Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Mart '10

 
Kategori
Şiir
 

Ellerin Kokusu Değişince Bazen

Ellerin Kokusu Değişince Bazen
 

“İki kişi öldüler önce

<ı>Sokağı yürürken gölgeleri...

<ı>Sonra ikişer ikişer”

BİRSEL KURT İLE “İÇERDEKİ BEN DEĞİLİM” ŞİİR KİTABI ÜZERİNE

Zeliha Demirel : Sevgili Birsel Kurt öncelikle kutluyorum. İçerdeki Ben Değilim adlı şiir kitabınız Kanguru Yayınları’ndan çıktı. İlk kitap olması heyecanıyla birlikte, yeni bir ses.<ı> Duyarlıkta ferahlık ve tazelik hissettim ben… Okurunuzun sizi nasıl okumasını ve anlamasını istersiniz?

Sizi daha önceden çeşitli edebiyat dergilerindeki şiir ve öykülerinizden tanıyoruz. Duygu yoğunluklu bir söyleşi yapmayı umarak; şiirle öykü arasındaki ilişkiden başlasak…

Birsel Kurt :Daha baştan güzel sözlerin için teşekkür ederim. Keşke öyle olsa... Yeni bir sesle yeni bir şey söyleyebilmiş olsam. Buna ulaşıp ulaşamayacağımı -şimdi- bilmiyorum. Bilinmez de sanırım. Tabii ki sesim bana özgü olsun isterim, sözlerim de. Varlığın, sorularına ve her sorunun çoğalıp duran yanıtlarına ilişkin olup ezelden beridir bazen hiç farkedilemeden, bazen farketmek istemeden, bazen farkedilip içinde koybolunan ve farkedilenleri sorgulama halleri sanatın, şiirin içinde.

Suyun dolanımı gibi yaşamlarımız. Aynı su bütün dünyada bütün halleriyle gidip geliyor. Yağmur oluyor, kar oluyor, dağa yağıyor, denize, ovaya yağıyor, deniz oluyor, ırmak oluyor, yeniden denize, yeniden buluta... yani söyleyebileceklerimiz sudan ibarettir... Yukarıda sakin sakin dinlenen pamuk gibi bir bulut da olsak, kasırgada sürüklenen sağanak dolu yığınlar da olsak bulutuz, suyuz....

Okurumun -bu henüz bir genelleme yapacak sayıda değil ama- beni nasıl okumasını isterim? “Okurum” sözcüğü bana ait olanı işaret etmiyor. “Kendini bana yazdıran ve üstünde adım yazılı o kitapta birarada duran şiirlerin okuru” demek geliyor içimden. Kitap çıktıktan sonra onların bir okuru da ben oldum. Ve bir şeyi keşfettim. (Ne çok sevindirir beni keşfetmek!) Kendime içerden dışarı, dışardan içeri yolculuğumda orada yazılmış, görünüşte durağan halleriyle deviniyorlar, üretip çoğalıyorlar... Bana da yeni şeyler söylüyorlar. Benden başka okuyana da böyle olabilse... Bunu isterim. Doğurgan sözlerim olsun, okuyanda yeniden yeniden doğursun yaşamı, okuyanın yaşamını...

Şiirle öykü ilişkisinden başlasak...Giderek birbirlerine yakınlaştıkları söyleniyor. Öyle mi acaba?

Tamamı labirentlerden oluşan yaşamalarımızda girip çıktığımız odalarda kendimizin ya da başka bir şeyin belirlediği kaldığımız süre içinde, odanın ışığı ve gözlerimizin ya da ellerimizin, kulağımızın, burnumuzun, dilimizin algılayabildiği ne varsa toplayıp geziniyoruz. Biriktirdiklerimizle vardığımız yanıtlar sadece “bugün ve bence” diye başlayabilir.

O nedenledir ki, bana ait olan “bugünde” öykü ve şiir ilişkisine bakınca “bence” şiir ve öykü zaten yakındı diye düşünüyorum. Benzeşme çerçevesinde değil ama, kavrayış ve kapsama açısından birbirini tanıyorlar şiir ve öykü. Ayrıca öykü olarak gelirse sözler, öyküsünü yazarsınız suyun, şiir olarak gelirse şiirini...

Zeliha Demirel : “Uzaklara bir soru çınlaması” sanki giderseniz ayrılığın korkusu, kalırsanız birliktesizlik…

Birsel Kurt : Soruları olmalı insanların. Sorusuz olmaz, buna inandım hep. Hem de çınlamalı durmadan. Benim yeni bir sorum, bulmak için çırpınmış olsam bile eski sorularımın yanıtlarından çok daha değerlidir. Soru nereye götürüyorsa gitmek gerek. Sorulmuştur bir kere ve derinse soru, uzaklara çınlayacaktır, yanıtını çok aramak gerekecektir. ve her sorunun yanıtıyla geldiğine inanıyorum. Bunun için uzaklara gitmek gerekmişse, ayrılmaksa kalmaktan daha doğurgan değil midir?

Zeliha Demirel : “Ellerin kokusu değişince bazen” beni çok etkiledi. İnsanın evrene dolayısıyla yaşama dokunmak için önce ellerini kullandığını ve uygarlığın öncelikle insan eliyle biçimlendiğini düşündüğüm için soruyorum ellerin kokusu eğer bir gün değişirse insanın ortalama evrensel insanlık durumunu yakalayacağına inanıyor musunuz? Ya da şöyle mi sormalıyım; insan için eller ne renk, nasıl kokmalı?

Ellerin kokusu değişince

/bazen/

/sadece/

dünya değişir…

iş değişir

uyku

yollar değişir

saniye değişir

içinde bin at soluğu

ellerin kokusu değişince

/bazen/

/sadece/

ben değişir

ten değişir

dokunacak

düş

sabah

günler değişir

hayat değişir

içinde bin durak…

söz değişir

yaşamak değişir ölümler yaşayarak

Birsel Kurt :Ellerimiz, ne çok şeyimiz. Dokunmak ne büyük dil. Ve dil birşeye dokunursa söyler, anlatır. Ellerimiz de dokunduğu şey kokar. Hastane kokmaz dün gece doğurmuş annenin eli artık, süt kokar bebeğin eli anne...

Bahçe kokardı annemin elleri ve hamur. Babamın eli turfanda domates ve rakı. Ablamın elleri yaz gecesi, yağlıboya ve yalnızlık kokardı. Benim küçük ellerim çamur ve güneş biraz da.

Bir insanın elinin ne koktuğunu bilmek onu çok bilmek olur mu acaba?

Ellerimizin kokusu bir günde, gençlikte ya da 40'ında bir kez değişmiyor ki hem... Sabah başka kokuyor akşam başka. Yatakta başka mutfakta başka. Ama bir gün bakıyorsunuz ki ellerinizin kokusu dokunduğumuz tüm kokuları bastıran bir kokuya sahip olmuş. Artık yatakta, mutfakta, işte o

koku diğerlerini bastırıyor. Belki bu şiirdeki elin kokusu bu kokudan bahsediyor. Dokunduğu herşeyin kokusunu bastıran özel ve özgün bir kokudan.

Değişmekse, bunu nasıl anlatmalı? Herşey yerli yerinde duruyor görünürken gerçekleşen değişimden mi sözetmeli acaba? Asıl değişim bu mu? Sonsuzluğa esen bir rüzgar gibi geçiyor zaman. Ve her sabah sanki ne çok şey değişmiş sanıyoruz. Aslında bu sanma durumunun hiçbirşeyin sandığımız gibi değişmediğinin göstergesi olduğunu bilmiyoruz.

Eller ne renk mi? Bilmiyorum. Ama eller kokuyor bundan eminim. Neye dokunursan o, ne ile yıkarsan o, neyi yıkarsan o gibi kokuyor...

Zeliha Demirel : Acıya yazgılı olmak bir bakıma birlikte yürüdüğünüz ve yoğrulduğunuz duygusunu veriyor. Özellikle “Karanfilli Serçe” de bu acının dinmemesi isteği olanca çıplaklığıyla karşımıza çıkıyor

“Bir dua bile etmedim anne

Sen de etme acıyan yerlerime”

Evrensel insan olgunlaşmak için acı çekmek zorunda mı? Acıya yazgı üstün insanın kaderi mi?

Birsel Kurt : Acı... Şimdi aklıma şu iki dizem geldi:

“Büzülüp dizlerinin etrafında soğuk ayaklarınla

bir başka bir el yoksunu gözyaşınla”

Bu dizeleri yazarken hissettiğim duygu olsa gerek acı dediğimiz şey.

Acıya sahip çıkmak gerektiğini düşünüyorum. Yazgıya inanmıyorum, Ferit Edgü!nün “SIR” ında anlattığı rastlantı tanrısına inanıyorum ki bu tanrı bizim malzemelerimizle yaratıyor bizim mucizelerimizi.

Acının da umudun ve iyiliğin de değeri var. Mutluluğa yüz vermediğim gibi acıya da yüz vermek istemem. Çok kalmayacaktır hiçbiri. Kalmamalıdır da.

Yukarıda ellerin kokusundan ve burada acı çeken insandan sözederken geçen “Evrensel insan”dan ne anlamam gerek, düşünmeliyim. Sanırım bunu ilkel, ilkeli ve bugünde yaşayan insan olarak anlıyorum. Farkında olan insandan yani. Içi ve dışında olanı izleyen, nefesini kendisi alan insandan. Acı, bu insanın yaşaması, tanıması gereken ama çekilecek birşey değil, geçilecek bir şey. “Acı”dan Acımak” da türemiş, ”Acınmak” da. Ben acımaya da acınmaya da uzak duruyorum. İyi bulmuyorum bu duyguları ve durumu. Belki yüzden “bir dua bile etmedim, acıyan yerlerime”, annem de etmesin istedim. Bu edilgen kılıyor yaşamı...

“Acıyı da buyur etmeli insan/ sofraya koyarak tüm mutluluklarını/kalkıp gidecektir çünkü doyurunca karnını/sokak sokak gezecektir/ve mutlaka yeniden çalacaktır kapını”

Zeliha Demirel : Kanayan ruhumuzdaki çaresizlik çağımızda etrafımızı tamamen kuşatmış durumda. Şairin dediği gibi, çemberin içinde de olamıyoruz, dışında da. Çocuğun uzanan elleri bu çaresizliğe ne kadar dayanabilecek?

Cevabı yok sorulması yasak soruların

Elim beynim yüreğim fazla

O çocuk elini uzatıyor ya bana

Tutarsam ölecekler

Tutmazsam öleceğim…

Birsel Kurt : Bu sorunun yanıtına biraz uzaktan başlayarak yaklaşacağım sanırım. Haklısınız. Ruhumuz kanıyor, çaresiz hissediyoruz. Özellikle önce insan olmaya çalışan kadınların ruhu kanıyor ve onlar çaresizler daha çok. Kitabımın adından... Kitabın kapağını görüp adını okuyanların çoğundan “Ya kim?” sorusunu duydum. Buna verecek bir yanıtım yoktu. Olmayacak da. Ama kitap basılmadan önce konuştuğumuzda kitabın adının Rimbaud’nun “Ben bir başkasıdır” kitabını çağrıştırdığı söylenmişti.

Olabilir, çağrışımın içini dolduran şeyi iyi düşünmek gerek. Bu önemli değildi. Ama Rimbaud’nun o kitapta söylediği bir şey çok çok önemliydi benim için.

<ı>“...Kadının sonsuz köleliği sona erince, kadın kendi varlığıyla, kendisi için yaşamaya başlayınca, şimdiye kadar iğrenç olan erkek ona özgürlüğünü geri verince, kadın da şair olacaktır. Kadın da bilinmezi bulgulayacaktır! Kadının düşünce evrenleri bizimkinden farklı mı olacaktır? Tuhaf, akıl ermez, yeniden sürgün veren, nefis şeyler bulacaktır; biz bunları alacağız ve anlayacağız.”

Olacak! Ben hiç ümitsiz olmadım. Belki o şiirde söylenen bir kadına çocukluğundan uzanan eldir. Ama benim çocuğumun soruları var. hem de benimkilerden çok ve benimkilerden büyük. Onları görüyorum ve yaşam akıp sürüyor. Çaresizlik diye bişey yok diye düşümekten yanayım ve bu nedenle o çocuğun elleri de dayanacaktır.

Zeliha Demirel : “Bir çiçekti yüzüm bilirler bunu bırakıp gittiğim gün” diyor kalbiniz. Zaman bu çiçeği ne kadar örseledi ve ne renk soldurdu?

Birsel Kurt : Zaman masumdur bana göre. Bir kavrama hem de ne olduğunu anlayıp anlatamadığımız bir kavrama yüklenmek kolaycılık aslında. Oysa zaman senindir. Payına düşen kadardır. Bu yüzden zamana yüklenmek istemem. Solduğuma inanmak da. Bir sevincim var benim, bunu “içimde akan dereler” diye ifade ederim. Neye sevindiğimi bilmesem de ağlarken gülmek duygusu gibi birşeydir bu. İşte bunun için sitem zamana olmamalı. Yüzü çiçek olanları, gittikten sonra bilenlere olabilir belki de...

Ve bu da bir umut taşıyor gibi. “Bir çiçekti yüzüm bilirler bunu bırakıp gittiğim gün” demişim ya... “Bileceklerdir, anlayacaklardır mutlaka” inancını taşıyan bir umut.

Zeliha Demirel : Ağacın gözlerine şiir yürümezse ne olacak? Şiirin bir nebze olsun kanayan ruhumuzu iyileştirebileceğini düşünüyor musunuz? Nereye gitmeli ölüme, dirime, cennete, cehenneme, kendimize, …?

“Sonradan duymuştum şiir yürümüş gözlerine

Bu da mı tesadüf

Bu ağaç da mı seninle aynı dalından düştüğümüz

Ölüm bekle

Şimdi geriye doğuyorum haber vermek gerek”

Birsel Kurt : Şiire çok inanıyorum. Onun iyilikten geldiğine ve iyi edeceğine inanıyorum. Çünkü şiir aramaktır. Başka bir dili başka bir deyişi ve insanı. Yani kabul etmemektir olanı. Şiir yazan da sanırım sadece şiir yazmak için yazmıyor. Şiiri yazıyor, çünkü önce kendi ruhuna “başka türlüsü de olabilir bütün algılananların.” demek istiyor. Yazdığına inanırsa kendisi biliyor ki onu okuyan da inanır. Ne zaman oturup bir şiir yazsam bir zafer kazanmış olma duygusu yaşarım. Bir sayı daha almışım gibidir yarışmada. Ve huzurdur ardından gelen.

Ağacın da insanın da gözlerine yürüyecek kadar inatçıdır şiir bence. Şiirin yenilmesi mümkün değil.

Nereye gitmeli? Hepimiz zaten ölüme gidiyoruz da ona hangi yoldan gitmeli? Ölümü hiç düşünmemek olmaz. Ama kurgusuna aklımızı erdirmeye çalıştığımız bir düzenin içindeyiz. Çabuk olmak gerek. “Neyim?” sorusuna yanıt bulmak gerek. Buna bulunan yanıtın önemi yok. Yeter ki bu bizim yanıtımız olsun ve inanalım buna.

Çok uç bir söz gibi olabilir: Ben herşeyin şiir olduğunu sanıyorum. Bu içimdeki beni keşfetme isteğinin bir sonucu. Ben’den kastım dünyanın benim içimden yansımasını gösteren ben. Içine dönüklükten farklı birşey bu. Herkesin o “ben” i öyle bişey ki, katıldığı herşeye özgünlük kazandırır. Bu şeklide ifade edilebilecekse “kendimize gitmeli” diye yanıtlayabilirm bu sorunuzu.

Zeliha Demirel : Şiirlerinizde aynı mevsimde kalmak için zamanı hep geriye yürümek var. Eskiye kurulu gelecek, eskiye özlem, …Zaman konusunda ne düşünüyorsunuz? Geçmişin denenmiş, bilinen güvenirliğinde mi kalmak yoksa geleceğin, riskli, belirsiz yolculuğuna acılara, zorluklara rağmen çıkmak mı?

Birsel Kurt : Evet, şiirlerimi bir kitap olarak yayınlamaya karar vermek zor oldu. Çünkü onları bir dosya olarak her okuyuşumda bir bulantı yaşadım. Bunun birçok nedeninden biri de “eskide kalakalmışlık”tı.

Çocukluğumu dünyadaki cennet gibi bir yerde yaşadım. Söğüt ağaçları, dereler, serçeler, ayaz kışlar, çiçekli baharlar, uzayan yaz günleri, oyun sokakları, yıldızlı gecelerde ürktüğüm baykuş sesleri, kuzu gözleri... Verili bir şey öğretilmeyen bir çocuktum ben. İyi ki öyleydim. Bana hiç “şu şöyledir.” Bunun doğrusu budur.” denmedi. Kendim keşfettim yapmam gerekeni. Aklımla, duygularımla.

Bu kadar büyülü bir çocukluk yaşamışken oradan gelen ve sesi azıcık kısılmış da olsa şarkısı hep çalan bir dünyada birikmiş olanları yazmaktan kendimi alıkoyamadığımı farkettim. Bu eskiye özlem değildi. Bugünümden oraya bakınca neler gördüğümü benim bugünkü halimde ne kadarının var olduğunu bilme isteğiydi belki. Hatırlamakla bilinmeyen bir şeydi bu. Onların şiirini yazmalıydım. Ama bu düşüncelerimi onları yazarken bilmiyordum. Şimdi, şiirlerimi okuduğumda neden bulantı yaşadığımı çözümlemeye çalışınca vardığım nokta bu.

Bu bir duraktı. Sorgulamak için bir molaydı. Bugüne gelebilmek için nerelerden geçmiş olduğuna şöyle bir bakmaktı.

Nereye gideceğine de ancak böyle karar verir sanırım insan.Ben şiire gitmeye mi karar verdim acaba? Yani hayatın içinden dışına...

Zeliha Demirel : Sevgili Birsel Kurt uzak olmayan bir zamanda sizinle öyküleriniz üzerine de bir söyleşi gerçekleştirmeyi umarak içtenliğiniz için çok teşekkür ediyorum. Çocukken gözlerine baktığınız atlarınız peşinizi hiç bırakmasın.

Birsel Kurt : Ben de çok teşekkür ediyorum. Hem bu özel sorular için hem de o çok güzel tablonun kitabıma kapak olmasına izin verdiğiniz için. Şiirlerim ve benim için bu çok değerliydi.

 
Toplam blog
: 84
: 605
Kayıt tarihi
: 05.03.09
 
 

Konya Akşehir doğumluyum. Selçuk Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi, İnşaat Mühendisliğ..