Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Nisan '20

 
Kategori
Öykü
 

En büyük yalandır unutmak

Bu sabah müthiş bir ağlama isteğiyle uyandım...

Hava puslu, kasvetli diye mi yoksa hatırlayamadığım bir rüyadan mı acaba diye düşünürken lavabonun aynasında kendimle göz göze geldim.

Boş mideye bir kahve, iki sigara derken, balkondan caddedeki sabah koşuşturmasını izleme faslı vesaire ama oyalamadı bu defa.

Sözün kısası, garip bir güne uyandım bu sabah...

İçimde bir acı vardı açıklayamadığım, ne yapsam ne etsem boşuna; geçmedi bir türlü.

Duvardaki resme takıldı gözüm. Anneannemle vefatından iki yıl evvel çekildiğimiz o fotoğrafa baktım ve gözlerim doldu birden, bakışlarımı kaçırdım, bu defa da teyzemin hediyesi olan vazoyu gördüm...

Ya evet, benim bir teyzem vardı. Petula CLARK'ın ''This is my song'' adlı plağını bahçede fırlatıp sırf zevk uğruna kırdığımda  -yaşım henüz on altıyken-, bana gülen ve ''Olsun teyzem ama hatıra onlar, kırma bir daha'' diyen teyzem.

Benim bir de anneannem vardı dünyalar tatlısı Üsküp muhaciri bir kadın...

Benim sevdiğim çok insan vardı aslında...

Sonra albümdeki eski fotoğraflara baktığımız o günü hatırladım;

''Bak bu benim büyük agam Behzat.'' demişti saçlarımı okşarken, sararmış bir fotoğraftaki sert bakışlı adamı göstererek. Yirmili yaşlardaydım, yazın sıcak bir gününde ikimiz havuz başındaki divanda oturuyorduk. Karşımızda armut ve erik ağacının gölgelediği uzun bir bahçe vardı.

-Seni ona benzetiyorum bazen. Değil yüzünü ama bazen bir bakışını bir duruşunu benzetiyorum ona...

- Sert adammış galiba anneanne.

- Değil idi sert. Bir kere bile kırmamıştır hiçbirimizi. Kırmamıştır, hem niye kırsın altı kardaşımı çekip çevirirdim ben. Onlar tütüne giderdi, tepsi tepsi börekleri hazır ederdim döndüklerinde.

Gözleri dalıp gitmişti kuyunun üstündeki kedi tırnağı saksılarına ve rüyadan uyanırcasına söze girmişti;

''Memleketten yola çıktık, Selanik'e geldik. Geldik ama İzmir'e gelen vapuru kaçırmışız. On beş gün sonraymış ikincisi. Çok çalışkan idi kardaşlarım. Memlekette saraçlık yaparlardı. Orada da bir saracın yanına girdiler. Kumanova'da, Üsküp'te meşhur olan bir süs vardı püsküllü, atın başına takılan. Selanik'te bilen yokmuş, onu yaptılar o saraçta. On beş gün orada çalışıp para kazandılar.''

-Sene kaç anneanne?

-Ben bilmem hesaplıyayım sene kaç. Bin üç yüz otuz üçlüyüm işte, ondört yaşındaydım memleketten ne zaman çıktık.

-Bin dokuz yüz otuz altı falan oluyor herhalde.

- E bilmeym artık ben bu yeni tarihleri, öyledir. Selanik'te on beş gün kaldık vapuru bekledik. Selanik aynı İzmir'e benziyor. Ben o zamanlar sımsıkı kapanıyordum. Bir gün deniz kenarında yürüyoruz, bir tane Rum kadın beni şöyle bir süzdü. Anladım ki bir şey diyecek. Mübadelede gelenlerdenmiş, Türkçe de biliyor. Alaylı alaylı yüzüme bakıp;

'' Aç o başını aç, Türkiya'ya gidince Kemal açacak o başını'' dedi.

Ben de ona dönüp dedim ki;

''Açar isem kendi toprağımda açarım açmam gavur elinde''. Ne cahil imişim konuşmuşum öyle. Ya bize bir şey yapsa idiler orada...

Gülümseyerek yüzüne bakmıştım, yirmili yaşların her şeyi bildiğini sanan bakışlarıyla.

-Yok be anam ne yapacaklar size. Kötü bir şey dememişsin ki...

'' Ah more evladım'' demişti. Gözleri ne zaman nemlense burnu da kızarırdı. Gözlüğünü çıkarıp yeşil beziyle camlarını silmiş, yanağından süzülen iki damla yaşı kurulamıştı.

-Pasaportta indirince bizi gecenin bir yarısında vapur, yere çöküp toprağını öptük biz vatanımızın.

Ağustos böceği ve kumru sesleri arasında, hayal meyal hatırladığım bir gündü. Daha neler neler anlatmıştı aslında ama çoğunu unuttum.

Ben hiç bir şeyi umursamayacak kadar rahat bir insan olmalıydım.

Ben, kendi tarihimi yeni baştan yazabilmeliydim.

Ben geçmişte yaşayıp...

Ben geçmişte yaşayarak...

Ben geçmişte yaşananlarla...

Ben...

''Allah'ım ne oluyor bana?'' diye mırıldandım kendi kendime. Ne oluyordu bana sabah sabah, gereksiz bir duygusallık içindeydim ve kendimi toparlayamıyordum bir türlü.

Yıllarca uğraşıp unutmayı başardığımı sandığım geçmişimi şimdi hatırlıyordum ve bu durumdan son derece rahatsızdım.

Ben ki kendine yeni bir hayat sunmuş, tüm eşi dostu bir kalemde silmiş ve onlardan çoktan uzaklaşmış bir adamken ne oluyordu bana böyle bunca yıl sonra?

Yaşanmışlıkları silmek, omuz omuza aşılan zor yılları hatırlamamak, bir kuru öfkeye tüm güzellikleri anıları kurban etmek bu kadar mı zormuş meğer...

Anneannem, eski kare kare kumaş kaplı yorganların birini kaplarken, ''Ah more evladım, çaput kadar değerimiz yok şu dünyada.'' demiş ve eklemişti;

- Şu gördüğün parçe agamın pantalonluk kumaşından artan parçedir, şu nenemin elbiseliğinden, bu dayının cakedinden artandır... Hepisi göçtü gitti ama çaputlar duruyor bak. Güvenmeyeceksin ananem güvenmeyeceksin; şu dünyanın malına güvenmeyeceksin. Çaput kadar değerimiz yok şu dünyada..

Güvenmedim...

Ne bu dünyanın malına, ne insanlarına, ne de eşime dostuma...

Pikapta Kavafis'in nefis şiirinin bir bestesi çalmaya başladı o anda;

''Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.

Bu şehir arkandan gelecektir,

aynı mahallede ak düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda

başka bir şey umma,

başka şey umma...''

 

Telefona elimi uzattım, sonra bekledim.

Aklıma teyzemin, hayırsızlığıma, aramayışıma sitem ettikten sonra, eski mahallemizdeki tüm evlerin yıkıldığını anlattığı konuşma geldi.

''Derenin üstünü kapattılar, her tarafa yeni apartmanlar yaptılar, mahallemiz bambaşka bir yer oldu'' demişti.

''Gelip görmemek en iyisi teyzecim'' demiştim;

- Gelip yeni halini görmediğim için benim hayalimde hala aynı duruyor o eski sokaklar.

Kısa süreli bir sessizlikten sonra ''Gurbettesin ondandır'' diye mırıldanmış ve eklemişti;

- En kötüsü senin gönlün de artık gurbette be teyzem. Oralarda kaldın sen...

Cesaretim kırıldı, müziği, perdeleri ve telefonu kapattım,  anneannemin kapladığı yorganı başıma kadar çekip yeniden uyudum.

 
Toplam blog
: 17
: 1912
Kayıt tarihi
: 18.02.11
 
 

Okumaktan, yazmaktan keyif alırım ama en çok öyküleri severim. Zevk aldığım için yazar, zevk alıyors..