Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Ağustos '20

 
Kategori
Eğitim
 

En Geniş Çerçeve

EN GENİŞ ÇERÇEVE*

Duvarda bütün gün asılı durmaktan çok canım sıkılmıştı. Çocukların kuş cıvıltıları gibi neşeli sesleri de olmasa gün hiç geçmeyecekti. Bir gün öğretmenleri onlara “Eğer derslerinize iyi çalışırsanız Atatürk’ün resmine bakın, size gülümseyecek.” demişti. İçlerinden bir tanesi buna fazlaca inanmıştı sanırım. Ön sıradan bana sürekli bakıp gülümsüyordu. Ben Ata’nın kendisi değilim sadece çerçeveye sıkıştırılmış bir fotoğrafıyım ama yine de bir çocuğun umutlu bakışlarından kendime bir pay çıkarıyordum, mutlu oluyordum çocukların saflığından… Kömür taşımaktan elleri kapkara olmuş çocukların gözlerindeki o temiz ışıltıları görünce neredeyse cansız bir suret olduğumu unutuyordum.

Sınıftaki bütün anılar maalesef böyle tatlı değildi. Öğrencilerini sıra dayağına çeken öğretmen de gördü bu cansız gözlerim. Küçücük, yumuk yumuk ellere tahta cetvellerle vuruyor, ne suçu olduğunu tam anlayamamış öğrencilerini korku, kaygı ve yaş dolu gözlerle sıralarına oturtup onların sus pus olmalarına sebep oluyor, onlara sürekli olarak ‘konuştukları’ için kızıyor ama anlattıkları konu hakkında hiçbir zaman en ufak bir fikri olmuyordu.  Bir defasında öğrencilerini küme çalışması yapmaları için serbest bırakmıştı, kendisi ise evde yapması gereken planları ders saatinde yapıyordu. Kümedeki öğrencilerden birinin heyecanla bir şeyler anlattığını gördü. Bir hışımla kalkıp yanına gitti ve hiçbir şey sormadan ‘çok konuştuğu için’ kız çocuğunun narin yüzüne o kocaman boyalı tırnaklı elleriyle iki tokat vurdu. Kız ders ve teneffüs boyunca pencerenin kenarına gidip sessiz sessiz, içli içli ağladı. Hâlbuki öğretmenin oturduğu kürsüden duyamadığı ama benim çok net duyduğum bir şey vardı: O küçük kızın heyecanla anlattığı şey öğretmenler günü için yapmaya çalıştıkları sürprizdi.

Yıllar sonra okula genç ve idealist bir öğretmen geldi. İlk ataması olabilirdi. Öğrencilerini çok sevdiği her halinden belliydi. Okul çıkışlarında onlarla kalıp fazladan kurs veriyordu. Sınıfa kendi imkânlarıyla kitaplar alıp küçük bir kütüphane oluşturuyordu. Bütün bunları hiç üşenmeden büyük bir hevesle yapıyordu. Biraz düşünüp hafızamı zorlayınca bu hevesli öğretmenin ‘çok konuştuğu için’ öğretmeninden tokat yiyen o küçük kız olduğunu, önemli bir şey anlatırken heyecanlandığı için sesinin yükselmesinden tanıdım. Hayat nasıl da çelişkilerle doluydu. Bu genç kız hayatını konuşmak ve konuşturmak üzerine kurmuştu. Bildiği her şeyi yorulmadan öğrencilerine anlatıyor, onların en utangaç olanının bile sınıf önünde konuşabilmesi için çeşitli yaratıcı etkinlikler düzenliyordu. İki yıl kadar görevine devam ettikten sonra daha büyük bir şehre taşınmak için öğrencilerinden ayrılırken çok hüzünlendi. İlk tatilinde öğrencilerini derste ziyaret ederek onları sevindirdi. Bu sürprize karşılık öğrenciler onu görür görmez derste öğrettiği şiirlerden birini hep bir ağızdan okumaya başlamasınlar mı? Herhalde bu duvarda asılı durduğum onca sıkıcı zamanlar içinde gördüğüm en kayda değer anlardan biriydi. Gözyaşlarım olsaydı ağlayabilirdim. Bir çocuğa şiir öğretmek ne kadar da değerliydi.

Uzun sayılabilecek bir zaman sonra asılı olduğum duvar çok eskidi, beni alıp bir dershanenin duvarına götürdüler. Buradaki öğretmenler çok genç ve dinamiktiler. Hiç durmadan soru çözüyor, soru yazıyor, öğrencileri bir net daha fazla yapsın diye sürekli özetli çalışma kâğıtları hazırlıyor, bitmeyen bir güç ve azimle günde on iki saatten fazla çalışıyorlardı. Bir süre sonra bazı öğretmenlerin sınıf boş iken gelip uyukladıklarını gözlemlemeye başladım. Belli ki ne kadar genç de olsalar bu tempoyu vücutları kaldırmamaya başlamıştı. Sabah saatlerinde sınıf boş kaldığında öğretmenlerin iki veya üç kişilik gruplar halinde önümdeki sırada oturup fısıldaştıkları olurdu. Maaşlarının bu ay da ödenmediğinden, atanamamaktan ve sınavdan bahsederlerdi. Bazen oturup kimsenin duymayacağı şekilde içli içli ağladıkları olurdu. Buna rağmen öğleden sonra öğrenciler sınıflara doluşunca pırıl pırıl bir yüzle onları karşılıyor, bitmeyen bir neşeyle onlarla arkadaş gibi şakalaşıyor, her defasında konuları daha eğlenceli hale getirecek yeni formüller üretiyorlardı.

Kısa bir süre sonra dershane okula dönüştü. Buradaki öğrenciler güler yüzlü, iyi giyimli, iyi eğitimliydi. Ancak öğretmenlerinin ders anlatmalarına tahammülleri yok gibi bir halleri vardı. Öğretmen tahtaya konuyu yazarken onunla alay etmek için yaptıkları hareketleri ben görmüş olmaktan utanıyordum. Genç ve deneyimsiz öğretmenlerin bu saygısızlıklara katlanamayıp sınıftan ağlayarak çıktığına üzülerek şahit oldum. “Beni buradan alsınlar.” diye dua etmeye başladım. Bana bakıp Atatürk’ün gülümsediğine ve kendisini gözettiğine inanan o temiz kalpli çocuklara ne olmuştu?

Bir gün pakete sarıldım, o okuldan ayrılıp uçağa bindirildim. Beni taşıyan öğretmen bir yandan kocaman tekerlekli bir bavulu sürüklüyor, arkasında sırt çantası ve çapraz sarılmış bir el çantasıyla zaman zaman dengesini kaybediyor, kendini zor taşıyordu. “Beni neden bu soğuk ülkeye getirdi ki?” diye düşündüm önceleri. Gittiği her okulda beni yanında taşıyor, Türkçeyi daha önce hiç duymadığım bir şiveyle yarım yarım konuşan birbirinden tatlı minik öğrencilere beni gösterip heyecanla bir şeyler anlatıyor, benim sağımda yazılı olan İstiklal Marşını okutuyor sonra da Türkçe şarkılar söyletiyordu. Öğrenciler her Türkçe konuştuklarında sevinçten ellerini çırpıyordu. “Ahir ömrümde bunu da görmek kısmet oldu.” diye düşündüm. Çok konuştu diye dayak yiyen öğrencilerden yarım yarım da olsa Türkçe konuştu diye sevinçle kucaklanan bir kuşağa geçiş yapmıştım. Demek ki değişiyorduk. Oradan oraya dolaşmaktan yorulmuştum, birbirinin zıddı birçok anlara şahit olmaktan ve bir gün aydınlığın kazanacağını ummaktan da…

Neyse ki şimdi içinde yüzlerce kitap olan bir okul kütüphanesinin duvarında asılıyım. Burada huzurluyum, mutluyum. Sabah saatlerinde proje çalışan öğrencilerin, öğretmenleri liderliğinde, yeni fikirler ürettiklerini görüyorum. Öğleden sonra ise tiyatro kulübü çalışmalarında çok eğleniyorum. Öğretmenleri de gençlerle gençleşiyor yaşsız bir hal alıyor. Tek taraflı bir alışveriş olmadığı çok belli bu bilgi akışının. Birbirlerinden besleniyorlar.  Önyargısız, duvarları olmayan bir sanat çıkarıyorlar ortaya. Öğretmenliğin, eğer layıkıyla yapılırsa, olabilecek en geniş çerçevede hatta çerçevesine sığmayan bir meslek olduğunun farkındalar. Bildikleri öğrendikleri her yeni bilgiyi hemen hayata geçirme şansını yakalamışlar.

Yılın belli zamanlarında da şarkılar söyleniyor bu odada. Öğrenciler ve öğretmenler birlikte çalıp söylüyorlar. Bunların benim sevdiğim şarkılar olduğunu düşünüyor olmalılar ki arada bir bazı öğretmenlerin bana bakıp gülümsediğini yakalıyorum. Bu beni ilk gençlik anılarıma götürüyor. Bu öğretmenler ders çalışırken kendilerine Atatürk’ün gülümsediğine inanan o çocuklardan biri mi yoksa? O zamanlar daha yeni bir fotoğraftım, çerçevem de henüz eskimemişti… Yıllar içinde yoruldum, yıprandım, yıpratıldım ama hissedebiliyorum ki bu okuldaki öğretmen ve öğrenciler için hala çok kıymetliyim. Çünkü ben onlar için sadece bir çerçeve değilim ben onların paha biçemedikleri, zamanın eskitemeyeceği bir değeri temsil ediyorum. Yıllarla bu kadar değişen, çelişen ve dönüşen değerler içinde hep aynı kalan bir değeri simgeliyorum. Ben onların “başöğretmenleri Atatürk’ün” suretiyim.

 Umutla, dirençle, sevgiyle yarınlara ulaşmayı ve aydınlığa çıkmayı hedef gösteren,  bugün bildiğimiz her şeyi bize öğreten saygıdeğer başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün aziz hatırasına saygıyla…

 *Bu anı metni Kültür Edebiyat dergisi "karakedi dergi"'nin 42. sayısında yayımlanmıştır.  

 
Toplam blog
: 7
: 3133
Kayıt tarihi
: 10.09.13
 
 

Doktora mezunu bir  hayalperest... Gezer, tozar, okur, yazar, düşünür, konuşur... Aşırı duygusall..