında bile yaşına aldırmadan ney üflemek için nefesini tüketişi vardı ki; görenlerin canı giderdi. O da babası gibi, halim selim, becerikli, akıllı, çalışkan bir çocuktu. Oymacılıktaki hüneri kadar, okuduğu kitapların çokluğu ve manalarındaki zorluğu ile babasıyla yarışıyordu Nasip. Bu derviş gönüllü oğlan yıllar içinde hikmetli hikâyeler, şiirler yazacak; ilimlere aşık bir gönül taşıyacak, kalbi karıncayı bile incitmeyecek incelikte bir Efendi olup hem babasının hem de hocasının gurur kaynağı olacaktı.

Özenle yetiştirdiği oğlunun bu güzelliklerini gören İhsan, “Ah şu oğlumu gönlünü kırdığım babam da görebilseydi keşke” diye mırıldanırdı her gece ve ardından yere biraz daha eğdiği gözlerini ailesine göstermeden “Kader bre” derdi… Bu gece de aynı şeyleri mırıldandı, başını öne eğerek…

İnsanı kavuran bu ağustos gecesinde, aynı düşüncelerle iç geçirip gözlerini ailesinden kaçırırken aniden bir gürültü oldu. Gürültünün ardından yer yerinden oynadı sanki. Aile bir anda neye uğradığını şaşırdı. Nasip de Medet de, ortalığa birden bire düşen büyük gürültüden ağlamaya başladı. Evin babası büyük bir sarsıntı ile sallandıklarını anlamakta gecikmedi. Medet’i beşiğinden kaptığı gibi Nagehan’a seslendi. Nagehan, oturdukları odanın açıldığı büyük sofanın en sonunda kocasının yaptığı büyük tezgahın başındaydı. Bu arada, korkudan babasının paçasına yapışan Nasip’i de diğer eline aldı İhsan. Sarsıntı şiddetlenerek devam ediyordu. Evin içindekiler bilmiyordu ama, o canım İstanbul, ömründe görüp göreceği en büyük depremle yerle bir oluyordu işte tam bu sıra.

İnsanın aklını başından alan o anlarda sağlıklı düşünmek çok zordu. Adam şaşkın şaşkın bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu. Önce sokak kapısına yöneldi. İçinden bir ses onu geri döndürdü. Farkında olmadan “Nagehan, Nagehan” diye feryad etmekteydi. Ama kadınından çıt çıkmıyordu.Sofaya doğru yöneldi yeniden. Büyük bir acıyla, “Nagehan neredesin? Buraya gel!” diye gürledi. Çocuklar babalarının bağırışına daha büyük bir çığlıkla karşılık verdiler. İhsan, düşen tahtaların, yuvarlanan eşyaların arasında, sonunda eşinin bulunduğu yere ulaşabildi.Ulaştı ulaşmasına ama… Ama artık çok geçti… Ağır tahtalardan yapılmış ve yarıya kadar halı dokunmuş o büyük tezgah ile yatak ve yorganların bulunduğu tezgahın arkasındaki o ağır yüklük Nagehan’ının üzerine düşmüştü. Gözlerine inanamıyordu adam!! Daha hayatının baharındaki kadını, gül yüzlüsü, gül kokulusu oracıkta can vermişti. İçindeki ateşi ile gözlerindeki yağmuru dindiremeyen çaresiz adam, eşine son bir kez hasretle baktı. Ne yapmalıydı Ya Rabbim? Bir eşine, bir çocuklarına şaşkınlık ve çaresizlik dolu bakışlarla dönüp durdu bir süre… Bir an, aklı başına geldi: Biraz daha kalsalar bu evde, elindeki biçareler de can verecekti.


Artık tek şey düşünebiliyordu; ona emanet kalan Nasip’le Medet’i kurtarmalıydı buradan. Son bir kez daha o güzel yüze baktı. Nedense, bir ân tezgahta yarım kalan halıya da gözü takıldı. Eşine son duasını yaptı. Biraz daha kalırsa gül yüzlüsünden ona kalan güzel emanetler de elden gidecekti. “Beni affet gül yüzlüm” dedi ve yıkıntıların arasından yolu aradı. Bir solukta kendini ve çocuklarını yıkıntıların arasından güçlükle dışarı attı… Bir dakika içinde enkaz haline gelen evden koşan üç tane can, gökyüzünü yırtarcasına ağlıyorlardı…

Bütün gece sabaha kadar dışarıda beklediler. Sabahın ilk ışıklarında çocukları söğüt ağacının dibinde güçlükle uyutabilen İhsan, evin yıkıntıları arasına tekrar daldı. Gül yüzlü Nagehan’ın yanına koştu; onu büyük bir huşu içinde gözlerinden süzülen iplik iplik yağmura aldırmadan evlerinin bahçesindeki gül ağacının yanına gömdü…

O büyük depremden ona yadigâr “o, canının parçası gül yüzlünün ona son gülüşü” ve iki küçük yetim kaldı.

Ustanın deprem gecesini hatırladığı her an, şimdi olduğu gibi nefesi kesilir; o büyük depremin dehşet anları gibi terler içinde kalır; arkasından, boğazına bir şeyler düğümlenirdi. O düğüm yapıştı mı bir kez, kolay kolay da çözülemezdi ki. Tek şifası vardı düğümün; eve gidip de gül yüzlüsünün emaneti çocuklarına sarılmak. Ve her seherde gül ağacını sulamak…

Saatlerdir dükkanından çıkamayan Kader Usta kimsenin görmesini istemediği iki damla yaşı sol kolu ile sildi. Yine gül yaprağının başına döndü. Ancak böyle huzur bulurdu. Yok, hayır! Bugün hiç çözemediği bir tuhaflık vardı ki, Kader Usta havadaki bu gizeme hayatında ikinci kez şahit oluyordu. Havayı daha önce solumuştu da, henüz çözemediği şey, bu tuhaflık neredeydi? Tuhaflık ya bugündeydi, ya da o hünerli Kader Usta’da… O çocuklara ve yoksullara merhametli, düşmana ve haksızlıklara karşı cesur, Allah’ın dünya ve ahretteki nimetlerine ermek için oymaların diline teslim olan el, bugün tutuktu işte. Sanki, onun elinden daha büyük olduğunu yalnızca onun anlayabildiği bir El onu bir bahçeye çekiyordu.

Bu çekişi taa içinde hissetti İhsan Baba. Vakit hayli ilerlemişti ama bugün ayakları onu eve de götürmüyordu, nedense! Son yaprağı oymaya geçerken kalbinde hem bir sızı hem de bir ferahlık hissetti İhsan…

Nasip’ini ne de güzel yetiştirmişti. Şu geçtiğimiz Cuma tam on sekiz yaşına basmıştı Nasip. Medresenin gözde talebelerindendi. Okumak ve yazmak Nasip’in en vazgeçilmeziydi. Sacid Molla, Kader Usta’nın hatırına haftanın bir günü babasının bu oymacı dükkanında çalışması için izin vermişti ona. Nasip, hünerli, sabırlı ve istekliydi oymacılıkta ama… Ancak çırak olabilmişti oğlu. Şöyle bir “ah” çekti içinden. Ama biliyordu gerçeği Kader; oğlu onun yanında çalışırken bile, aklı kitaplarda ve yazmaktaydı.Bu arzuyu, ondan daha iyi kim bilebilirdi ki? ”Eh, buna da şükür!” dedi içinden.

Şükretmesiyle bir, Medet’ine aktı kalbi. ”Medet” dedi İhsan Baba ciğeri yanarak: “Ah, Medet’im! Ne hekimlere götürdüm seni, kimseler çare bulamadı derdine. Tam da anlamadılar sana neler olduğunu. Duymamanı ve konuşmamanı o büyük zelzeleye bağlıyorlar. Biz o yaşlarında anlamadık ki. Seni ilk ağabeyin fark etti. Ah Nasip’im… Sana benden çok babalık yapan, kol kanat geren Nasip’im. Seni benden çok anlayan Nasip’im. Bizi duymuyorsun ama çok iyi anlıyorsun, biliyorum. Ben ney üflediğimde notaların her birini, sanki kalbinin tam içinden duyup huşû içinde dinliyorsun beni. Sen o huşu içindeyken seni izlediğimde, hem “galiba bizi duyuyor” diye seviniyorum, hem de “bu nasıl olur Ya Rabbim, bu işin sırrı nedir” diye tir tir titriyorum. Ama o anlar var ya, işte o anlarımız var ya; sen de ben de huzurluyuz, biliyorum.

Nasip hocasından dileyince, Sacid Hoca da izin verdi de medresenin çayhanesinde çalışıyorsun son birkaç aydır. Ne de güzel çay demliyormuşsun! Geçen gün hocadan işittim; sen de artık çok güzel minyatürler resmetmeye başlamışsın. Mutfakta işin bitince ağabeyinin yanına gidiyormuşsun her gün aynı saat. Ona baka baka, onun yazdıklarına benzeterek kendinin, annenin, benim ve ağabeyinin isimlerini yazmaya bile başlamışsın. Ben artık seninle ilgili duyduğum her güzelliğe şaşırmıyorum. Ey güzel Allah’ım! Bu çocuk duyuyor mu duymuyor mu? Bilemedim ama… Belli ki, dili konuşmuyor ama, yüreği konuşuyor benim oğlumun. Buna da şükür.Onlar senin bereketine emanet. Bana ihsan ettiğin her şeye şükür…

İçindeki coşkun ırmaklara set çekemiyordu artık Kader Usta. Hem zamanı hem de elinin ağırlığını unutmuştu. Yalnız, ırmağın seline takılıp çizgileri oyuyordu derince. Gül motifi bitmek üzereydi ama o artık bu bitişi bile göremiyordu. Yüreğinin diline dur durak yoktu bu saatten sonra.Ve dükkanın her yerini gül kokusu sarıyordu usulcacık, misler gibi…

“Bunların hepsi Kader Rabbim. Sen ne eylersen güzel eylersin. Biz bu dünyada yokuz. Var olan yalnız sensin. Nasip’e de Medet’e de senden ve babamdan öğrendiklerimi öğrettim.Artık canımı alsan da gam yemem.Gül yüzlüm…”

Etrafı önce tarif edilmez sıcaklık, sonra da insanı alıp götüren bir aydınlık kapladı.O aydınlıkta Gül Yüzlüsünü gören Usta’nın huzur içindeki gülümsemesi, gül kokularına karıştı…

_ Heyy! Kader Usta, Kader Usta! İçerde misin?
_ Bu koku da neyin nesi? Allah! Allah!
_ Su getirin erenler… Dükkan yanıyor…
_ İhsan Baba, İhsan Baba aç kapıyı!
_ Ses ver bize! Orda mısın, orda mısın Kader Usta…
_Bre yiğitler! Babam içerde, babam içerde…Koşun, yetişin… 

?... 

_ Babaaaaaaa!...

Yegah Elif Mirzâde  

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..