- Kategori
- Söyleşi
Emekli öğretmen Hüseyin Başdoğanla bir konuşma ( 3 )
Emekli Öğretmen Hüseyin Başdoğan'la bir konuşma ( 3 )
A.GÜLER, Sayın Hocam, öğretmenlik yaptığınız köylerde örneğin Mardin- Gırharrin , Gülharrin, ( Çamurlu Tepe, Güllü tepe / köyü anlamına geliyor) bu köylerde halkın okula karşı ve özellikle okumaya karşı ne gibi tutumları, davranışları nasıldı?
H, BAŞDOĞAN; Türkçe eğitim ve öğretimi amacına ulaşmıyor. 100’in üzerinde nüfusu olan bu köyde, okulun kayıtlı 45 öğrencisi vardı. Köylüler, özellikle kız çocuklarını okula göndermek istemiyorlardı. Bu kayıtlı öğrencilerin birçoğu devamsızdı. Bu gençle iletişim kuramayınca bir an ne yapacağımı şaşırdım. Gözüme köy meydanında oynayan çocuklar ilişti. Yavaş yavaş yanlarına sokuldum. Beni görenler, entarilerini dişlerinin arasına alıp çöle doğru kaçıyorlardı. İçlerinden birini yakaladım. Ona ilk sorum, Türkçe biliyor musun, oldu.
__Evet.
__Okula gidiyor musun?
__Evet, öğretmenim. (Benim öğretmen olduğumu anlamıştı.)
__Adın.
__Mehmet Saüt Alpaslan (Sait demek istemişti)
__Muhtarın evini gösterir misin?
__Muhtar Mardin’de efendim.
__İmamın evi.
__Konuşmuyoruz. (Ailesi konuşmadığı için kendi de konuşmuyordu). Babam, beni döver. Ihı… Okulun yanındaki ev.
Bir taraftan da kaçmaya hazırlanıyordu. Arkama döndüğümde kaybolmuştu. İmamın evi, diğer köy evlerinden daha büyüktü. Giriş kapısının önünde cılız, sıcaktan, susuzluktan yaprakları buruş buruş bir dut fidanı boy veriyordu. İmam, bu fidanı abdest suyuyla yetiştirmiş. Köyde, herkesin suyu bitse, imamın suyu bitmez, her gün tazelenirdi. İmama su getirmek sevapmış.
Eve girdiğimde; başı sarıklı, gözleri sürmeli, kokular sürünmüş bir kişi Kuran okuyordu. Beni, görmek istemedi. Selam verdim.
Essâlâmü aleyküm ve rahmetullâhı ve beraketuhu, dedi.
Bir yer gösterdi, oturdum.
- Nerelisin?
- Malatyalıyım.
Pek memnun olmamıştı. Beş altı yıl önce Malatyalı bir öğretmen, köyde çalışmış, namaz kılmamış. İmam, okumaya devam ediyordu. Bir ara, Muallim Bey, ben fazla Türkî bilmez, dedi. Zorluklarla, yalnızlıklarla dolu bir yaşamla karşı karşıyayım. Ne var ki ümitlerimi yitirmedim. En üzünçlü durumlarda bile umuttan vazgeçmedim. Ozan Gülten Akın da şu dizeleriyle “Umudunu yitirmediğini, yaşamı sevdiğini; sevginin karanlıkları sileceğini dile getiriyor.
Karayı kaldırın maviyi koyun umudumu yitirmedim
Beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde
Henüz beyazken uzatın isterim
Karayı kaldırın sevgi koyun umudumu yitirmedim.
(Deli Kızın Türküsü)
Tozlu, dar, gübre yığınlı, köy sokaklarında yürüyorum. Horoz ve tavuklar, gübre yığınlarını eşiştirip duruyorlar. Yabancı gören köpekler havlıyor. Kılavuzluk eden öğrenciden güç alarak yürüyorum. Nihayet muhtarın evine geldik. Yeşile boyanmış küçük pencerelerden içeriye ışık sızıyor. Uzun oldukça büyük bir oda. Belki de köyün en büyük odası. Duvar diplerine keçeler atılmış, ortası boş ve tabanı toprak. Köşede, bir döşek, Muhtar Şerif oturuyor. Uzunca boylu, esmer; giyim kuşamıyla diğer köylülerden ayrılıyor. Kravatlı. Kravat, ona resmi bir kimlik kazandırıyor. Dudağından sigara hiç düşmüyor. Kendine güvendiği her halinden belli. Bir taraftan da kaçak tütünden sigara sarıyor, tabakasına dolduruyor. Diğer köylüler de aynı şekilde hiç durmadan sigara sarıyorlar. İçilen sigaraların izmaritleri, ortaya atılıyor. Zaman zaman gençlerden biri kalkıyor; toprak zemindeki izmaritleri süpürüyor. Süpürgeyle tozlar, topraklar uçuşuyor. Oturanlar, bu tozlu, kirli havayı soluyorlar.
Yemek geldi. Bulgur pilavı, pilavın üzerine de yağda pişmiş yumurta konulmuş. Yarım yıkanmış bir tabak beyaz üzüm, bir tas bulanık su, yiyeceklere sinekler üşüşüyor. Gençlerden biri elindeki kirli havluyla sinekleri kovalamaya çalışıyor. Muhtarla ben yemeğe oturduk. Diğerleri bakıyor. Tastaki bulanık suyun içmek için getirildiğini öğrenince ne yapacağımı şaşırdım. Başka içecek su da yoktu. Bu insanlar, yıllardır bu sağlıksız suları içiyorlardı.
Yemekten sonra köyü daha yakından tanımak için dışarı çıkmak istedim. Köylüler, olmaz Öğretmen Bey, bu sıcakta dışarı çıkılır mı, dediler. Güneş kavurucu, insanın beynini pişiriyor. Gölgesinden yararlanılacak tek dal yok.
Akşam oldu. Yataklar, dama serildi. Muhtar iki üç basamakla çıkılan tahta karyolada yatıyordu. Karanlıkta, sokakta birileri dolaşıyor; köylüler, bağırarak birbirlerine bir şeyler anlatıyorlar, tartışıyorlar. Tartışmanın da ötesinde ağız kavgası ediyorlardı. Biri diğerine “kelp ibni kelp”* diyordu.
Sabah olur olmaz, Mardin’e dönmek üzere yola çıktım. Güneş, insanın beynini kaynatıyor. Mendilimi çıkarıp başıma bağladım. Bir saat kadar bekledim. Bu bir saat, bana bir yıl kadar uzun geldi. Uzaktan bir araba göründü. Benden birkaç adım ilerde durdu. Bayram çocukları gibi sevindim. Köyün Nusaybin yolu üzerinde olması, yalnızlığımı bir derece olsun unutturuyordu. Bu özel arabaydı. İçinde bir teğmen, bir de yüzbaşı vardı. Yüzbaşı bana dönerek:
__Öğretmen misiniz?
__ Evet.
__Yeni mi geldiniz?
__Yeni geldim.
Birbirlerine baktılar. Bu bakışta, bu kadar genç, deneyimsiz öğretmen, bu köyde ne yapabilir anlamı vardı. Ya da bana öyle geldi.
.........................................Devam edecek
Abdülykadir Güler
Saygılarımla
08. 12.2015-SÖKE